Bu hafta giriş yazısı yazmakta çok zorlandık, basbayağı tıkandık. Hazır günlerden de 1 Nisan, o zaman bu haliyle bırakalım dedik. Haftanın filmi ise hiçbirimizin izlemediği Meş (Yürüyüş). Herkese iyi seyirler…
Stieg Larsson’un milyonlar satan kitabından uyarlanan bu filmde; Lisbeth Salander kafasında bir kurşunla bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde yatmaktadır. İyileşir iyileşmez de kendisini doğrudan hapse yollayacak, üç cinayetten yargılanacağı duruşmaya götürülecektir. Davasını hayatı pahasına savunan Salander, gazeteci Mikael Blomkvist’in de yardımıyla masumiyetini kanıtlamaya ve kendine acı çektiren sistemin mimarı olan derin devletin sırlarını ortaya çıkarmaya çalışacaktır.
Atlıkarınca Yönetmen: İlksen Başarır
Senaryo: Mert Fırat, İlksen Başarır
Oyuncular: Mert Fırat, Nergis Öztürk, Sema Çeyrekbaşı, Sercan Badur, Zeynep Oral
Yapım: 2010, Türkiye
47. Altın Portakal Film Festivali‘nde seyrettiğim ve beğendiğim filmlerden biriydi İlksen Başarır’ın yönettiği Atlıkarınca. Önceki filmleri Başka Dilde Aşk’ta olduğu gibi senaryoyu birlikte yazdıkları Mert Fırat yine başroldeydi. Ensest gibi bıçak sırtı bir konuya odaklanıyordu film. İki genç sinemacının bu kolayca ajite edilebilecek, popülistlik ya da gişe uğruna toplumun duygularının suitimal ve dahi provoke edilmesine vesile olabilecek konuyu, son derece sağduyulu, vicdanlı ve dürüst şekilde; yüzeysel didaktizm ya da ucuz ahlak dersi vermeden işlemeleri karşısında etkilendim öncelikle. “İster yönetmen ister oyuncu, kim, ne, neci olursan ol, önce insan ol” düsturuma çok yakıştırdığım bir ikili artık Fırat ve Başarır. Bu yaklaşımları sinemalarının da değer kazanmasına yol açıyor elbette. Filmdeki oyunculuk performanslarının da başarılı olduğunun altını çizmek isterim.
Amma ve lakin filmin kurgusal anlamda sıkıntıları vardı. Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun izinden gidilerek hikayenin sonu zamanda ileri geri atlamalar yapılarak getirilmeye çalışılmış, ama bu kurgusal numara tam kotarılamamıştı. Hikaye akışının aksaması, seyircinin dikkatinin dağılması, dolayısıyla katarsis’in etkisinin nispeten azalmasına yol açıyordu bu durum. Filmin vizyona çıkan versiyonunda kurguda revizyona gidildiği söylendi. Filmin yeni halini izleyemediğim için bu revizyonun sözünü ettiğim sıkıntıları bertaraf edip etmediğini bilemiyorum. İkinci sıkıntı ise kullanılan kimi simgesel imajların filmin genel dokusu ve gerçekliği içersinde sırıtmasıydı.
[ Landlord ]
Kendisini canlandıran aktörün adını gördüğünüzde siz de bana hak vereceksiniz ki- karizmatik ve yakışıklı bir adam olan Mickey Haller (Matthew McConaughey), Los Angeles caddelerinde mekik dokuduğu Lincoln marka arabasının arka koltuğundan işlerini halleden bir ceza avukatıdır..
İşinin ehli bir şoförün kullandığı, NTGUİLTY yazılı ‘mânidar plâkalı’ Lincoln -kendi çapında- mesaj verirken, Mick de, özel dedektifi Frank (William H. Macy)’in önemli katkılarıyla ve bâzı kendine has usuller veya -küçük rüşvetler gibi- bâzı genel yöntemlerle, davaları genellikle kazanmaktadır..
Burnu havada- genel avukat tavrından oldukça uzak ama sokağa yakın -biraz da işi icabı- Cehennem Melekleri gibi, hafiften suça bulaşmış tayfalarla da sağlam ilişkileri bulunan Mick, ilk bakışta, fırsatları kaçırmayan bir paragöz imajı çizse de aslında o, adalet dünyasındaki adaletsizliklerin ve yanlışlıkların farkında, vicdanının sesine duyarlı, yüreği temiz biridir..
İşi dışında tüm dünyası, bir kaç arkadaşı ve ayrı yaşasa da ilişkisini sürdürdüğü, biricik kızının da annesi Maggie (Marisa Tomei)’den ibaret olan kahramanımızın bu kez önüne gelen dava, hayatının da fırsatı gibidir.. Zengin bir ailenin yakışıklı oğlu Louis Roulet (Ryan Phillippe), bir kadına tecâvüz ve darptan dolayı suçlanmaktadır.. Oğlanın annesi Mary Windsor (Frances Fisher), biricik evlâdını beraat ettirmesi karşılığında, Mick’e istediği miktarda parayı ödemeye hazırdır..
İlk bakışta -yakışıklı avukatımızın yeteneklerini de düşününce- epey kolay ve bol paralı bir iş özelliği gösteren bu dava, giderek çetrefilleşerek, tehlikeli bir hâle gelecektir.. Hem ailesinin ve arkadaşlarının, hem de kendisinin can güvenliğini tehdit ederek, kâbusa dönüşen bu dava, avukat Mickey Haller açısından artık bir yaşam sınavından başka bir şey değildir..
Altın Kitaplar tarafından, Güneşin Karanlığında adıyla ülkemizde de yayınlanan, Michael Connelly’nin romanından uyarlanan film, ilginç mahkeme sahneleriyle de süslü, bir polisiye drama..
Yönetmen Brad Furman -DVD dışında gösterim şansı bulamayan- 2007 tarihli ilk filmi The Take‘den sonra yaptığı bu filmiyle, sinemadan pekâla anladığını ve bu işte kalıcı da olabileceğini, dosta-düşmana gösteriyor..
Soyadını doğru telaffuz edene ödül verilmesi gereken aktörlerden Matthew McConaughey‘i, romantik komedi filmlerinin aranan oyuncusu olarak tanıyoruz.. Onun, oldukça zorlayıcı bu role, başarılı bir şekilde uyum sağladığı görülürken, diğer rolleri paylaşanlar da filmin gücüne güç katıyorlar..
Bu türün -olmazsa olmaz- bir klasiği olarak, beklenmedik, şok edici gelişmeleri, yerinde ve dozajında kullanarak, seyircinin ilgisini ve de zihinsel faaliyetini hep canlı tutmayı başaran Güneşin Karanlığında –Arı Kovanına Çomak Sokan Kız ile birlikte- bu haftanın ilgiyi hak eden ikinci filmi..
[ Numan Serteli ]
Deli Dumrul (Emir Benderlioğlu), İstanbul’un Kurtlar Kuşlar Alemine meydan okumuş ve oyuna getirilerek hapse düşmüştür.
İçerde hayatının zindana döneceğini düşünürken, ruh dünyasında derin tesirler meydana getirecek olan gönül erlerinden İhsan Bey (Bulut Aras) ile tanışır. Hapiste Dumrul ile İhsan Bey’in en has talebesi ve manevi evladı Alperen (Orhan Bıyıklı) arasında sıkı bir dostluk başlar. Deli Dumrul’u, gönül eri İhsan Bey’i ve yiğitlik timsali Alperen’i uğradıkları iftiralardan aklayıp kurtaracak kişi ise Başkomiser Semih (Mesut Çakarlı) ve Komiser Zeynep’tir (Ceren Benderlioğlu).
Önce İhsan Bey ve Alperen, ardından da Deli Dumrul aklanarak tahliye olur. Yalana, dolana, talana, hırsıza, arsıza, yolsuza, laine ve haine.. ve de cümle haşerata HOP DEDİK! diyen Deli Dumrul artık özgürdür…
Sık ormanlarla çevrili bir dağ köyü olan Daggerhorn’un halkı, onlarca yıl boyunca her dolunayda ortaya çıkan bir kurt adamın kronik korkusunu yaşamaktadır..
Köylüler, bu canavarın iştahını kesmek ve böylece kendi canlarını korumak üzre her ay evcil bir hayvanı ona sunmaktadır.. Fakat, kan renginde ortaya çıkan bir dolunayın olduğu gece, iyice gözü dönmüş kurt adamı hayvan kurban ederek kandırabilmek mümkün olamaz.. Canavar, filmin kırmızı başlıklı kızı olan, güzel Valerie (Amanda Seyfried)’nin ablasını, kurban olarak seçmiştir..
Bu arada Valerie’nin asıl derdine geçsek, iyi olacak galiba.. Genç kız, köyün en yakışıklısı olduğu kadar, en fakiri de olan, oduncu Peter (Shiloh Fernandez)’e âşık olup, gözü bir başkasını görmemektedir.. Hâl böyleyken, güzel kızlarının istikbâlini düşünen annesi (Virginia Madsen) ve babası (Billy Burke) Valerie’yi, köyün zengin ailelerinden birinin oğlu olan Henry (Max Irons) ile evlendirmek istemektedir..
Birbirlerini seven genç âşıklar, önlerine çıkan bu engeli aşmanın çarelerini ararken, kurt adam mağduru köy ahâlisi de can derdine düşmüştür.. Sonunda, paraya kıyan köylüler, kerameti kendinden menkul ama havası binbeşyüz olan, kurt adam avcısı Peder Solomon (Gary Oldman)’u köye çağırmaya karar verirler..
Her ünlü masal kahramanı gibi fantezi çizimlere falan konu olarak, zaman içinde seksileşen, hatta porno filmi bile yapılan Kırmızı Başlıklı Kız‘ın bu ‘sıcak’ gelişiminden, filmin senaristinin de ilham aldığını tahmin etmek mümkün..
Yönetmen Catherine Hardwicke‘i, vampirli ve kurt adamlı ‘romantik fantezi’ türünden bir film olan, ‘ünlü’ Twilight‘ın yönetmeni olarak tanıyoruz.. O film sonrası, yönetmenin, masaldaki bin yıllık kurdu, kurt adama dönüştürmesi, masumiyet timsali Kırmızı Başlıklı Kız‘a da sık sık ‘French kiss’ yaptırması zor olmamıştır sanırım..
Büyük ihtimal, elindeki senaryonun -nispeten- sağlamlığıyla, Twilight‘la hiç de kötü denemeyecek bir iş çıkaran Bayan Hardwicke‘in, doğru dürüst konusu bile olmayan bir çocuk masalını zorlayarak, başarıyı yakalaması zaten mucize olurdu.. Ki bu mucize, filmin tek bir anında bile gerçekleşmiyor..
Son tahlilde, yapılan değişikliklerle ortaya konan bu şeye, fantastik olamadığı gibi, masalsı özelliği de pek kalmamış, kötü bir film denemesi denebilir..
[ Numan Serteli ]
Filmin hikâyesi, 12 Eylül 1980 darbesinin derinden etkilediği Mardin’in Nusaybin ilçesinde geçiyor. Darbe zaman zaman fonda hissedilirken, bazen de hayatın tam orta yerinde görülüyor.
Cengo ile birlikte kalabalık bir grup çocukla tanışıp arkadaş olan Xelilo, kısa bir süre için de olsa, dışlandığı, öfkelendiği, önemsenmediği dünyadan uzaklaşır. Xelilo’nun arkadaşlarının kimi babasız kalır, kiminin ailesi ilçeyi terk eder, kiminin yakınları gözaltına alınıp bilinmeyen yerlere götürülür. Xelilo, ağzında rast gele birilerinden aldığı sigarası ile sessiz protestosunu sürdürmektedir…