Kimi teknik direktörler yetersiz kadro yüzünden, kimi teknik direktörler ise birbirinden kaliteli oyunculara sahip olduğu için ilk 11’i belirlerken sıkıntı yaşarlar, ama bütün teknik direktörler ikinci durumu yaşamak için can atarlar. 9 filmin vizyona girdiği bu hafta bizim böyle bir lüksümüz yok maalesef. Kendi çapında değerlendirilince iyi diyebileceğimiz filmler mevcut, ama onlar da heyecanlandırmaktan uzak. Türk filmleri ise bildiğiniz gibi; en iyisi bile bitmek bilmeyen senaryo hastalıklarımızdan muzdarip…
Ejderha Dövmeli Kız (Män som hatar kvinnor, 2009) filminde Mikael Blomkvist ile birlikte kadın nefretinin yol açtığı cinayetleri çözen ve tecavüzcü vasisi Bjurman’ın cezasını kezen Lisbeth, bir yıl ortadan kaybolduktan sonra Stokholm’e geri dönüyor. Bir gazeteci, gazetecinin sevgilisi ve bağlantılı bir biçimde Bjurman da öldürülünce Lisbeth baş şüpheli olarak aranmaya başlıyor. İlk olarak başvurdukları Mikael Blomkvist, suç ortağı konumuna düşmeden Lisbeth’e yardım etmeye çalışıyor. Lisbeth de en iyi bildiği yöntemlerle beyaz kadın ticareti kapsamını aşan bu komployu çözmeye uğraşıyor.
Ejderha Dövmeli Kız ile aristokrasi, burjuvazi ve faşizm eleştirisi dolu bir polisiyeye imza atan sosyal demokrat gazeteci Stieg Larsson, devam eden seride hem organize suç örgütleri ile devlet bağlantısını hem de Lisbeth’in gizemli geçmişini açığa çıkaran bir olay örgüsü biçimlendiriyor. Sinema uyarlamasını devralan Daniel Alfredson, aksiyon potansiyelini sonuna kadar zorlamayan, ama devam filmi olarak seyirciyi hayal kırıklığına da uğratmayan bir işe imza atmış. Ejderha Dövmeli Kız‘ı beğenenler bu filmi de illa ki seyretmek isteyeceklerdir zaten.
[Deniz Akhan]
Holly (Katherine Heigl) bir pasta-börek fırını sahibi, işini de ilerletme yolunda gayet çalışkan, yavaş yavaş ‘evde kalma’ yaşına da yaklaşmakta olan hanım hanımcık bir güzel hatundur.. Eric Messer ise (Josh Duhamel), motosiklet tutkunu, şaka yapmakta ve zıpırlıkta rakip tanımayan huyuna karşın, bir basketbol TV’sinin geleceği parlak bir yönetmen yardımcısıdır aynı zamanda..
Karı-koca pozisyonundaki ortak arkadaşlarının girişimiyle birbirlerine tanıştırılmış bu ikilinin daha ilk buluşmaları, başarısızlıkla sonuçlanır.. Gün gelip de arkadaşlarının bebeği olan ‘dünya tatlısı’ Sophie’nin bakımı, bu zıt karakterli kahramanlarımızın üstüne kaldığında, belki aralarında bir şeylerin gelişebilir umudunu neden taşımayalım derim ben..
Başımıza Gelenler!, en azından, senaryosunun gelişmesi için şart olan sürprizine ilginç denebilecek; bu gerçekleştikten sonra da gayet klişe bi şekilde ilerleyen; kötü olmayan ama vasatı da aşamayan bir romantik komedi..
[Numan Serteli]
Çakal Yönetmen: Erhan Kozan
Senaryo: Sertan Telli
Oyuncular: Erkan Can, Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu, Haldun Boysan, Turgay Tanülkü, Damla Sönmez
Yapım: 2010, Türkiye , 90 dk.
Film, bastıramadığı öfkesi, hayata ve başkalarına kızgınlığı, habis mutsuzluğu yüzünden içinde kabaran kötücüllüğüyle –amiyane tabirle psikopatlığıyla– baş etmeye çalışan varoşlu genç Akın’ın hikayesini anlatıyor. Bu acarlığı ve hoyratlığıyla suç dünyasına çekiliyor Akın.
Yönetmen Erhan Kozan’ın Güney Kore sinemasından, özellikle de Acı Tatlı Hayat (A Bitter Sweet Life, 2005) filminden etklendiği gözleniyor filminde. İnce bıyığıyla, saç kesimiyle, bir noktadan itibaren giyimiyle İsmail Hacıoğlu da bu etkilenmenin bir parçası gibi duruyor. Hikâyenin karanlığı çok iyi döşenmiş filme. Üstelik filmin görselliğiyle hikayesi pistte uyum içinde tango yapan bir çift gibiler.
Ancak kanımca kurguyla ilgili sorunları var filmin. Final istediği etkiyi yapamıyor misal. Bazı sahneler gereksiz şekilde uzun. Sanki bir kere daha kurgu masasından geçse daha iyi bir film olabilecekmiş hissi veriyor. İsmail Hacıoğlu‘nun olduğu her sahne filmin çıtasını yükseltiyor. Belki de başka bazı sahnelerin çıtanın altında kalmasını sebebi biraz da bu…
[Landlord ]
Çakallarla Dans Yönetmen: Murat Şeker
Senaryo: Murat Şeker, Ali Tanrıverdi
Oyuncular: Şevket Çoruh, İlker Ayrık, Timur Acar, Murat Akkoyunlu, Tuba Ünsal, Kemal Uçar
Yapım: 2010, Türkiye, 102 dk.
Büyük bir şirketin muhasebecisi olan Servet, gözünü para hırsı bürümüş karısının gazına gelerek, şirketin İnternet hesapları üzerinden hatırı sayılır miktarda bir parayı patronundan çalma plânı yapar. Bu plânın bir parçası da en yakın arkadaşı olan Gökhan’dır. Parayı onun hesabına aktarıp herhangi bir olumsuz durumda suçu onun üzerine yıkacaktır. Diğer iki arkadaşı da bu hain plânın figüranı olacaklardır. Ama unuttuğu iki şey vardır; birincisi, kendisi gibi kurnaz ama saf olan arkadaşları, ikincisi ise; çakallık yapmaya çalışırken zaten çakalların alengirli oyunlarının tam ortasında olmaları.
Hemen her hafta, kötü bir yerli komedi filmiyle karşılaşıyor ve her defasında da “bundan daha kötüsü olamaz” diyorum.. Lakin ben bunu dedikçe, her geçen hafta bir öncekini aratacak kötülükte başka bir filmle karşılaşıyorum ki Çakallarla Dans da bunların son örneği..
Alakasız olaylarla birbirlerine zorla bağlanan sahnelere, sanki ortada müthiş bir alengirli durum varmış havası yaratma çabalarına bakılırsa da ‘dumanlı’ kafayla yazılmış gibi duran saçma sapan bir senaryoya haiz film, belli ki ‘kaba komedi’ denilen güldürü türünü, kabalığın dik alasını yapıp sergilemek olarak algılayan bir zihniyetin ürünü..
[Numan Serteli]
Karanlık Cennet, kaybolan bir cep telefonunun sahibine teslimi ve daha sonrasında gelişen olayları konu alıyor esas olarak. Sıradan birer sevgili olan karakterlerimiz, bu teslimat sırasında bir intihara şahit oluyor. Buradan polisiye sularına doğru açılan filmin bu esrarlı atmosferine bir de Hitchcockyen soğuk-sarışın Audrey (Louise Bourgoin) ekleniyor. Grégoire Leprince-Ringuet’in canlandırdığı ana karakterimiz Gaspard, Audrey’in etkisiyle ‘L’autre monde’ adlı bir bilgisayar oyununu oynamaya başlıyor. Yeni bir kimlik yaratan ve bununla oyuna dahil olan Gaspard için olaylar hiç de umduğu gibi gitmiyor.
Gaspard’ın bilgisayar oyununa dahil olduğu yerler, animasyon olarak kurgulanmış… Karanlık Cennet’te gerçeklik ile alternatif dünya birbirine çok iyi eklemlenmiş, biçim olarak hayli iyi bir çalışma mevcut. Bu filmi Matrix ve Blade Runner’ın başını çektiği Cyberpunk alt-türüne de dahil edebiliriz sanıyorum. Dramatik olarak yeterli gerilimi de sağladığı söylenebilir. Bilimkurgu-polisiye sentezi olan, yer yer animasyonla renklendirilmiş, bilgisayar oyunlarıyla içli dışlı olan yeni nesle daha fazla hitap eden, ama ayrıksı bir deneyim isteyenlerin de gönül rahatlığı ile gidebilecekleri bir film.
[ Ercan Dalkılıç ]
Dedektif Luca, kız arkadaşı Veronica’nın yanına taşınmasına yardım etmiştir. Aynı gün gelen telefon oldukca sıradan bir aramadır. Aşkları taze ve açıktır… Veronica, Luca ile ciddi bir ilişki yaşamaya tanıştıktan çok kısa süre sonra ikna olmuştur. Luca’nın telefonda haberini aldığı cinayet soruşturması da oldukça rutin bir davadır; üniversite öğrencisi genç bir kız öldürülmüştür. Ancak, bu telefonun Luca üzerindeki etkisi zamanla oldukça yıkıcı olmaya başlar. Aslında masum olan kurbanın hayatı, beklenmedik şekilde Luca’nın erotik arzularını, takıntılı ve dayanılmaz bir çekimi ateşler.Soruşturma ilerledikce, Luca, yavaş yavaş gerçeklikle olan bağını yitirmeye başlar. Veronica’ya olan sevgisinden bile şüphe edecek kadar alçak ve ikili bir hayat yaşamaya başlamıştır. Artık kendi müstehcen görüntüleri, yansımaları, fantazilerinden oluşan kabusların acımasızlığı, cinsel eziyet ve zevklerle aklını bozmuştur Luca.
Karanlık sulara düşmek üzeredir, ışıktan uzak… Muamma ve onun yarattığı yıkıma kimsenin olmadığı kadar yakındır.
Basın bülteninden filmin konusunu aktarmak dışında bir şey yapamadığımız bu filmin en dikkat çeken yanı 2006 yapımı olması. Onca zaman sonra gösterime sokulması tamamiyle bir soru işareti…
Sultanın Sırrı Yönetmen: Hakan Şahin
Senaryo: Ömer Erbil
Oyuncular: Mark Dacascos, Emanuel Bettencourt, Sinan Taymin Albayrak, Zeynep Beşerler, Burak Sergen
Yapım: 2010, Türkiye
Marangozlukta ustalığı bilinen Sultan Abdülhamit, Ortadoğu’daki petrol yataklarını gösteren haritaları görünür bir kilidi olmayan, belli bir mekanizma ile açılan sandığa gizler. Sandığın varlığını öğrenen Sion tarikatına mensup bir Amerikalı (Emanuel Bettencourt), Harwardlı profesör kimliği ile bilgi almak için Topkapı Sarayı müze müdürü Hakan’dan (Sinan Taymin Albayrak) yardım ister. Amerikalı ajanın bilmediği şey, Hakan’ın da islami tarikata mensup bir ajan olduğudur. Hakan ve yoldaşı Derviş (Burak Sergen) olayın içyüzünü araştırırken, Hakan’ın yardımcısı (Zeynep Beşerler) ile işi pişiren Amerikalımız, CIA ajanı arkadaşının (Mark Dacascos) da yardımıyla gücünü arttırıyor.
Dan Brown‘a olan hayranlığını bıktırıcı biçimde söze döken film, Dan Brown‘ın onda biri kadar başarılı bir gizem kurgulayabilseydi mevcut seviyesini ona katlardı(!). Öyle çala kalem bir senaryosu var ki haklı olarak sırf İstanbul 2010 ajansından para kazanmak için çevrildiğini düşündürtüyor. Filmin çuvalladığı unsurlara değinmek bile hak etmediği şekilde bahsedilmesine hizmet edecektir. Son üç cümle filmden uzak durmanız gerektiğini anlatmaya yeter sanırım.
[Deniz Akhan]
Teslimiyet Yönetmen: Emre Yalgın
Senaryo: Zeynep Özcan, Emre Yalgın
Oyuncular: Görkem Arslan, Didem Soylu, Seyhan Arman
Yapım: 2010, Türkiye, 96 dk.
Kıyıya köşeye sıkıştırılmış hatta itilmiş kakılmış bir cinsel tercih türünün elemanları olan travestilerin de sığındıkları ve burada fahişelik mesleğini icra ettikleri bir semttir Tarlabaşı.. Aynı sokakta ikamet eden, iki cinsin sınırında tuhaf bir görüntü sunan dört travestinin en gençlerinden Sanem (Didem Soylu), aynı zamanda aşk acısı çeken, sessiz ve çekingen biri olan Gökhan’ın ilgisini çekerken; duyarsızlığın diz boyu olduğu sert ve acımasız günlük yaşantısından kaçmanın yolunu kurduğu hayallerinde bulan Sanem için de Gökhan, belki de onu bu hayattan kurtarabilecek, rüyalarının prensi gibidir adeta.. Belli ki belanın ve dolayısıyla da polisin hiç eksik olmadığı bu dünyada Sanem’in Gökhan’a muhtaç olması neredeyse an meselesidir..
Teslimiyet, ülkenin sosyo-ekonomik şartlarının, fahişelikten başka bir mesleği yapmalarına olanak tanımadığı travestilerin/transseksüellerin, dışardan renkli gibi görünen oysa fazlasıyla acı yüklü, trajik dünyalarına ve bıçak sırtındaki yaşam mücadelelerine oldukça ‘içerden’ ve de samimiyetle bakmaya çalışan bir film.. Bu misyonunu gerçekleştirmeye çalışırken, konusu gereği alabildiğine sert ve gerçekçi olabilen film; özellikle genç transseksüel Sanem’in ve onun erkek dünyasındaki ruh ikizi denebilecek Gökhan’ın öne çıktığı bölümlerde yumuşayıp, romantikleşmeyi de ihmal etmiyor..
Her halinden amatörlük akan bu çalışmayı, her şeyden önce toplumun tam bir ‘kanayan yarası’ muhtevalı ve oldukça netameli mevzusuna cesaretle atılan bir neşter olarak görüyorum.. Yan rollerdeki kimi amatör oyuncuların, misal Deniz Bayramoğlu‘nun adamı sadece filmden değil, hayattan soğutan repliklerine ve kimi yönetim zaaflarına karşın; mütevazı bir film çalışması olarak Teslimiyet’in yaratıcılarının kesinlikle kutlanması gerektiğini düşünüyorum..
[Numan Serteli]
Şenlikname: Bir İstanbul Masalı Yönetmen: İsmail Eren
Senaryo: İsmail Eren
Oyuncular: İlker Yiğen, Ayfer Dönmez, Naci Taşdöğen, Ahmet Mekin, Sümer Tilmaç
Yapım: 2010, Türkiye, 104 dk.
Sarı Vezir’in adamları şenlikler sırasında gösteri yapacak Fişekçi’nin tezgahını sabote eder. Maksat şenliği bozguna uğratarak Sadrazam’ın gözden düşmesini sağlamaktır. Ancak tüm tezgahı ve fişekleri havaya uçan Fişekçi, yeniçerileri atlatıp padişahın biricik kızını rehin alır. Saraydaki kovalamaca sırasında, Fişekçi ve Sultan gizemli bir şekilde ortadan kaybolur. Saraydaki gizli geçidi bulması için getirtilen saatçi kalfası ve Sarı Vezir’in zorba soruşturmasından kaçan iki mehteran, İstanbul’un yeraltı dehlizlerinde amansız bir takibe girişirler.
Memlekette Demokrasi Var filminden bahsederken iyi bir fikrin nasıl da harcandığını söylemiştim. Aynı şey Şenlikname için de geçerli. Prodüksiyon olarak Amerikalı rakipleriyle kesinlikle yarışamayan, ama kendi çapında gayet başarılı olan filmin yeraltı dehlizlerinde geçen sahnelerini seyrederken aklımda sürekli olarak The Goonies (1985) vardı. Tutarsızlıklar ve acemiliklerle dolu hikâye akışı hem çöpe attığı potansiyeli hem de Türk sinemasında onulmaz bir yara olan senaryo problemine katkı sağladığı için hüzün veriyor. İsmail Eren‘in bu üstünkörü senaryosunun sebebi, İstanbul 2010 ajansından parasını almak için zaman sınırlamasına girmesi mi acaba?
[Deniz Akhan]