Bu hafta topu topu iki film vizyona giriyor, ama ikisi de yeterince tatmin edici olmaktan uzak. Ancak problem değil; kah prodüksiyonu ile kah oyuncu parıltısı ile kendini satmayı başaran filmler söz konusu. Ticari sinema açısından alan razı, satan razı diyebiliriz. Bize de sadece “İyi seyirler,” demek kalıyor…
Narnia Günlükleri serisinin üçüncü filmi Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu, serinin önceki filmlerini beğenenleri hayal kırıklığına uğratmayacaktır. İçerik anlamında, her filmde başka bir maceranın işlenmesi, yani filmler arası tutucu bir devamlılığın olmaması sebebiyle, serinin önceki filmlerini izlememiş olanların da rahatlıkla izleyebileceği bir film. Serinin bu filminde, Lucy ve Edmund kardeşler, kuzenleri Eustace ile birlikte Narnia sınırlarına dahil oluyorlar ve Prens Caspian ile birlikte kaybolan yedi Narnia Lord’unu bulmak için bir maceraya giriyorlar. Bu macerada elbette onlara engel olmaya çalışan Narnia’nın kötücül güçleri de mevcut. Ancak küçük savaşçılara, maceralarında her zaman olduğu gibi Aslan yardım ediyor.
“Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu” filmi, diğer Narnia Günlükleri filmlerine göre, filmin arka planındaki dini göndermelerin iyice su yüzüne çıktığı, hatta izleyicinin gözüne gözüne sokulduğu bir film olmuş. Filmde, küçük Narnia gönüllülerine yardım eden Aslan, İsa Peygamberi simgeliyordu ilk filmlerden itibaren. Bu filmde, Aslan-İsa özdeşliği artık su götürmez boyutlarda. Öyle ki, filmin bir bölümünde Aslan, kendisinin Dünya’da da bir adı olduğunu ve Lucy, Edmund, Eustace’ın Narnia’daki maceralarının amacının, dünyadaki bu temsiliyetine onları yakınlaştırmak olduğunu söylüyor. Yani filmde asıl amacın, çocukları içine sürüklediği fantastik macera sayesinde, onların inanç dünyasını güçlendirmek olduğu belirtiliyor. Hatta filmin bir bölümünde, inanç olmadan hayatın anlamsız olacağına dair bir söylev de veriliyor. Açıkçası filmin bu söylemi, filmdeki hikayenin çok fazla önüne geçiyor, hatta filmdeki macerayı anlamsızlaştırıyor. Öyle ki, filmin geçtiği dönem İngiltere’sinde, Birinci Dünya Savaşı’na hazırlığı yapılmaktadır. Yani gündelik yaşamda büyük bir sıkıntı yaşanmaktadır. Ama filmin verdiği mesaja göre, önemli olan Aslan’ın diyarındaki yaşamdır, yani Ahiret’tir. Dünya üzerinde yaşanan bütün sıkıntılar, insanları Ahiret’e hazırlamaktadır. Dünya’daki sınavları geçenler, yani inançlarına sıkı sıkıya bağlı olanlar, Aslan’ın ülkesine alınarak, yani Cennet’e giderek ödüllendirilecektir.
Açıkçası bu kadar aleni dini propagandadan sonra, o dev su yılanlı, ejderhalı, büyülü kılıçlardan, içine giren elementi altına dönüştüren sıvılardan, insanları yutan o kötücül sisten oluşan maceranın hiçbir çekiciliği kalmıyor. Ama bütün bunlara rağmen, belki filmden keyif alabilmek mümkündür, ama ben bu “Mümkünlü”ye giremedim ne yazık ki. Ha, şunu da belirteyim, filmin hem Türkçe Dublajlı, hem de Türkçe Altyazılı versiyonunu izleme imkanı buldum. Türkçe Dublajlı film izlemeyi zaten sevmem ama, bu filmdeki dublaj daha da kötü geldi bana, öyle ki altyazılı versiyonuna göre daha az keyif aldım filmden.
(Turgay Özçelik)
2005 yapımı Anthony Zimmer filmi; mekan ve romantizmi ile Avrupai, aksiyon ve sürpriz sonu ile Amerikanvari bir thriller idi. Sophie Marceau‘nun filmin sürükleyiciliğine olan katkısı da göz ardı edilemezdi. Amerikalıların bu “gizli” hazineye el atması şaşırtıcı değil. Asıl sorun belki de bu: artık şaşırmıyoruz.
Bir başka dikkat çekici husus, bir Avrupa filminin Amerikalılarca gerçekleştirilen yeniden çevrimini Avrupalı bir yönetmenin yönetmesi. Küreselleşmenin nimetleri(?).
Filmin konusuna gelelim: Bir mafya liderinden milyarlarca dolar çalan Alexander Pearce, bütün aramalara rağmen saklanmayı başarmış, pahalı bir estetik ameliyat sayesinde yüzünü değiştirmiştir. Sürekli gözetlenen sevgilisi Elise, Alexander’dan aldığı bir mektup üzerine Venedik’e trenle giderken sıradan bir yolcu olan Frank’e yanaşır. Mafya ve Interpol tarafından Alexander olduğu düşünülen Frank, her şeyden habersiz, Elise’nin aşkına kendini bırakır. Venedik şehrinin bütün güzelliğine rağmen, rüyadan uyanması kısa sürecektir.
Johnny Depp ve Angelina Jolie gibi iki büyük starın Avrupa’da geçen bir aksiyonda bir araya gelmesi seyirci açısından bolca keyif vaat ediyor, ama bütün akıcılığına rağmen vasatı aşamayan bir film söz konusu. Aslen Anthony Zimmer filmi de kendi çapında başarılı bir filmdi, o kadar. Ama Turist bu seviyeyi de yakalayamıyor.
Beni en çok rahatsız eden şey, Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen, 2006) gibi leziz bir politik dramaya imza atmış von Donnersmarck‘ın, filmin mekanı olan Avrupa’ya Amerikan gözlükleriyle bakma seviyesine düşmesi oldu. Adı gibi turistik bir Venedik macerası yerine Amerika’da geçen bir hikaye aktarsaydı çok daha kişilikli bir tavır sergilerdi.
Filmin en çok yatırım yaptığı sürpriz final ise geriye dönüp bakıldığında tutarsızlıklar ve mantıksızlıklara dayanıyor. Üstelik Anthony Zimmer‘i önceden izlemiş benim gibi seyircilere de hiçbir yeni tat sunamıyor.
Filmin asıl satmaya çalıştığı şey başroldeki iki starın cazibesi ve karizması. Seyircinin bu filme gitmesi için yeterli bir neden gibi görünüyor.
Öyle mi gerçekten?
(Deniz Akhan)