Bazı isimler vardır ki beyazperdeye hak ettiği şekilde yansıtılmayacaksa hiç yansıtılmamasını yeğleriz. Efsanevi İngiliz rock grubu Queen ve onun ikonik solisti Freddie Mercury şüphesiz bu isimlerden biridir. İşte bu yüzden Bohemian Rhapsody (2018) projesi ilk duyurulduğunda hepimizin, özellikle de otuzlarının sonunda kırklarının başında olan jenerasyonun yüreği pırpır etti. Acaba onlarca yıla damgasını vurmuş, şarkı sözlerini ezbere bildiğimiz sıra dışı bir rock müzik grubunun ve onun gay ikonu haline gelmiş, tabu deviren solistinin yıllar süren macerası peliküle hakkıyla aktarılabilecek miydi?
Projenin yönetmen koltuğuna, The Usual Suspects gibi 90’lı yılların en çarpıcı filmlerinden birini ortaya koymuş daha sonra da hiç fena olmayan ana akım filmlere imza atmış Bryan Singer oturduğunda içimize biraz su serpildi. Gelgelelim daha senaryo aşamasında yaşanan anlaşmazlıklar, Mercury’nin filmin ilk yarısında ölmesi ve filmin geri kalanının bir Queen serüveni olarak devam etmesi yönündeki ısrarlar, daha sonra bu yanlıştan dönülse de Freddie Mercury’e hayat vermesi için düşünülen ilk isim olan Sacha Baron Cohen’i projeden kaçırdı. Mercury rolü, Mr.Robot ile tanıdığımız Rami Malik’e emanet edildi ve epey uzun süren bir yapım sürecinin ardından Bohemian Rhapsody nihayet sinemaseverlerle buluştu.
Özetle söyleyecek olursak, hikayesini anlatmaya Freddie Mercury’nin henüz Farrokh Bulsara olduğu yıllarla başlayan film, son derece demode ve tahmin edilebilir adımlarlaMercury’nin gruba dahil olmasının ardından Queen’in hızla zirveye tırmanışını, şöhretten başı dönen yıldızın kendini marjinal partilere, uyuşturucu ve alkole verip dostlarından uzaklaşmasını anlatıp, Mercury’nin yaşadığı pişmanlık sonrası grubun yeniden buluşması ve epik bir konser sahnesi ile sona eriyor. Tüm bu aşamalar grubun unutulmaz parçaları eşliğinde izletilse ve Queen fanlarının gönlünü çelse de bu kadar iddialı bir işin altına giren ekibin hiç risk almadan defalarca uygulanmış bir yöntemi tercih etmesi oldukça hayal kırıcı. Yönetmenin, filmde grup ve yapımcı arasında yaşanan tartışmada yapımcı Ray Foster’ın “formüller işe yarar, formülleri severiz” sözlerine direnen Mercury’nin aksine bu demode formüle teslim olması belki de filmin en büyük handikabı. Yönetmen Bryan Singer’ın sudan sebeplerle defalarca çekimlere ara vererek kendini sabote etmesi ve sonunda koltuğu Dexter Fletcher’a terk etmek zorunda kalması da uyguladığı bu formüle inancını kaybetmesinden midir bilinmez ama formülün filmi sinema tarihinin unutulmazları arasına yerleştirmeye yetmeyeceği kesin.
Bohemian Rhapsody’nin bir diğer handikabı ise Freddie Mercury’nin en çok öne çıkan yanı olan cinsel kimliğini neredeyse yok sayması. Yapımcının, filmin yaş sınırını düşük tutmak için böyle bir tercih yaptığını düşünecek olsak bile Mercury’nin filmde eşcinselliğinin bu denli geç farkına varması ve bunun da bir “kamyoncu” klişesiyle anlatılması kabul edilebilir gibi değil. Filmin yurtdışında bu kadar sert eleştiriler almasını ve LGBTİ camiasının şimşeklerini üzerine çekmesini bu yok saymaya bağlamak mümkün. Diğer yandan filmin AIDS hastası olan Mercury’nin hastalığını ve ıstıraplı ölüm sürecini ajite ederek seyirciyi ağlatmaya oynamaması takdire değer.
Projenin en gösterişli ve en çok emek harcanmış bölümü ise finaldeki epik konser sahnesi. Queen’in 1985’deki Live Aid konserinde gerçekleştirdiği efsanevi performans filme kusursuz bir şekilde uyarlanmış. Muazzam detaylarla ilmek ilmek işlenmiş konser sahnesi, sinema koltuğunda oturan izleyicinin kendisini Wembley Stadyumu’ndaki coşkulu seyirciler arasında hissetmesini sağlıyor. Bunda en büyük paysa tartışmasız tüm müzikli sahnelerde bizi alıp götüren başarılı ses tasarımının.
Bohemian Rhapsody’nin bir diğer artısı ise filmin büyük bölümünü tek başına sırtlayıp götüren Rami Malek’in performansı. Malek, hem geçirdiği fiziksel değişim hem de Mercury’i hakkıyla canlandırmak için ortaya koyduğu çaba ile yılın önemli performanslarından birine imza atmış. Ancak yine de film boyunca acaba bu rolde Sacha Baron Cohen olsa nasıl olurdu diye sormadan edemiyoruz.
Sonuç olarak izlemeye değer, grubun fanları için duygusal dokunuşları olan fakat kısa sürede unutulmaya mahkûm demode bir iş olmuş. Keşke yapımcı ve yönetmen böylesi bir efsaneyi beyazperdeye yansıtırken birazcık risk almaya cesaret edebilseymiş.