Dört filmin görücüye çıktığı bu haftada Amerikan filmleri oyuncularıyla öne çıkıyor. Yerli film İncir Reçeli ise isminin lezzetini unutturacak türden. Dolayısıyla Dövüşçü aradan kolayca sıyrılıp haftanın filmi olarak kendini gösteriyor. Özellikle söylem derinliği açısında zaafiyetleri bol bir film, ama en azından anlatımı ve oyunculukları ile vasatı aşıyor ve kendini seyrettiriyor. Herkese iyi seyirler…
Cenaze levazımatçı babasından ve mesleğinden uzaklaşmak için dört yıllık bir rahiplik okuluna kaçan Michael Kovak (Colin O Donoghue), yemin töreninden önce inançsızlığını bahane ederek iman yolundan yırtıp hayatında yeni bir sayfa açma niyetindedir. Ancak kendisinde Tanrının ışığını gören Rahip Matthew’un baskısı (şantajı) yüzünden Roma’daki şeytan çıkarma derslerine katılmak zorunda kalır. Burada da şüpheci itirazlarını sürdürünce egzantirik bir şeytan çıkarma uzamanı olan rahip Lucas Trevant (Anthony Hopkins)’ın yanına havale edilir. İlk başlarda pozitivist yaklaşımından taviz vermeyen Michael, şahit olduğu olaylar karşısında inancını sorgulamaya başlar.
Korku türünde bir milat olan Şeytan (The Exorcist, 1973) filminden pek çok unsuru fütursuzca kullanan Ayin, Katolizm ve din propagandasına dönüşerek bir tekrar olmaktan çıkıyor. Kurgusal bir eserin şeytan tarafından ele geçirilmiş bedenleri göstererek seyirciyi imana getirmeye çalışması komik bir durum tabii, ama bunun için de filmin en başına kallavi bir “Gerçek olaylardan esinlenilmiştir” ibaresi yerleştirilmiş. Peki, seyirci bunu yer mi? Eh, her malın bir alıcısı vardır…
Şeytana Karşı (Ondskan, 2003) filmiyle adını uluslararası çapta duyurup Amerika’ya kapağı attıktan sonra her filmiyle gerileyen Mikael Håfström, tanrı inancı gibi önemli bir konuyu böylesine ucuz bir söylemle aktardığı için kariyerinin dibine vuruyor. Teknik anlamda başarılı ve Anthony Hopkins gibi bir koza sahip, ama ne fayda…
[ Deniz Akhan ]
Dövüşçü
The FighterYönetmen: David O. Russell
Senaryo: Paul Tamasy, Scott Silver, Eric Johnson
Oyuncular: Christian Bale, Mark Wahlberg, Melissa Leo, Amy Adams, Jack McGee
Yapım: 2010, ABD, 115 dk.
Bir zamanlar Sugar Ray ile dövüşmesine rağmen uyuşturucunun pençesinde kıvranan ağabeyi ve antrenörü Dickey (Christian Bale), menajerliğini üstlenen otoriter annesi (Melissa Leo) ve kalabalık kızkardeşler ordusunun içinde orta siklet dünya şampiyonu olmak için çırpınan Mickey Ward’un (Mark Wahlberg) başarı hikayesi…
Bu tür başarı hikayeleri öylesine parlaktır ki asıl önemli unsurları görmemizi engeller. Ama senarist ve yönetmen için bu bir bahane olmamalı. Tıpkı Hırsızlar Şehri (The Town, 2010) filminde olduğu gibi yüzeysel bir kenar mahalle vurgusu var filmin. Sporcuyu yetiştiği çevre içerisine oturtmayı Rocky (1976) bile başarmışken Dövüşçü‘nün bunu sadece bir arka plan olarak kullanması büyük bir zaafiyet. Mickey’in en büyük mücadeleyi kendisini hiçe sayan, kendisi üzerinden kişisel tatmin sağlamaya çalışan ailesinin yanında profesyonel boks organizasyonunun acımasız çarklarına karşı verdiğini düşünürsek buna ilişkin de birşeyler görmek istiyoruz, ama hayır. Diyaloglar arasında geçiştirilmiş serzenişlerden fazlası yok bu filmde.
Peki ne var? İlk filmi Üç Kral (Three Kings, 1999) ile gayet stilize bir yönetmen olduğunu gösteren David O. Russell‘ın Amerikan bağımsız filmlerine yaraşır doğal anlatımı, Christian Bale‘in fazlasıyla teknik ama başarılı tarzına eşlik eden oyunculuklar ile eli yüzü düzgün bir film. Bu kadarı bir filmi beğenmenize yetiyor da artıyorsa Dövüşçü‘yü kaçırmasanız iyi olur. Bahsettiğim zaafiyetleri ciddiye alıyorsanız bu filmin abartıldığı konusunda bana hak vereceksiniz.
[ Deniz Akhan ]
İncir Reçeli Yönetmen: Aytaç Ağırlar
Senaryo: Aytaç Ağırlar
Oyuncular: Sezai Paracıkoğlu, Melike Güner, Barbara Laurens, Sinan Çalışkanoğlu, Selim Akgül, Mustafa Uzunyılmaz
Yapım: 2010, Türkiye
Filmin bende bıraktığı izlenime bakılırsa, ciğerlerinde sigara dumanı, damarlarında da ispirto dolaşan, otuzlu yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim Metin (Sezai Paracıkoğlu), televizyona skeçler yazarak geçimini sağlayan bir âdemoğludur.. Lâkin onun, sinema filmlerine senaryo yazmak ve yazdığı senaryoların da filme çekildiğini görmek gibi bir hayâli vardır.. Yazmak ona göre kolaydır ama yazdığını yapımcılara beğendirmek.. İşte o zordur.. Bir yandan kafayı çeker, bir yandan yazar ama bir türlü beğendiremez.. O da senaryo sayfalarını koparıp koparıp uçaklar yapar, evinin penceresinden dışarıya yollar..
Günler bu minval üzre ve belki de ‘Dünyanın en antipatik arkadaşı’ olan Erol (Sinan Çalışkanoğlu)’un fotograf makinasına poz vererek akıp giderken, her zaman takıldığı barda kendisine askıntı olan sarhoş bir kızı (Melike Güner) isteği üzre, evine götürür.. Sürekli olarak, “Sevişmek yok” biçiminde sayıklayan kızı yatağına yatırır ve centilmen bir erkek olarak, kendisi de kanepeye kıvrılıverir.. Sabah uyanan Metin, misafirinin çoktan çekip gittiğini görmüştür..
Şirinlik muskası olduğu kadar gizemli de olan kızımız, canı istediği zaman ortaya çıkmakta, bizim senarist oğlanla -sevişmeden- cilveleşmektedir.. Kafasına estiği anda da, oraya buraya yapıştırdığı “İncir reçeli iyidir” ya da “Ak akçe kara gün içindir” gibi notlarla mesajlar vererek, ortadan kaybolmaktadır..
Bu arada iyice aşık olduğu bu hatunun Duygu olan adı dışında, hakkında pek de bilgi sahibi olmayan Metin, zamanla bu hususta bilgilendikçe, işlerin daha da karıştığını görecektir..
Yaklaşan Sevgililer Günü’ne özel olarak sipariş edilmiş gibi görünen İncir Reçeli, inandırıcılığını, seyirciye bir an bile geçiremeyen bir romantik dram denemesi.. Oyuncuların -özellikle de Sezai Paracıkoğlu‘nun- kalitesi göz önüne alındığında, buna neden olan ana unsurun senaryo olduğu çok açık.. Zaten ortada önemli ya da özgün denebilecek bir hikâye yokken, bir de bunu -iki sevgilinin ağzından dökülen- büyük büyük lâflarla süsleme çabaları, tahammül sınırını iyice zorlamakta.. Hele -sahne zamanı geldiğinde- dramın gücünü arttırma, mümkünse de göz yaşı döktürme amaçlı o film müziği yok mu! Aman diyeyim!
Koskoca filmden aklımda kalan tek güzel sahne, Sezai Paracıkoğlu‘nun, sigarasını gitarın sapına sıkıştırıp da söylediği Duman adlı şarkıydı.. İşte hepsi bu!
[ Numan Serteli ]
Şampiyon
SecretariatYönetmen: Randall Wallace
Senaryo: Mike Rich, William Nack
Oyuncular: Diane Lane, John Malkovich, Lucien Laurin, James Cromwell, Dylan Walsh
Yapım: 2010, ABD, 116 dk.
Yine gerçek bir başarı hikayesi. Bu sefer kahramanlarımız annesinin ölümü ve babasının hastalığı nedeniyle at çiftliğinin başına geçmek zorunda kalan Penny Chenery (Diane Lane) ve 1973’de Triple Crown yarışını kazanan efsane yarış atı Secretariat.
Şampiyon için tam da Disney‘e yarışır bir aile filmi diyebiliriz: yüksek erdemlerin ardında alabildiğine muhafazakar. Penny Chenery’nin hayatından mücadele, azim, sebat gibi erdemleri beynimize pompalamaya çalışırken, bunun aslında bir rekabet kültürünü beslediğini gizliyor. Ne de olsa onlar yarışlarla bilenen, ölçülen erdemlerin dünyasında bizden daha uzun süredir yaşıyorlar. İçinde yaşadıkları insan topluluğunu, hedeflerine ulaşma yolunda aşmaları gereken rakipler toplamı olarak görüyorlar neredeyse.
Filmin tek kusuru ideolojik kirliliği de değil. Klasik Hollywood anlatım kalıplarının alabildiğine vasat bir biçimde tekrarlamaktan, seyircide duygusal etki yaratmaya niyetlenen yapmacık repliklere yüklenmekten hiç çekinmemiş. Hele zenci seyisin “Seni yenmeye geldim Kentucky!” nidası var ki Yeşilçam telif davası açsa yeridir.
Filmin tek cazibesi Diane Lane ve John Malkovich, ama onlar bile bu filmi kurtarmaya yetmiyor.
[ Deniz Akhan ]