Bu hafta vizyona giren filmler komedi ve drama olarak ikiye ayrılıyorlar. Komedi dalında yer alan 2 adet yerli filmin seviyeleri üzerinde konuşmaya pek gerek yok, o vakti ve enerjiyi ticari Türk sinemasının kaderi hakkında endişelenmeye harcamak daha hayırlı olur. Buna rağmen vizyon hiç de boş değil. Ağaç ve Çölde Kutup Ayısı filmleri yaşadığımız hayata temas etmeyi gayet başarabiliyorken, eski dost Ayı Yogi de hitap ettiği seyirci kitlesini hayal kırıklığına uğratmıyor.
Avustralyanın geniş düzlüklerinde yaşayan kalabalık ve mutlu O’Neil ailesinin mutluluğu babanın vakitsiz ölümüyle son bulur. Aile fertleri bu travmayı aşmanın ve ayakta kalmanın yolunu ararken, küçük kız Simone ölen babasının bahçedeki koca incir ağacında yaşadığına, hışırdayan yapraklarıyla konuştuğuna inanmaktadır. Ailenin diğer üyeleri de bu kurumuş, metrelerce uzayan kökleri ile çeşitli sıkıntılar yaşatan ağaca farklı bir gözle bakmaya başlarlar. Simone gibi gerçeküstücü olmasalar bile ağacı bir metafor, babanın manevi varlığının simgesi olarak sahiplenirler. Ama hayata dahil olup yollarına devam etmeleri gerektiğinde ağacın gövdesini aşmakta sorunlar yaşarlar.
Otar Gittiğinden Beri (Since Otar Left, 2003) ile tanınan Julie Bertucelli, uzun bir aradan sonra çektiği Ağaç filminde hayat ve ölüm ilişkisini sorguluyor. Ölümün omuzlarda taşınacak bir yük değil, beraber el ele yürümemiz gereken bir arkadaş olduğunu hatırlatıyor. Ağaç‘ı farklılaştıran şey çok kez tekrarlanagelmiş bu mesajı vermesinde değil; tökezleyen ve tekrar ayağa kalkmaya çalışan aile üyelerini başarılı bir biçimde somutlaştırabilmesi, her tuğlası üzerinde iyi düşünülerek inşa edilmiş dramaturjisi. Bunu da çok duru ama leziz bir estetikle aktarması bir başka artısı.
Yüzlerce çocuk arasından seçilen Morgana Davies‘in başarısı da takdiri hak ediyor. Haddinden fazla büyümüş de küçülmüş gibi duran Simone karakterinin inandırıcı ve canlı olabilmesine katkısı çok büyük.
Charlotte Gainsbourg‘a gelince… Bu filmle birlikte seviyeli ilişkimizin temellerinin daha da sağlamlaştığını söyleyebilirim. Ayrıntılara da girerdim, ama sizi ilgilendirmez.
[ Deniz Akhan ]
Cennetten bir köşe olan Jellystone Parkı’nın ziyaretçi azlığı yüzünden zarar ettiğini ileri süren Belediye Başkanı Brown (Andrew Daly), buradaki ağaçları keserek tarıma açmayı ve bu şekilde para kazanmayı planlamaktadır.. Brown’ın asıl hedefi, yaklaşmakta olan seçimlere katılarak vali olmak ve allahın izniyle paranın dibine vurmaktır.. Vahşi kapitalizmi kendisine rehber eylemiş bu hem güncel hem de evrensel özellikli gözü dönmüş herifi durdurmak, Jellystone Parkı’nın sakinlerinden Ayı Yogi (Dan Aykroyd) ve yakın dostu Bobo’ya (Justin Timberlake) düşecektir.. Onlara bu hususta yardımcı olacak iki kişi daha vardır: Korucu Smith (Thomas Cavanagh) ve onun bir görüşte çarpıldığı güzeller güzeli doğa belgeselcisi Rachel (Anna Faris)..
(Dikkat! Yazar, başlayan paragrafta özellikle kadın okurlarına seslenmektedir.) Siz, Tersninja Yüksek Editoryal Kurulu’nun bana uygun gördüğü ‘Pis Moruk’ lakabına takılmayın.. Zira ondan etkilenip de beni yaşlı sananlar olduğunu duydum; yok öyle bi şey.. Şöyle söyleyeyim, bu çizgi film, yetmişli yılların ikinci yarısında televizyonda gösterilmeye başlandığında, ben daha ilkokula başlamamıştım bile..
Tek derdi, parka gelen piknikçilerin sepetlerini araklamak olan ve bunun için denemedik yol, yapılmadık plan bırakmayan Ayı Yogi ve onun ‘şirin ötesi’ arkadaşı Bobo’yu sevmemek, maceralarına katılmamak ne mümkün? Hafiften göbekli, yaka-kravat-fötr şapka aksesuarlı Yogi’nin bitmek bilmez sakarlıkları, orman korucularıyla sonu gelmez didişmeleri ve Bobo’nun, başını yeni belalara sokmaması için bu ‘açgözlü’ arkadaşı üzerinde uyguladığı ‘verimsiz’ ikna çalışmaları, aynen -animasyonla karışık- üç boyutlu bu sinema filminin de temelini oluşturuyor..
Sizin bu hususta ne denli büyük beklentileriniz vardır bilemem ama ben, bir Ayı Yogi filminden ne beklediysem, bu filmde fazlasıyla buldum.. Para getirebilecek her şeyi satan, getiremeyecekleri de bi şekilde getirecek hale sokma becerisi gösteren; bu arada, doğayı -insan yaşamını da hiçe sayarak- bozmaktan zerre çekinmeyen siyasi ve bilcümle başkanların (Başkanlarımızın!) ipliğini pazara çıkarması, filmimizin ‘fazlası’ kısmıydı.. En büyük eksiği ise, o güzel çocukluk günlerinde belleğimize yerleşmiş: “Hadi gidelim Bobo!” ya da “Piknik sepetleri efeem!” replikleriyle süslü -sanırım Erol Günaydın‘lı- dublajı bulamamaktı..
[ Numan Serteli ]
Büyük Sır
Get LowYönetmen: Aaron Schneider
Senaryo: Chris Provenzano, C. Gaby Mitchell
Oyuncular: Robert Duvall, Bill Murray, Sissy Spacek, Lucas Black, Gerald McRaney
Yapım: 2009, ABD, 100 dk.
Hakkında kötü söylentilerin ayyuka çıktığı ihtiyar Felix (Robert Duvall), 40 yıl süren inzivadan sonra kasabaya iner. Satış duayeni Frank Quinn (Bill Murray) ve dürüst aile babası Buddy (Lucas Black) tarafından işletilen cenaze levazımatçısına gider ve kendi cenazesinin düzenlenmesini ister. Sıradışı olan şey, bunun yaşarken yapılmasını ve kendisi hakkında anlatacak bir hikayesi olan herkesin davet edilmesini istemesidir. Frank Quinn, bu gizemli ihtiyarın amacını ya da Mattie Darrow (Sissy Spacek) ile geçmişinin kökenini bilmemektedir, ama önüne konan şişkin para kesesinin etkisiyle bir cenaze partisi düzenlemek için kollarını sıvar.
Seyircinin merakını kışkırtan gizem, dramatik ağırlığını ince bir mizahla yoğuran filmin sonuna kadar açığa çıkmıyor. Bu gizemi açık etmeden finale kadar koruyarak daha çarpıcı bir hale getirmek istiyor. Bunu belli bir ölçüde başarıyor, ama filme asıl anlamını kazandıran o inzivayı, bir insanın kendini yalnızlığa mahkum etme halini, bu durumun yarattığı çatışmaları aktarma fırsatını elinin tersiyle bir kenara itiyor. Aslında hikaye anlatmanın derdinde değil, bir heykelin üzerindeki örtünün indirilmesi sırasında yaşanan gerilim ve heyecanın peşinde. Guillermo Arriaga’nın yönettiği Aşk Ateşi (The Burning Plain, 2008) filminde de finale kadar açığa çıkmayan gizemli bir dramatik olay vardı, ama süreç boyunca o düğüm noktasına giden yolu aktarmayı, asıl ağırlığını buna vermeyi ihmal etmiyordu. Büyük Sır ise finalde seyircinin yüreğinden şöyle bir esip geçmeyi tercih ediyor.
[ Deniz Akhan ]
Olanı sonuna kadar tüketen, olmayanı dert etmeyen Strobbe ailesinin erkekleri; içki, kumar, seks ve aylaklıkla geçen hayatlarıyla bir karşı-kültür hareketinin temsilcileriymiş gibi görünüyorlar. Kadın kılığında üç günlük festivallere, çıplak bisiklet yarışlarına, Guinness bira içme rekoru denemelerine katılan oğullarının her cefasına katlanan, kumar borcu nedeniyle icranın el koyduğu televizyonunu bile temizleyecek kadar gururlu bir anneleri var ne de olsa. Tek gecelik bir ilişkinin bakiyesi olan 13 yaşındaki Gunther de (kendisini terk eden annesinin yarattığı hüzne rağmen) alkolik postacı babası, çılgın amcaları ve cefakar büyükannesi ile belli bir serbestlik içinde yaşamaktan mutlu gibi görünüyor. Ancak geleceğine ilişkin kaygıları da yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlıyor.
Nisan 2010’da düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde orijinalinin bire bir karşılığı olarak Şeylerin Boktanlığı ismiyle gösterilen, ama her ne hikmetse, yaygın gösterime girerken (İngilizce ismin çağrışımıyla) Çölde Kutup Ayısı olarak Türkçeleştirilen film, asıl olarak ebeveynlik (babalık) üzerinde duruyor. Babasının hatasını tekrarlayıp sevgilisini hamile bırakan Gunther, sadece sevginin yetmediği, emek ve sorumluluk isteyen babalığın yükünü birden bire omuzlarında bulunca bocalıyor. Bu durumda sadece kendisini değil, hükmünü çoktan kestiği babasını da başka bir gözle sorgulamaya başlıyor.
Strobbe kardeşlerin sıradışı hayatlarının cazibesi filmin ağırlık dengesini çoğu zaman kötü yönde etkileyebiliyor, ama asıl meselenin vurgusunu da arttırıyor. Babalarımızdan kaçıp babalarımıza benzediğimiz hayat döngüsünün hesabını yeniden düşünmemize imkan sağlıyor. Öte yandan, Gunther’in başarı odaklı toplumsal normlara uygun bir hayatı tercih etmesinin rahatsız edici bir tarafı da yok değil. Bu husus akılda tutulduğu takdirde Çölde Kutup Ayısı‘nın haftanın en cazip tercihlerinden biri olduğunu söyleyebilirim.
[ Deniz Akhan ]
Yurt dışında çektiği porno türü filmlerle, dünya çapında şöhreti yakalamış, parayı da bulmuş bir yiğit Anadolu insanı olan Şahin K. -her şeye rağmen- çok renkli bu hayattan şikayetçi olup, oldukça da mutsuzdur.. Patronunun istismarından da bıkmış usanmış eleman, canına tak eden bu vaziyetten kurtulmanın çaresini Türkiye’ye dönmekte bulur.. Bodrum’a yerleşerek, turistleri şişme muzlara falan bindirip eğlendirmeye başlar.. Şöhreti burada da peşini bırakmayan Şahin K., bir yandan çevresini saran yerli-yabancı kadınlardan kurtulmaya çabalarken, bir yandan da ülke turizmine katkı vermenin yollarını arayıp bulmaktadır..
“Bir süredir herkesin ağzını sulandıran şu Recep İvedik fenomeni, bakalım bize daha ne gibi komik tipler tanıtacak, daha nice acayip filmler izletecek?” deyu endişeyle beklerken geldi bu Şahin K.‘lı Günah Keçisi.. Gördüm ve ürpererek şahitlik yaptım ki keşke bu arkadaş eski işine devam etseydi de -umarsızca hayallerimi karartan- o ‘denizden gelen yiğit’ resmi, bu şekilde bozulmasaydı..
Recep İvedik‘le karşılaştıracak olursak, aslında, filmlerin kaliteleri açısından ikisi de hemen hemen aynı düzeydeler; ama iş, başrollerini karşılaştırmaya geldiğinde fark oldukça büyüyor.. Şahin K.‘nın -resmen- kabiliyetsizliği yanında, Şahan Gökbakar‘ın oyunculuğu Oscar’lık mertebesinde..
Koskoca Şahin K. yetmezmiş gibi, sanatını hep kibarca icra eden Nuri Alço ile doğrudan olaya giren Tecavüzcü Coşkun gibi iki azılı ırz düşmanını daha -hem de tamamen o eski özelliklerine binaen- kadrosuna katan film, bir de ‘ahlakçılık’ yapmaya ve bu adamlarla kasaba gençlerine centilmenlik öğretmeye kalkışır ki ne desek boş valla..
Bi şekilde elde edilmiş yüksek teknolojik bir kamerayla gerekli-gereksiz ‘slow motion’ sahneler çekip durma görgüsüzlüğünü iyice gözümüze sokan Günah Keçisi‘nde, bütün oyunculukların yerlerde süründüğüne şahit olurken; belki de filmin tek olumlu ya da anlamlı sahnesi, Şahin K.‘nın, kendisinin pornocu kimliğini öğrenerek cephe alan kasabalılara ‘ikiyüzlülük nutuğu’ çekmesiydi ki valla o sırada ben de onun tam arkasındaydım.. Evet evet -yanlış duymadınız- arkasında!
[ Numan Serteli]
Kutsal Damacana: Dracoola Yönetmen: Korhan Bozkurt
Senaryo: Ahmet Yılmaz
Oyuncular: Ersin Korkut, Şahin Irmak, Özge Ulusoy
Yapım: 2011, Türkiye, 92 dk.
Henüz minik bir bebekken kendisini cami avlusunda bulan yavru Sebo (Sebahattin), güvercinlerin ve kumruların yemleriyle beslenip kendi kendini yetiştirmiştir. Aklı başına geldiğinde zengin bir işadamının konağında iş bulan ve kızı Demet’e plâtonik bir aşkla bağlanan Sebo’nun mutluluğu bir anda bozulur. Bir geceyarısı ansızın müştemilâtın kapısı çalınır, gelen efsanevi kan emici Kont Dracula’dır.
Türkiye’nin Scary Movie‘si olmaya soyunan Kutsal Damacana serisi, her devam filmiyle daha da kan kaybediyor. Güvendiğimiz kaynaklardan edindiğimiz bilgi, senenin en kötü filmleri sıralamasında başa güreştiği yönünde. Bizim de öngörümüz böyleydi zaten.