“Alien aslında kanser korkusunun dışavurumundan
başka bir şey değil.”Stephen King
Uzayda çığlığınızı kimse duymaz!
Alien, 1979 yazında bu slogan eşliğinde Amerika sinemalarında gösterime girdiğinde, yapımcılar da, seyirciler de büyük beklentiler içerisinde değildiler.
Ne de olsa filmin 4.2 milyon dolarlık alçakgönüllü bir bütçesi, filmografisinde tek film gözüken Ridley Scott adında tanınmamış bir yönetmeni ve şöhretsiz bir oyuncu kadrosu vardı. Ama film herkesi şaşırtan bir fenomen haline geldi. Sinema tarihinin önemli filmlerinden biri sayılagelmenin dışında, dünyanın dört bir yanında fanatikleri olan bir kült film olup çıktı. Arkasından çok daha büyük bütçelerle üç devam filmi –hatta Alien vs. Predator’u sayarsak 4- daha çekildi, çizgi roman serileri çıktı, irili ufaklı ürünlerle bir “merchandising” harikası olup yaratıcılarını zengin etti. Peki, bir uzay gemisinde katliam yapan bir yaratığı konu alan bu filmi, yüzleri aşan benzerlerinden ayıran alameti farikası neydi ki, tüm bunlar gerçekleşti?
Alien’ın çok kişinin girip çıktığı uzun bir hikayesi var. Seyircinin karşısına çıkana dek sayısız rötuşa maruz kalan film, tam anlamıyla bir işbirliğinin ürünü. Orijinal Alien hikayesinin (ilk yazıldığında adı Star Beast idi) yazarı Dan O’Bannon 1974’de henüz sinema eğitimi alan bir üniversite öğrencisiyken, sonradan büyük bir yönetmen olacak kankası John Carpenter ile ilk filmini çekti. Bu da uzayda geçen bir korku filmiydi ve bir öğrenci filmi olmasına rağmen epey sükse yapıp, eleştirmenlerin övgülerine mazhar oldu.
Alien fikri o zamanlar yeşermeye başladı O’Bannon’ın aklında. Ama araya başka işler girdi. Okul bittikten sonra Dune filminde çalışması için Avrupa’dan teklif aldı. H.R. Giger, Moebius ve Chris Foss gibi çizerlerin de projeye dahil olduğunu öğrenince tası tarağı toplayıp Avrupa’ya gitti. Ama proje parasızlık yüzünden hayata geçmedi. (Film daha sonra çekildi ama başka bir yapımcı şirket tarafından.) O’Bannon ABD’ye geri döndü ve Alien’in senaryosu üstüne yoğunlaştı. Uzay Yolu ve Teksas Chainsaw Massacre karışımı bir film olacaktı bu.
Öykü başlangıçta son derece basitti. Altı astronottan oluşan mürettebatıyla uzayda yol alan bir yük gemisi, araştırma yapmak için bir astreoide iner. Burada gemilerine girmeyi başaran bir yaratık yolculuğun devamında terör estirir. Ancak öyküde bir sürü boşluk vardı. Örneğin, yaratığın gemiye nasıl bineceği konusu bir türlü açıklığa kavuşmamamıştı. O’Bannon’ın imdadına arkadaşı Ronald Shusset yetişti ve ona yaratığın larva olarak astronotlardan birinin içine yerleştirilmesi fikrini verdi. Bu küçük fikir Alien efsanesinin oluşumunda çok önemli bir rol üstlendi. Çünkü filmi çekmeye karar veren yapımcı firmayı ikna eden en önemli şey, bu larvanın geliştikten sonra konak olarak kullandığı insanın göğsünü parçalayarak çıkacağı sahne olmuştu. Bir diğer nokta da o dönemde beklenilmedik bir başarı kazanan Star Wars filmi sayesinde film stüdyolarının, içinden uzay gemisi geçen her filmin üstüne atlıyor olmalarıydı.
Firmanın yetkilileri senaryoyu satın almalarına rağmen, senaryonun berbat olduğu konusunda hemfikirdi. Brandywine yapımcılık şirketinin sahipleri yönetmen Walter Hill ve David Giller tüm senaryoyu baştan yazdılar. Karakter isimlerinden hikayenin gidişatına kadar pekçok şeyi değiştirdiler. O’Bannon’ın öyküsündeki Nostromo gemisinin mürettebatı 6 erkekten oluşurken, onlar bunlardan birini android, ikisini kadın yaptılar. Bu kadınlardan biri Alien filminin ve gelecekteki üç ardılının ana karakteri olacaktı. Ripley isimli bu karakteri canladıracak kişi ise yeteneğinden ziyade uzun boyu sayesinde rolü kapan genç tiyatrocu Sigourney Weaver olacaktı. O’Bannon bu durumdan hiç hazzetmemişti elbette, ama Hollywood’ta yapımcının dediğinin olduğunu gayet iyi biliyordu.
Senaryonun artık hazır olduğuna karar verdiklerinde sıra yönetmen seçimine gelmişti. Walter Hill ilk adaydı, ama Hill sonradan filmi çekmekten vazgeçti. B-tipi filmlerin kült yönetmeni Roger Corman bir başka adaydı, ama bu ucuz bütçeli filmin ucuz bütçeli görünmesini istemedikleri için ondan da vazgeçildi. Dan O’Bannon kendi yönetmek istedi, yapımcılar izin vermedi. Sonra sürpriz şekilde Ridley Scott adı gündeme geldi, sinema tanrıları bir kez daha Alien’a göz kırpmıştı sanki. Bugün çok büyük bir yönetmen olan Scott, o dönem Cannes’da gösterilen ilk filmi The Duellists sayesinde dikkat çekmiş, 2000 reklam filmine imza atmış bir yeni yetenekti.
Kubrick hayranı Scott senaryoyu okur okumaz kafasında bir şeyler şekillendi. Filmin “storyboard”unu çizmeye hemen koyuldu. İlk iş olarak 2001 Uzay Yolu Macerası’nın belgesel gerçekçiliğinde futurist bir atmosfer yaratacaktı. Ama yaratıkla ilgili olarak ne yapacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Neye benzeyecekti, neye benzemeyecekti, orijinallik nasıl sağlanacaktı? O anda Dan O’Bannon hızır gibi yetişti imdada ve Scott’ın eline İsviçreli bir çizerin, Hans Rudi Giger’in çizimlerinden oluşan Necronomicon albümünü tutuşturdu. (Bir göz kırpış daha.)
Scott çizimleri görür görmez aradığı şeyi bulduğunu anladı. Alien’i ölümsüzlüğe taşıyacak son adım atılmış, Giger projeye dahil edilmişti. Yaratıkla ilgili her şeyi Giger tasarlayacaktı.
H. R. Giger yaratığı tasarlarken kendi zayıflıklarından esinlendiğini, onu mükemmellik abidesi olarak tasarladığını söylüyor: “Korkunç ama aynı zamanda güzel. Bu ikisinin aynı anda olabileceğinin kanıtı Alien.”
Scott, uzay gemileri içi ve dışı gibi dünya kökenli tasarımlar için diğer bir ünlü çizer Ron Cobb’u tuttu.
Giger bir tek insanın içinden çıkan ve “göğüsparçalayan” denen yaratığı tasarlamakta sıkıntılar çekti. “Bir şeyler çizdim ama… açıkçası berbatlardı, bir tavuğa benziyordu.” Burada da devreye Scott girip yaratığın bebekliğini tasarladı. Göğüsten fırlama sahnesinin çekilme anına kadar bu yaratık oyunculara gösterilmedi, göğüsten nasıl fırlayacağı anlatılmadı. Bu yüzden o unutulmaz sahnede oyunucuların yüzüne yapışan şok ifadeleri son derece gerçekçi oldu. Seyirci için de aynı mantık güdüldü. Afişlerde yaratık resmi kullanılmadı. Seyirci, yaratıkla ilk kez filmde, gerilimin had safhaya çıktığı bir sahnede buluştu. Bilgisayar teknolojisine yetecek para olmadığından set tasarımları hep manual olarak hayata geçirildi. “Filmin çok cüzi bir bütçesi vardı. Bu da bizi akıllı olmamız için provoke ediyordu. Sorunların üstesinden gelmek için yeni şeyler icat etmek zorunda kalıyorduk. Büyük bütçeli filmlerde kafanızı kullanmak zorunda kalmıyorsunuz,” diyor Scott, şimdi o günleri hatırlarken.
Alien seyirci üstünde inanılmaz bir etki yarattı. Öyküden çok, sinematografik başarı ve yaratık tasarımının mükemmelliğiydi bu etkiyi yaratan. Öykü de kötü değildi elbette, plansız bulunmuş olsa da, yaratığın doğal döngüsü mükemmel bir buluştu. Bilimkurgu ve korku türünü birleştirip, ikisinin de en uç noktasını yakalayabilmişti Alien. Seyreden herkes bir yaratık filminden fazla şey gördü Alien’da. Örneğin Stephen King’e göre Alien kanseri temsil ediyordu. Kimileri bilinçaltına dair sayısız mesajlar buldular filmde.
Filmin ikinci bölümü Aliens, dahi yönetmen James Cameron sayesinde Alien efsanesini daha da ileri götüren bir devam filmi oldu. Terminatör filmi sayesinde yapımcıların dikkatini çeken Cameron, kendisine Alien ile ilgili teklif geldiğinde son derece mutlu olmuştu. Hikayesi kafasında hazırdı, yapımcıların isteğiyle hikayeye biraz daha askeri motifler kattı ve kamera arkasına geçti. Filmde, yaratığın ilk görüldüğü gezegene giden Ripley ve bir grup asker, yaratık sürüsüyle kıyasıya bir mücadeleye giriyordu. Sonuç tam anlamıyla muhteşem oldu. Unutulmaz bir bilimkurgu, gerilim, korku ve aksiyon macera filmiydi Aliens.
Çoğu kimse tarafından serinin en zayıf filmi olarak görülen Alien 3, şanssız bir döneme denk geldi. Yapımcı ve dağıtımcı firma riske girmek istemiyordu, ortaya iyi bir hikaye çıkmıyordu ve üstüne üstlük filmin yönetmeni Renny Harlin bir senelik çalışmanın ardından filmi bıraktığını açıkladı. Şartların kafasındaki filmi çekmesine izin vermeyeceğini anlamıştı.
Yapımcı firma genç bir müzik klibi yönetmeni olan David Fincher’e teslim etmeye karar verdi Alien’ı. Fincher zor şartlarda beklenenin ötesinde bir iş çıkardı ama filmi Alien efsanesine çok şey katmadı. Bu bölümde 25 kişilik nüfusu mahkumlardan oluşan bir gezegene düşen Ripley, eski bir fabrikayı andıran mekanda silahı olmayan mahkumlarla yaratığı alt etmeye çalışıyordu.
Serinin son filmi Alien Resurrection’da ise yönetmenlik koltuğunda ilginç bir isim, Fransızların egzantrik yönetmeni Jan Pierre Jeunnet oturdu. İlk iki filme yetişemeyen bir performans sergileyen film birçok yeniliğe imza atarak farklılaşmaya çalıştı. Alien 3’te ölen Ripley, bu bölümde klonlanarak hayata döndürülüyordu. Yaratıkla etkileşime girdiği için üstün güçler kazanan Ripley, laboratuvar vazifesi gören bir uzay gemisinde bir grup korsanla birlikte yaratıklara karşı ölüm kalım mücadelesi veriyordu.