BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Dört filmin görücüye çıktığı bu haftanın en iyisi, Robert Redford'un yönettiği Suikast. Arabalar 2 de animasyon severlerin ilgisini bekliyor. Herkese iyi seyirler...

Ercan Dalkılıç

Bu Hafta Vizyona Giren Filmler (19 Ağustos 2011)

Dört filmin görücüye çıktığı bu haftanın en iyisi, Robert Redford’un yönettiği Suikast. Arabalar 2 de animasyon severlerin ilgisini bekliyor. Herkese iyi seyirler…

İyice rehavete giren vizyon programı bu hafta Arabalar 2 gibi bir filmle gişesini canlandıracağa benziyor. Ancak haftanın filmi, Hollywood sistemi içerisinde belli bir muhalif duruş sergileyebilen Robert Redford’un yönettiği Suikast. Lincoln suikasti sonrasında intikamın değil hukukun tecelli etmesi için savaşan bir avukatın hikayesini aktarırken 11 Eylül sonrası ABD politikalarına ağır bir eleştiri getiren bu filmi özellikle tavsiye ediyoruz. Diğer seçenekler içinde Robert De Niro ve Monica Bellucci gibi iki önemli oyuncunun cazibesini değerlendiremeyen Her Yerde Aşk‘ı bir kenara bırakırsak, Vampir Cehennemi korku severleri memnun edeceğe benziyor. Herkese iyi seyirler…

Arabalar 2
Cars 2

[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: John Lasseter, Brad Lewis

Senaryo: Ben Queen, John Lasseter (hikaye), Brad Lewis (hikaye), Dan Fogelman (hikaye)

Orijinal seslendirme: Owen Wilson, Larry The Cable Guy, Michael Caine, Emily Mortimer, John Turturro

Yapım: 2011, ABD, 106 dk.

İnsanların yerini, canlı ve insanımsı taşıtların aldığı -bir nevi- fantastik dünyada geçen Arabalar serisinin ikincisi, ilk filmin ana kahramanlarını koruyup, onlara yenilerini de ekledikten sonra, hep birlikte ABD dışına çıkıyor..

Başroldeki ünlü yarış arabası Lightning McQueen (Owen Wilson), en yakın arkadaşı olan, paslı, kaputsuz, tek farlı ve dişlek çekici Mater (Larry the Cable Guy) ile diğerlerini, yarış ekibi kontenjanından yanına alarak, dünyanın en hızlı arabasını belirleyecek olan Dünya Şampiyonası’na katılmaya gider.. İtalyan yarış arabası Francesco Bernoulli (John Turturro), McQueen’in en önemli rakibidir.. Etapları üç ayrı ülkede tamamlanacak yarışın asıl önemi, yarış arabalarının, bildiğimiz benzin yerine, doğa dostu olduğu söylenen Allinol adlı, yeni bir yakıtı kullanacak olmalarıdır..

Olayın merkezinde bu yeni yakıtın yer aldığı ve uluslararası haber alma birimlerinin de işin içine karıştığı ve de acımasızca birbirlerine girdiği bir casusluk hikâyesi, Dünya Şampiyonası heyecanına paralel bir şekilde gelişecektir.. İngiliz casus Finn McRoket (Michael Caine) ve stajyer ajan Holley Shifwell (Emily Mortimer), McQueen’e yarış sırasında telsizle yardımcı olması gereken bizim Mater’ı, kılık değiştirmiş Amerikalı gizli ajan zannedince, casusluk macerasının içine o da dahil olur.. Casuslar başta olmak üzre, çevresinde olan biten hemen hemen her şeyden habersiz bir garip taşıt olan Mater, kadın ajan (‘Arabadan kadın’ elbette) Holley’i kendisine aşık olduğu için ilgilendiğini sanmaktadır..

Mater, bu ‘gönül’ meselesine fazla dalınca, yarışı ihmal eder ve sonuçta McQueen, onun hatasıyla ilk etabı kaybetmiş olur.. Bu duruma çok kızan ‘Şimşek’ McQueen, sevgili arkadaşını -haklı olarak- suçlayınca, Mater da takımdan ayrılıp, eve dönmeye karar verir..

Anlaşılacağı üzre, ilk filmin, eskinin güzelliklerine özlem duyan, bol ‘eğitici’ mesajlı, yürek titreten ve nispeten ağır tempolu hâlinden oldukça uzak bu yeni film, duygusallığa tamamen uzak durmasa da âdeta bir aksiyon patlaması içeriyor.. Şu tespit elbette ilk film için de geçerlidir ki bilumum taşıtlar, birer insancasına canlandırılmaya oldukça elverişsiz nesnelerdir.. Hem de tamamen insansız düşünülmüş bir dünyada- böylesine dezavantajlı nesnelerle animasyon işine girişildiği hâlde bu denli başarılı olunması oldukça mühim.. Gerçekle animasyon arasındaki ‘görsel sınırı’ iyice belirsiz bir hâle getiren bu filmi, aksiyon ve maceradan hoşlanan seyirciyi özellikle mest edecek içerik ve kalitede buldum..

Casusuyla, suikast ve sabotajlarıyla ve de sürpriz üzerine sürprizleriyle herhangi bir James Bond filmini bir kaç kere katlayacak niteliği havi Arabalar 2‘yi ilk filmle karşılaştırarak, ‘hiç de olmamış’ şeklinde değerlendirenlere siz kulak asmayın.. İlkine göre, içerik bağlamında bir nebze zayıf kalsa da ‘geleneksel’ Pixar kalitesini yine konuşturan film, esprisi, neşesi bol, ancak şiddeti de kıvamlı aksiyon sahneleriyle -özellikle büyükleri- cezbedecek, iyi bir animasyon..

[ Numan Serteli ]

Her Yerde Aşk
Manuale d’am3re / The Ages of Love

[xrr rating=2.5/5]
Yönetmen: Giovanni Veronesi

Senaryo: Ugo Chiti, Giovanni Veronesi

Oyuncular: Robert De Niro, Monica Bellucci, Riccardo Scamarcio, Michele Placido, Laura Chiatti, Valeria Solarino, Donatella Finocchiaro, Carlo Verdone

Yapım: 2011, İtalya, 125 dk.

Büyük bir şirket, kırsal bir bölgedeki sayfiye kasabasında golf sahası yapmak üzre büyükçe bir araziyi satın almışsa da o bölgenin tam ortasındaki bir çiftliğin sahibi, yerini satmamak için direnmektedir.. Yakışıklı ve taze avukat Roberto (Riccardo Scamarcio)’nun yeni görevi, işte bu inatçı çiftçi ve ailesini satışa ikna etmektir.. Evlilik hazırlıkları yaptığı güzel nişanlısı Sara (Valeria Solarino)’yı kentte bırakarak -cümle ahalisinin can sıkıntısından, kendisini gırgır ve şamataya verdiğine tanık olduğumuz- kasabaya gelen Roberto, saf ve de cahil çiftçiyi ikna etmekte pek zorlanmaz.. Gelgelelim, bu sıcakkanlı kasabalılardan hoşlanan -daha da önemlisi- buranın en güzel, en seksi kızı Micol (Laura Chiatti)’a deli gibi tutulan Roberto -bir türlü- kasabayı bırakıp da şeherdeki sevgilisine dönemez..

Karısı ve kızından oluşan mutlu bir aileye sahip, SSK’dan emekliliğine de fazla bi şey kalmamış, ünlü bir televizyon haber spikeri olan Fabio (Carlo Verdone)’nun, Eliana (Donatella Finocchiaro) adlı kadınla bir partide tanışması, bundan sonraki yaşantısını tamamen değiştirecektir.. Biraz nemfomanyak, fazlasıyla da psikopat bir kadın olan Eliana, çapkınlıkla hiç işi olmayan, karısına sâdık Fabio’yu -ne yapar eder- baştan çıkarır.. Oldukça ‘delice’ başlayıp süren bu kaçamak, Fabio’ya -başlarda- hoş anlar yaşatsa da, kadının gittikçe bir bela hâline gelmesi, ilişkiyi kâbusa çevirir.. Ya bir de aldatılan karısı bu durumdan haberdar olursa?

İtalya’ya -tek başına- gelerek Roma’ya yerleşmiş Amerikalı bir sanat tarihi profesörü olan Adrian (Robert De Niro), burada edindiği ve çok samimi olduğu arkadaşı Augusto (Michele Placido) ve de diğer komşularıyla gayet iyi vakit geçirerek, yaşayıp gitmektedir.. Bu monoton düzen, bir süredir yaşadığı Paris’ten babasının yanına geri dönen, Augusto’nun kızı Viola (Monica Bellucci) nedeniyle sekteye uğrar.. Paris’te iyi bir işi olduğu yalanıyla babasını yıllarca kandıran Viola, aslında, sahnede dikili bir direkle gayet samimi olarak işini icra eden bir striptizcidir.. Bir yanda Robert De Niro, diğer yanda Monica Bellucci olur da, ortada aşk olmaz mı? Hem de öyle bi olur ki, ‘Arkadaş kızıdır, ayıp olmasa bâri?’ falan bile demeden.. Bazıları hafiften dirense de- yaşı, başı, medeni durumu ne olursa olsun, her erkeğin aklının ‘yeni’ bir kadın tarafından çelinmesinin, dünyanın en kolay işlerinden biri olduğunu bize bir kez daha hatırlatan bu filmin meğer İtalya’da bir mâzisi varmış..

2005 yılı yapımı, ilk Manuale D’amore‘nin gişesi iyi olunca bir devam filmi daha çekilmiş ki bu da üçüncüsü olmakta.. Bütün filmlerin yönetmeni de aynı: Giovanni Veronesi..

Aşkın ya da seksin üç farklı hâline -milyonuncu kez de olsa- yeniden bakış atan, ‘eğlenceli’ denebilecek bu romantik komedi, beklenenin aksine birbirleriyle kesişmeyen, hatta -bi ara dener gibi olsa da- teğet bile geçmeyen üç ayrı skeçten oluşuyor.. Ki hâliyle de bu durumdan -ne kadar zorlanırsa zorlansın- sinemasal bir bütünlük çıkamıyor..

‘Küçük kasaba’ insanının vaziyeti ve oluşturulan samimi ortam sebebiyle ilk skeç, eski Yeşilçam filmlerini hatırlatırken; ikincisi, filmin en komik bölümünü oluşturuyor.. Yaşlandıkça yakışıklılığı zirve yapan ender aktörlerden biri olan Robert De Niro‘nun varlığıyla da, en ‘karizmatik’ bölümü üçüncüsü olan filmin, genel olarak vasatı aştığı pek söylenemez..

[ Numan Serteli ]

Suikast
The Conspirator

[xrr rating=4/5]
Yönetmen: Robert Redford

Senaryo: James D. Solomon, Gregory Bernstein (hikaye)

Oyuncular: James McAvoy, Robin Wright, Kevin Kline, Tom Wilkinson, Evan Rachel Wood

Yapım: 2010, ABD, 122 dk.

14 Nisan 1865… Tarihte ilk kez bir Birleşik Devletler Başkanı sukiaste kurban gitti. Dönemin tanınmış aktörlerinden John Wilkes Booth, eşiyle beraber bir oyunu seyreden Başkan Abraham Lincoln’ü öldürdü. Ülke çapında yapılan araştırma sonucunda bu komploya karışanlar çabucak ele geçirildi. Biri dışında: John H. Surratt, Jr. Booth’un arkadaşıydı ve diğer suç ortaklarını annesinin pansiyonuna davet ederek sukiast planlarına ortak olmuştu. Hükümet bu nedenle annesi Mary Surratt’ı komplonun ortağı olmak suçuyla hapse attı. Generallerden oluşan bir komisyon tarafından yargılanan Marry Surratt’ın suçluluğuna davanın en başından karar verilmişti zaten. Avukat Frederick Aiken’ın hukuka uygun ve adil bir yargılama talebi görmezden gelindi. Amaç İç Savaş sonrası huzur arayan, ama Lincoln’ün ölümüyle yas ve öfkeye boğulan ulusu sakinleştirmek, bu travmayı geçmişe gömmekti.

11 Eylül 2001… Yerel saatle 08:46:30 da Amerikan Hava Yolları’na ait kaçırılan bir yolcu uçağı Dünya Ticaret Merkezi Kuzey Kulesi 94.-98. katları arasına kulenin kuzey tarafından çarptı. Bina çarpmadan 102 dakika sonra yıkıldı. Yerel saatle 09:02:59 da ikinci bir uçak Dünya Ticaret Merkezi güney Kulesi 77.-85. katları arasına kulenin güney tarafından çarptı. Bina çarpmadan 56 dakika sonra yıkıldı. Saldırıları El-Kaide örgütü üstlendi. Birleşik Devletler Başkanı George W. Bush, terörizme karşı savaş ilan etti. Önce Afganistan bombalandı. Ardından Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları ürettiği öne sürülerek Irak işgal edildi. Milyonlarca insan öldü, yaralandı, yer değiştirmek zorunda kaldı. Kitle imha silahları hiçbir zaman bulunamadı. Saddam Hüseyin ve El-Kaide örgütünün lideri Usame Bin Ladin öldürüldü. Birleşik Devletler’de Vatanseverlik Yasası ile bazı anayasal haklar askıya alındı.

Aktör olarak ismi efsaneler arasına kazınan Robert Redford‘un sekizinci uzun metraj filmi olan Suikast‘te, hukukun adalet denilen ideali işaret ederek, aslında iktidarın toplumsal düzeni sağlamasına hizmet ettiğini gözler önüne seriyor. Bunu da 11 Eylül sonrası Amerikan politikalarına sürekli göndermeler yaparak, sert eleştiriler getirerek yapıyor. Aradan geçen onca zamana rağmen, hükümetlerin tutum ve davranışları arasında pek bir fark olmadığını gözler önüne seriyor. Örneğin dönemin Savunma Bakanı Edwin Stanton, İç Savaş sonrasında hükümetin politikalarını meşrulaştırmak için medya aracılığıyla sürekli olarak, yenilgiyi kabullenmeyen Güneylilerin şehir sularını zehirleme, bombalama ve cinayet planları içerisinde oldukları mesajını vererek bir korku ve paranoya ortamı yaratmaya çalışıyor. Bunun günümüz ABD’sinde de ne kadar geçerli olduğu herkesin malumu…

Suikast, Frederick Aiken’ın Marry Surratt’ı umutsuzca savunması üzerine kurulu olması nedeniyle bir nevi mahkeme filmi olarak görülebilse de aslında politik bir film. Hikayesinin hukuk eleştirisini beraberinde getirmesi, bu gerçeği arka plana atmamalı. Öte yandan, klasik Hollywood kalıpları içerisinde olsa bile ustalıklı bir dramatizasyon var karşımızda. Buna tanınmış isimlerden müteşekkil oyuncu kadrosu da eşlik edince, eleştirel yönüyle olduğu kadar, seyir keyfiyle de dikkate değer bir film çıkıyor ortaya.

Suikast filminin sonunda insan düşünüyor: Tarih anlamsız bir tekerrürden mi ibaret gerçekten? Yoksa dünyada neleri değiştirmemiz gerektiğini mi tekrar tekrar gösteriyor?

[ Deniz Akhan ]

Vampir Cehennemi
Stake Land

[xrr rating=3/5]
Yönetmen: Jim Mickle

Senaryo: Nick Damici, Jim Mickle

Oyuncular: Connor Paolo, Nick Damici, Kelly McGillis

Yapım: 2010, ABD, 98 dk.

Vampir mitini son dönemde Hollywood öyle bir deformasyona uğrattı ki, vampirler neredeyse birer süpermodel edasıyla salınır oldular şatolarında. Kapitalizmi kutsayan, metayı fetişleştiren ve aşkı romantize ederken cılkını çıkaran ‘Alacakaranlık’vari bu tip örneklerin aksine türün öncülleri tam anlamıyla bir sistem eleştiri üzerine kuruludur aslında. Haftanın yeni filmi Vampir Cehennemi ise saydığımız bu iki akımın biraz dışında; vampir/zombi karışımı yaratıkların dünyayı ele geçirdiği bir dönemi anlatan filme post-apokaliptik bir vampir çeşitlemesi diyebiliriz sanıyorum.

The Omega Man (1971) gibi açılıyor film; Mister (Nick Damici) ‘son adam’ dediğimiz türden yalnız bir vampir avcısı, genç Martin’i (Connor Paolo) yaratıkların elinden kurtarıyor ve ikili yıkık dökük şehirler arasında kuzeye, kurtarılmış topraklara doğru yol almaya başlıyorlar. Hayatta kalmak için Mister’in, yani Mesih’in yardımlarına, yol göstericiliğine ihtiyacı olan Martin arasında Zombieland’de izlediğimiz türden bir usta-çırak ilişkisi kuruluyor böylelikle. Bu sırada ekibimize yolda bir rahibe, gebe bir kadın –ki kadının ismi Belle ve bu da Meryem’e gönderme büyük olasılıkla- ve bir adet de asker dahil oluyor. Bu ekibin her bir üyesi Amerika’nın temel ideolojisinin bir parçasını simgeler gibi. Film söylem olarak biraz çelişkili bana kalırsa; bir yandan 70’lerin muhafazakâr korku filmlerindekine benzer bir şekilde düzeni tekrar tanzim ve koruma için mücadele verilirken, diğer yandan da ‘kardeşlik cemaati’ üzerinden gericiliğe karşı eleştiri getiriliyor.

Vampir Cehennemi, öz olarak pek bir şey vaat etmiyor, dramatik olarak da gayet klişe bir izleğe sahip. Buna rağmen bütün B-tipi filmler gibi belli bir akıcılığa ulaşmayı başarıyor. Biçim olarak da efekt bombardımanına maruz kaldığınız filmlere hiç benzemiyor. Gayet gerçekçi gore unsurları mevcut filmde, üstelik dozu da çok iyi ayarlanmış. Yani Testere (Saw)’vari bir aşırılık asla söz konusu değil. Sömürü sinemasının dilinden uzak duran yönetmen Jim Mickle, Wes Craven’ın eski dönemlerini anımsattı bana fazlasıyla. Bu açıdan değerlendirildiğinde Vampir Cehennemi’nin yeni nesil gerilim filmlerinin arasında kendine özel bir yer edineceğini söylemek mümkün.

[ Ercan Dalkılıç ]

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et