Yeni sezonda ısınma turları devam ediyor. Gerçekten başladığını söyleyemiyorum, çünkü bu hafta vizyona giren 7 filmden sadece ikisi 2010 yapımı. Dağıtımcılarımız neden bu filmleri zamanında vizyona sokamıyor, bilmiyorum. Ancak ekonomik krizin sarsıntısını göz ardı ettiğimizde bilet satışları sürekli artan sinema sektörüne yakışmayan bir durum bu.
ABD hükümeti geçtiğimiz günlerde Irak’ta savaşın bittiğini açıkladı. “Zafer” ibaresinin kullanılmadığı bu açıklamanın altında ise milyonlarca mazlumun acısı yatıyordu. Büyük Oyun‘un başkahramanı Cennet, bunlardan sadece biri. ABD askerlerinin baskını sırasında ailesini kaybediyor önce. Kerkük’teki ağabeyinin yanına gittiğinde mayın patlaması sırasında yaralandığını, Kızılay tarafından Türkiye’deki bir hastaneye sevk edildiğini öğreniyor. Sınırı geçmek için kaçakçılardan yardım alıyor, ama yaşadığı acılar katlanarak çoğalıyor.
Baştan söyleyeyim: Büyük Oyun kötü bir film. İşlediği konunun ciddiyeti ve filmin samimiyeti bunu söylemeyi zorlaştırıyor, ama bir filmi sanatsal bütünlük içinde ve belli bir standardı gözeterek değerlendireceksek başka bir şansımız kalmıyor.
Bana göre filmin başarısızlığının en büyük sebebi yönetmen. Çünkü senaryo (işçilik anlamında) çok incelikli olmasa da, yetkin bir yönetmenin elinde derli toplu ve sağlam bir hale gelebilirdi. Görsel anlatım ise, hele ki ilk filmini çekmeyen bir yönetmen için, çok kötü. Detay çekimlerden genel çekimlere gidiş-gelişler, sanki bir haber programıymış gibi sürekli aktardığı dağ taş manzaraları, şehir görüntüleri vs ile kurguya da yansıyan sorunlar zincirinin ardından takdir edebileceğim tek şey başrol oyuncusu. Ancak saniyede 50 kez titreştirebildiği gözbebekleri ve oyunculuğu için değil, sivilceli yüzü için. Sinema perdesinde gördüğümüz kadın oyuncular genellikle -canlandırdıkları karakter ne olursa olsun- kusursuz ciltleriyle arz-ı endam ettikleri için, Suzan Genç‘in rimele boğulmamış ve doğal yüzünü seyretmek iyi geldi.
Her şeye rağmen, filmin aktardığı güncel gerçekliği atlamamak gerek. Kaplumbağalar da Uçar niteliğinde olsaydı çok memnun olurdum elbette, ama yine de Irak’taki (ve dünyanın diğer yerlerindeki) acılardan hem bireysel hem de toplumsal olarak sorumlu olduğumuzu bir kez daha hatırlamamıza vesile olabilir.
Camino Yönetmen: Javier Fesser
Senaryo: Javier Fesser
Oyuncular: Nerea Camacho, Carme Elias, Mariano Venancio, Manuela Vellés, Lola Casamayor
Yapım: 2008, İspanya, 143 dk
Ölüm karşısında gösterilen metanet yaşamın inkârı anlamına gelmez her zaman. Mesele yaşama nasıl bakıldığında. Eğer fani hayatı bir ceza, bir sınav kağıdı ya da bir cehennem olarak görüyorsanız ölüm de kurtuluşa açılır, sonrasında gelen hiçlik ya da yeni başlangıç sevinçle karşılanır. Nietzsche gibi düşünürler burada yaşama karşı bir ihanet görmüş, bunu körükleyen Hıristiyan ahlakına karşı öfke ve nefret dolu bir savaş yürütmüşlerdir.
Vatikan ya da Kilise, varolduğundan beri müridlerine yaşamı küçümsemelerini, hazzı yok saymalarını öğütlemiş, hatta en güçlü olduğu dönemlerde buna zorlamıştır. Kurumsal olarak etkinliği tarih içinde azalmış olabilir, ama bir kavram olarak her daim ayakta. Özellikle yaklaşık 80 yıl önce Madrid’deki sıradan bir papaz (Jose Maria Escriva de Balaguery Albas, 1902-1975) tarafından kurulan Opus Dei (Tanrının İşi) örgütü, Papa’yı papalık kurumunun da üzerinde, olağanüstü bir kişilik olarak kurgulayarak Kilise’yi eskisinden de güçlü hale getirmeye çalışan bir örgüt. Gücünü ekonomik olarak muazzam seviyeye getirip kısacık ömründe Vatikan’ın en etkili grubu olmayı başardı. Dan Brown‘ın kitaplarını okuyan ya da kitaplarından uyarlanan filmleri seyredenler bu örgütü biraz da olsa tanıma fırsatı bulurlar.
Camino isimli yaşam dolu ve neşeli bir kızın ölümcül hastalığı nedeniyle yaşadıklarını anlatan bir filmi anlatırken bunları neden aktarıyorum? Çünkü Camino kesin sonuna doğru giderken, özellikle annesinin temsil ettiği kaderci anlayış, Opus Dei‘nin öğrettiği Katolik ahlakdan geliyor (Camino’nun anlamı “yol”, Opus Dei‘nin temel kitabının ismi de Camino). Kırmızı elbisesini giyebilmek, sevdiği çocukla dans etmek isteyen Camino, annesi ve rahipler tarafından bir kabullenmeye zorlanıyor, sadece tırnaklarıyla tutunduğu hayattan büsbütün el çekmeye itiliyor. Yaşamın büsbütün inkârı anlamına gelen bu anlayış ve Camino’nun her seferinde kâbusa dönüşen masum rüyaları arasındaki zıtlık, yürek burkan bu hikâyeyi (olumlu manada) iyice bunaltıcı hale getiriyor.
İspanyol yönetmen Javier Fesser‘in bu felsefi meseleyi aktarırken hikâyeyi her daim önde tutan yaklaşımı, bunları dert etmeyen seyircinin bile yüreğine dokunabilmesini sağlıyor. Hassas bünyelerin sinemaya giderken mendillerini unutmamasını tavsiye ederim.
Edebiyat tarihi, eserlerinin takdir edildiğini görmeden ölen yazarlar mezarlığıdır. Hemen hepsi de eserlerinin yok sayılması, anlaşılmaması, bilinmemesi ve hatta aşağılanması karşısında hüzünlenerek tutkularını kağıda dökmeye devam etmek zorunda kalmışlardır (“Neredesin ey okur?” diye yakarıyordu Oğuz Atay). Ancak gazeteci ve aktivist Stieg Larsson‘un durumu oldukça sıradışı: Daha sonra tüm dünyada milyonlarca satacak olan Milenyum Üçlemesi baskıya bile girmeden, henüz 50 yaşında, kalp krizinden vefat etti.
Serinin ilk kitabının orijinal ismi Kadınlardan Nefret Eden Adam anlamına geliyor, ama İngilizce’de The Girl with the Dragon Tattoo olarak basılınca, bizde de Ejderha Dövmeli Kız şeklinde çevirildi.
Üçlemeye ismini veren Milenyum dergisinin editörü Mikael Blomkvist, bir komplo sonucu yalan haber yazmak suçuyla hapse girmek üzeredir (bizde mahkemeye çıkmak için aylarca beklenirken, elin gavuru hapse atmadan önce bile zaman veriyor). Bu sırada seneler önce kaybolan bir kız hakkında özel bir araştırma yapması istenir. Giyimi, tavırları ve davranışlarıyla sıradışı, foroğrafik hafızaya sahip bir hacker olan Lisbeth Salander de ona yardım etmektedir.
Devam filmlerinde açığa çıkan geçmişi nedeniyle vasi denetiminde yaşayan ve bu vasinin tecavüzüne uğrayan, ama her şeyin üstesinden gelen muazzam güçlü bir karakter Lisbeth. Bu nedenle zaten sürükleyici olan dedektiflik motifine ayrıca bir lezzet katıyor. Hikâye anlamında iyice sıkıcılaşan Hollywood’dan lezzetli bir dedektiflik filmi hasreti çekerken, soğuk diyarlardan gelen bu dört dörtlük örneği kaçırmayın. Vizyona oldukça geç girdiği için sinema severlerin çoğu üçlemenin tamamını çoktan hatmetmiş olabilir, ama büyük ekranda seyretmek de ayrı bir keyif.
Son olarak David Fincher‘ın bu üçlemeyi yeniden çekeceğini ve ilk filmin önümüzdeki sene gösterime çıkacağını hatırlatalım.
Hollywood ölçülerine göre oldukça düşük olsa bile, Kevin Smith‘in film bütçeleri artıyor, ama filmlerinin lezzeti de aynı oranda azalıyor. Seviyesiz seks muhabbetleri, çizgi roman geyikleri ile “takılma filmleri” şaheserleri çıkaran bir yönetmenden olgunlaştıkça daha ciddi, daha yetkin filmler yapması beklenebilir, ama Kevin Smith tam tersine daha vasat, kendisini meşhur eden özelliklerinin ancak ufak lezzetlerini barındıran hikâyeler çıkarıyor.
Bire bir tercümesi Zack ve Miri Porno Çekiyor olan film, bu provakatif ismi nedeniyle ABD’de bile sorunlar yaşadı. Dolayısıyla Garip Bir Aşk Öyküsü ismine takılmıyorum (oysa hangi aşk normal ki?).
Aynı evde yaşayan çulsuz Zack ve Miri’nin porno film çekerek para kazanma çabasını anlatan film, potansiyelinin ve bu potansiyeli çok iyi kullanabilecek yönetmenine rağmen seyircide pek bir iz bırakmadan bitiyor. Elbette gülmekten kendinizi alamadığınız sahneler, Kevin Smith lezzeti aldığınız diyaloglar mevcut, ama bir bütün olarak filmi kurtarmaya yetmiyor. Porno olgusunun böylesine çarçur edilmesi de ayrı bir eksiklik.
Bu arada, Kevin Smith‘in son filmi Cop Out çoktan DVD’ye düştü, 2012 de bizim sinemalara gelir herhalde.
Bir zamanlar meşhur bir orkestra şefiyken rejimle ters düşünce kariyeri sonlandırılan Radu Mihaileanu, Bolşoy Filarmoni’ye gelen bir daveti gizlice cevaplandırıp Paris’e gitmeye kalkışıyor. Kendisi gibi müzik kariyeri bitmiş, komünizmin çökmesiyle yaşam savaşına tutuşan 50’den fazla müzisyeni toparlayıp Paris’e gitmek öylesine çılgınca bir plan ki başarılı olmalarına bakmaksızın, merakla izleniyor.
Hayat Treni (Train de vie, 1998) ile tanınan yönetmen Radu Mihaileanu, öğrencilik yıllarında Çavuşevsku rejiminden kaçmış bir Romen. Dolayısıyla komünist rejime yönelik eleştirilerle dolu bir senaryo yazmış. Ancak kapitalizmin getirdiklerine iğne değil, çuvaldızı batırmaktan geri kalmıyor. Enerji sektörünün yarattığı Rus zenginlerini ve kapitalist yaşamın zorluklarını gösteren sahneler bunun göstergesi. Ancak nihayetinde, komünizm dalga geçilecek bir ütopya olarak duruyor.
Filmin en başarılı yanı mizahi dengesi ve kurgusu. Oldukça tempolu, buna rağmen kısacık anlarda kahkahalar, dramlar, durum eleştirileri yaratmayı başarıyor. Özellikle finalde, Çaykovski’nin müziğinde doruğuna çıkan duygusallığı sömürmeden, yine mizahla dengelemeyi başarması da takdire değer. Uzun zamandır seyrettiğim en keyifli film olan Paris’te Son Konser, haftanın en iyi tercihi. İmkânınız varsa kaçırmayın.
Tinker Bell ve Peri Kurtaran
Tinker Bell and the Great Fairy RescueYönetmen: Bradley Raymond
Senaryo: Carolyn Gair, Bob Hilgenberg, Rob Muir, Bradley Raymond
Yapım: 2010, ABD
Haftasonları sabah saatlerinde (genellikle uyuduğum saatler) TV’de Barbie animasyonlarına rastlıyorum. Küçük kız çocuklarının beynini yıkıcı güzellik anlayışı ve aptalca naifliğiyle iğfal eden, tek derdi daha çok oyuncak sattırmak olan bu animasyonların Disney versiyonu diyebiliriz Tinker Bell ve Peri Kurtaran için.
Peter Pan‘ın yaratıcısı J. M. Barrie‘nin kemiklerini sızlatan meraklı ve sinir bozucu Tinker Bell, bilimsel despotizmin esiri bir babanın küçük kızının oyuncak evine hapsoluyor. Arkadaşları Tinker Bell’i kurtarmaya çalışırken, Tinker Bell ve küçük kız arasında sımsıcak bir dostluk bağı oluşuyor.
Filmin altmetnini deşmeye başlarsak tuzla buz olur. Karakter tasarımı Disney’in artık tükenmiş, çağın gerisinde kalmış çizgi animasyonları seviyesinde. Teknik olarak -daha pahalı ve emek harcanmış olsa da- az önce bahsettiğim Barbie filmlerinin sadece bir adım ötesinde. Ama küçük kız çocukları için bunların hiçbiri sorun değil. Dolayısıyla sinemada seyretmek yerine DVD’sini beklemek daha mantıklı. Misafir geldiğinde çocukları bir odaya tıkıp bu filmle oyalamanız mümkün.
M. Night Shyamalan‘dan artık gına geldi. Altıncı His (The Sixth Sense, 1999) çok sürükleyici, şaşırtıcıydı; ama ikinci kez seyredilmesi anlamsız bir filmdi. Ölümsüz (Unbreakable, 2000) filmi benim gibi çizgi roman severlere hitap ediyordu daha çok. Mistik Olay (The Happening, 2008) bütüncül olarak iyi bir filmdi, ama Shyamalan‘ın “olabildiğince az şey söyleyeyim de millet meraklansın, atmosfer olsun” tekniği nedeniyle herkese hitap etmiyordu. Diğer filmleri bana kalırsa görmezden gelinebilir. Ama bana gına getirmesinin sebebi de diğer filmleri zaten.
Şeytan filminde senarist olarak katkısı var Shyamalan‘ın. Yönetmenliği başkasına bıraktığı için olacak, nedir bu gizemin kaynağı diye sordurmuyor film boyunca. Daha başlarda anlıyoruz ki, asansörde mahsur kalmış grubun içinden biri şeytan ve hepsini öldürecek. Karısı ve çocuğu kimliği belirsiz, sarhoş bir sürücü yüzünden ölmüş, bu yüzden inancını kaybetmiş dedektif de onları kurtarmaya çalışıyor (İşaretler filmindeki rahip karakteri hemen aklımıza geliyor, değil mi?)
Bana kalırsa yönetmenler mevcut senaryonun imkânları dahilinde gayet iyi iş çıkarmışlar. Asansörün klostrofobik atmosferini aktarmakta yeterliler. Asansördeki ışığın sönüp ekranın kararması sırasında gerilimi arttırmayı da başarmışlar. Ama en nihayetinde senaryo temeldir. Filmin başlarında “Şeytan kim?” oyunu bir süre oyalıyor, ama daha sonra anlamını kaybediyor, finalde empoze edilen Hıristiyan ahlakı da can sıkıyor. Korku filmlerini seven, vasat örneklerine doymuş biriyseniz zahmet etmenize değmez.