Bir Şehir: Barselona
En son Vicky Cristina Barcelona filminde, Cehennem’e giriş sırasında ter döken bir günahkârın, Cennet’ine çoktan kavuşmuş bir mümini -bi şekilde- dikizlermiş gibi, kıskançlıkla, ağzımın suları aka aka izlemiştim Javier Bardem‘i.. Scarlett Johansson ve Penelope Cruz adlı hurilerin arasında kendinden geçmiş gibiydi.. Onlara layıkıyla mekânlık yapan, şol cennetten bir köşe misâli Barselona da bir başka güzeldi tabii..
O filmdeki Bardem, çapkınlığın kitabını yazmış da tefrika bile eylemiş hâliyle, fazlasıyla karizmatik duran bir ressam olan José’yi canlandırıyordu.. Biutiful‘da ise, paçasına yapışarak, kendisini yere çalmaya yemin etmiş fukaralığını ve amansız hastalığını, sürekli tekmeleyerek ayakta durmaya çalışan bir garip adamı, Uxbal’ı ete kemiğe büründürüyor..
Kuşkusuz ki Uxbal’ın Barselona’sı da aynen kendisine ve yaşantısına denk düşmektedir.. Işıltılı şehir merkezine uzaktan bakan; yoksulluk kokusunu buram buram yayan sokaklarıyla ya da fakirliğini, pisliğini, hastalığını ve adaletsizliğini, orospu makyajıyla gizlemeye çalışan semtleriyle, aynı Barselona’nın, karanlıkta kalan öbür yüzüdür buraları..
Şu da çok açık fark ediliyor ki: Ha, bir kıtanın en batısındaki Barselona; ha, en doğusundaki bizim İstanbul!
Bir Adam: Uxbal
Her mânâda ‘problemli’ karısından ayrılmış, biri kız, diğeri erkek, iki küçük çocuğuyla, yoksulların yaşadığı bir semtin, köhne ve küçücük apartman dairesine sığışmış bir adamdır Uxbal (Javier Bardem).. İspanya’ya kaçak olarak, başta deniz yoluyla olmak üzre, telef olmadan girebilmiş insanlara yönelik, bir nevi ‘yasa dışı iş ve işçi bulma kurumu’ görevini icra etmekle geçinen Uxbal, iş ortaklığını, ağbisi Tito (Eduard Fernández)’yla, rüşvetle kurulmuş iş birliğini ise, bu gibi adamları engellemek için devletten maaş alan polisle yapmıştır..
Adamımız, Afrikalılara işportada mal sattırarak, Çinli ve bilumum Uzakdoğuluları da inşaat ve de tekstil sektöründe faaliyet gösteren ‘sömürgen’ patronlara amele yaparak yolunu bulmakta; hemen farkedilen ‘insani’ tarafıyla da, ağbisinden ve benzerlerinden ayrılmaktadır..
Yaptığı ‘boktan’ işe tamamen tezat duran, hassas, âdil, sevecen hatta ruhani denebilecek bu özellik, Uxbal’ın çevresinde ‘yarı geçirgen’ bir zırh oluşturmuş gibidir.. Belki de bu duyarlılık zırhının, ‘mecburen’ bulaştığı bilumum yasa dışı işlerin, üzerine sıçrattığı pisliklerden kendini uzak tutabildiğini de sanmakta ve bu sanının etkisiyle de gerçeğin zehrine karşı direncini sürdürebilmektedir..
O -besbelli ki- bulunduğu ortamın adamı değildir, kerhen yaptığı bu pis iş, ayakta kalmak ve çocuklarını hayatta tutmak için bir zarurettir.. Ona, yapacak daha yasal ya da ‘namuslu’ bir iş verilmemiş, bırakılmamıştır ki..
Yasal ve namuslu mu? Uxbal’ın bir numaralı düşmanı olacağı halde ondan düzenli olarak rüşvet alarak, maaşına katkı sağlayan polis gibi mi mesela? Bir başka deyişle, kaçımız yüklendiği ‘yasal’ işini namusuyla yapıyor ki?
Nedeni, hayatın kahredici gerçeğine, gerçeğin de zehrine daha fazla dayanamadığından mıdır? Bilinmez.. Lâkin ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüş bu genç adam, erken gelen bu sona hiç de hazır değildir..
Aslında ölüm o kadar da katlanılmaz bi şey değildir.. Zor olan, geride bırakacağı sevdikleridir.. Küçücük iki yavrusunu -giderken- emanet edebileceği hiç kimsesi yoktur.. Çocuklarının anası olacak o zavallı kadın da bu kimselere dahildir!
Bir Kadın: Marambra
Sevişerek evlendiği kocasıyla ve canından çok sevdiği çocuklarıyla birlikte yaşayamayacak kadar psikolojik sorunlarla boğuşan Marambra (Maricel Álvarez), apayrı bir trajedinin öznesi, ufarak bir kadındır.. Hasta ruhuna, uyuşturucuyu falan da katık etmiş bu ‘düşkün’ kadın, her ne kadar Uxbal’ın gözünden bir daha ayağa kalkamayacak denli düşmüşse de ‘denize düşen yılana sarılır’ misâline çaresizce bağlanan adam -kırık bir umutla da olsa- çocuklarıyla, annelerini yeniden bir araya getirmeyi dener..
Ne yazık ki hayallerin gerçek olması, şu hayatta pek de rastlanan bir şey değildir.. Marambra’nın da içtenlikle arzuladığı ‘değişim’ isteği, gerçekleri değiştirmeye yetmeyecek; o, bu son sınavdan da başarısızlıkla çıkacaktır..
Bir Kısa Tespit
Biutiful, karakterleriyle aynı dünyayı soluyan biz ‘ortalama’ insanlara, onların yaşantısı gibi boktan bir hayatın içinde debelendiğimiz gerçeğini -unuttuysak eğer- hatırlatmak ister gibidir.. Kâbuslarımız bir kenara- hayallerimiz ya da rüyalarımız dışında kalan her şeyin sıkıcı, zor, pis, anlamsız ve ölümlü olduğu gerçeğini..
Öyleyse Netice: Bilmem!
Âlakasız gibi duran hayatları kesiştirmede usta ya da en azından teğet geçen dünyaları kafadan tokuşturmada mâhir Alejandro González Iñárritu‘nun bu filmde yapmadığını -kafama göre- ben deneyeyim; şu yeni filmini, mümkün olduğu kadar elemanlarına ayırayım da öyle seyrine bakayım dedim.. Ama ne boş bir çaba!
Benimki elbette, pis bi can sıkıntısından kaynaklanıyor.. Niyetim, her hafta her hafta, aynı şeyleri tekrarlıyormuşum gibi gelen, o asitimsi, yıpratıcı duygudan kaçabilmek.. Yoksa, bir filmi elemanlarına ayırmanın, bir hayatı paramparça etmekten ve bir atomu parçalamaktan hiçbir farkı yok ki.. Bir bütünken anlamlı, daha doğrusu vâr olan bir filmi, bir hayatı, bir unsuru parçalarına ayırmaya kalkışmak ne mânâsız bir girişim.. Sonuçta istediğin şey, yok edici bir gücün açığa çıkmasıysa eğer, o başka!.
Hem, kimi kimden, hangi şeyi diğerinden ayırabilirsin ki? Bir tozu dağından, bir insanı diğer insandan, onu da bir şehirden, şehri memleketten, kıtaları dünyadan, onu da evrenden ayırmayı başaracağını mı sanıyorsun?. Bir’i bütünden ayıramazsın!
Bu yaklaşımı çok mu iyimser ya da ruhani buldun canım? Daha ‘gerçekçi’ olmamı mı istiyorsun? Buyur: Yerlinin de yabancının da, polisin de hırsızın da, güzelin de çirkinin de, avın da avcının da, masumun da zalimin de aynı bokun soyundan geldiğini düşün öyleyse.. Şu insanı, salt ‘yaratık’ haliyle tanı! Biraz rahatlar da huzura erersin belki.. Hiç belli olmaz!
Öte yandan, yönetmenin önceki her filminde hep yaptığı, anlatmaya çalıştığı da buydu aslında: Şöyle bir uzaktan bakışla, bir başkası olarak gördüğünün, aslında senin ‘evvel âhir’ bir parçan olduğunu hayretle görmeni istedi o.. “Ya bu olup bitenlerin, ne anlama geldiğini anlayarak benimseyeceksin; ya da bir ömür boyu hiç bi şey anlamadan göçüp gideceksin.” demenin şartlarını oluşturmayı denedi..
Doğrusu, bu filmde de farklı bir yoldan gitmiyor İnarritu; sinemasını çarpıcı kılan, ilgimizi sürekli alesta vaziyette tutan, hikaye akışındaki o eski kurgusal numaralarına ara vermiş (Belki de sona erdirmiş!), sadece bu.. Belki de olgunlaşmanın bir tezahürü olarak -yatağında akmayan ama çok da hoşumuza giden- o ‘sıçramalı’ anlatımı bırakarak, hikayesini, bir ırmak misâli -doğallıkla- akıtmayı tercih etmiş.. Hem de önünde sonunda, doğduğu kaynağına doğru akacağını, bizlerin dikkatine sunmayı da ihmal etmeden..
Ve en mühimi, ‘insani acı’nın en katmerlisini, damarlarımıza pompalamaya -bir anlığına dahi- ara vermeden..