Ertekin Akpınar ilk sözlü tarih çalışması olan 10 Yönetmen ve Türk Sineması kitabının ardından yayımlanmasını planladığı 10 Senarist ve Türk Sineması için Selim İleri ile de söyleşi yapmıştı. Bu uzun söyleşinin ilk iki bölümünü geçtiğimiz haftalarda yayınlamıştık. Şimdi sıra geldi üçüncü ve son bölüme…
Önceki bölümler için; Bir Senarist ve Türk Sineması: Selim İleri (Bölüm 1) (Bölüm 2)
YARALI KURT HARİÇ TUTULURSA HEP KADIN STARLARIN AĞIRLIKTA OLDUĞU SENARYOLAR YAZDIM.
Bir öykünün film olabilmesine nasıl karar veriyorsunuz? Buradaki bakış açınızı merak ediyorum.
Ben tabii hiç bir zaman profesyonel senaryo yazarı olmadım. O yüzden kendi dünyamın yansımaları senaryo olarak yazıldı. O da değişmez bir şekilde melodramdı. Ya bir kadın iki erkek, ya iki erkek bir kadındı. Değişmez bir şekilde bunları yazıyordum. Sonuçta yazarlık böyle bir şeydi işte. Sonuçta yirmi yedi tema var ve bunları zaten mitolojide bulmak mümkün. Aslında yazdığımız her şey Anna Karenina romanının dünyasıydı. Yaralı Kurt hariç tutulursa hep kadın starların ağırlıkta olduğu senaryolar yazdım.
Bütün bunlar siz de nasıl oluşuyor?
Mizacıma yakın olan bir şeyle oluşuyor herhalde. Orhan Aksoy ile çok hüzünlü bir hikâye çalışmıştık. Hülya Koçyiğit oynayacaktı. Öyküyü çok sevmeme karşı kendimi öyküye yakın hissedemiyordum. Nasıl yazılacak onu çözemiyordum. Çünkü bildiğim bir dünya değildi. Daha sonra da Lütfi Akad ile birlikte bir Orhan Gencebay filmi yapacaktık. Onun için Lütfi Bey beni Oğuz Aral‘a göndermişti. “Oğuz yazmaz ama bize fikir verir. Müthiş bir zekâsı ve hikâye kurma yeteneği vardır” demişti. Üsküdar’da bir eve gittim. Eşi benim tiyatroda sahnede izlediğim bir hanımdı. Tabii tiyatroyu bırakmış evlenmiş. Oğuz Aral o akşam beni büyülemişti. Bir hikâyeyi sevmediği zaman, hemen yeni bir hikâye üretirdi. İnanmayacaksınız ama bir gecede yüz ya da yüz yirmi hikâye üretmişti. İnanılamaz bir şeydi, müthiş, deha… Başka hiçbir şey denemez. İşte onun için Oğuz Aral olunuyor galiba. Fakat sonra Erman Film, Lütfi Bey’le değil başka birisiyle mukavele yapınca o film kaldı. Lütfi Bey o filmi daha sonra Hülya Koçyiğit ve İzzet Günay ile yaparız dedi. Ama o da olmadı.
Yönetmen ile senaryo çalışmak nasıl bir şey? Kimin tercihleri önemlidir?
Genelde bizim sinemamızda yönetmenin. Çünkü yönetmenler burunlarından kıl aldırmazlar. Bülent Abi’nin, Sefa Bey’in ya da Erdoğan Tünaş‘ın yeteneklerini tam olarak ifade edememelerinin nedeninin yönetmenlerin baskısıyla olduğunu düşünüyorum. Ama tabii burada Ömer Kavur gibi mizaç yakınlığı olan iki insan çalıştığı vakit olumlu bir sonuç çıkabiliyor.
Her Gece Bodrum kitabınızı 1992 yılında Naci Çelik Berksoy filme aktarıyor…
Evet, onun hikâyesi çok karışık. Senaryoyu Ayşe Şasa ile beraber çalıştık. Aslında senaryo Ayşe’nindir. Naci Çelik benim okul arkadaşımdır. Hatta bir dönem benden öncedir. Bir gün bana Her Gece Bodrum‘u çekeceğini söyledi. Ben de ona, senaryonun bende olmadığını söyledim. Ayşe’de olmadığını biliyorum. Bana, “Senaryo bende var” dedi. Hiçbir şey söyleyemedim. Ne de olsa eski bir arkadaşım. İlk defa bir film yapacaktı. Çok istekli, heyecanlı ve arzuluydu. Hayır diyemedim tabii ki… Film çekimi sırasında çok büyük problemler olmuş. Çekimlere hiç gitmedim. Filmi de bugüne kadar görmedim.
Film çekimi sırasında sizi davet etmediler mi?
O sırada ben Mihriban‘ı çekiyordum. Çağırsalardı da gidemezdim zaten. Anladığım kadarıyla benim var olan senaryomun dışında bir iş yapılmış. Film bitmeden filmin yönetmeni Naci’nin (Çelik Berksoy) filmi bıraktığını biliyorum.
Yedikuleli Mihriban nasıl oldu?
Ben artık dizi veya film senaryosu yazmayı düşünmüyordum. Fakat maddi açıdan çok sıkışık bir dönemde Mehmet Akköprülüler TV Daire başkanıyken bir röportajında, “TRT, Orhan Pamuk ve Selim İleri” çalışmak istiyor demişti. Ertesi gün TRT’den Daire Başkanlığı’ndan kovuldu. Daha sonra Özal‘ların adamı oldu. (Gülüşmeler)… Daha sonra Star 1’i kurdular. Orada Necef Uğurlu da Şen Dullar adında çok sevimli bir dizi yapıyordu. Onun bir bölümünde bir yazarın imza günü sahnesi varmış. Bana telefon etti. Dedi ki, “Figüranlarla çok kısa bir imza günü sahnesi çekeceğiz. Ne olur kalk gel. Hakiki yazarın tavrı daha başka oluyor.” Ben hiç istemeyerek çekime gittim. Necef bana yarım saatte biter demişti. Biraz uzun sürdü. Ama sonra ciddi bir oyunculuk ücreti verdiler ve bu çok hoşuma gitti. Necef bana, “Devam eder misin?” dedi. “Ederim” dedim. Otuz dokuz bölüm bitene kadar Necef’e söz verdiğim için devam ettim. Başrole kadar getirdi beni. (Gülüyor). O sırada Kanal 6 kuruluyordu. Mehmet Bey ile ahbaplığımız vardı. Mehmet Bey bir proje istedi. Ben de, “Yazarım ama ben kendim yönetirim dedim”. Onlar biraz şaşırdılar. On üç bölüm olarak başladık. Tabii kurulma aşamasında bir kanaldı. Diziyi, Yedikule‘de çekiyoruz. Ama Kanal 6‘nın vericileri Yedikule’yi kapsamadığından Yedikule’de insanlar bizi izleyemiyordu. Sonuna doğru çok sıkıldım. “Bitsin artık çok sıkıldım bundan” düşüncesinden başka bir şey kalmamıştı. O son oldu. Bir daha bir şey yazmadım.
Bir Aşk Uğruna filmi var?
O şöyle. ATV‘nin başında Ercan Arıklı gelmişti. Türkan Şoray ile bir dizi yapılacaktı. Büyük ihtimalle Atıf Bey (Yılmaz) çekecekti. Fakat, Türkan Hanım illa benim yazmamı söylemiş. Buluşuldu, hikâye kuruldu. Bir bölüm yazıldı. Yine bir karışıklık oldu. Öyle mi yoksa böyle mi olsun gibisinden. “Dayanamayacağım” dedim. Hatta elli milyon para almıştım. Çok iyi paraydı bu. Ercan Arıklı‘ya mektup yazdım, “Yapamıyorum. Birinci bölümü yazdım ama devam edemeyeceğim. Parayı iade edeyim” dedim. Ercan Bey telefon edip, “Birinci Bölümü yazmışsınız. Artık bunu dert etmeyin” dedi. Bu parayı aldığım için kendimi çok suçlu hissettim.
1990 yılında Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu filminde de küçük bir rol de oynuyorsunuz.
Çok kötü oynuyorum. Şen Dullar‘da Selim İleri‘yi oynadığımdan rahattım hiç bir sorun yoktu tabii. Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu bence Türk Sinemasının en olağanüstü filmlerinden birisidir. Başyapıttır, göz kamaştırıcıdır. Türkan Şoray‘ın, Ekrem Bora‘nın, Gülsen Tuncer‘in oyunları olağanüstüdür.
Oyunculuk yaptınız, senaryolar yazdınız. Geri dönüp baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Başlangıçta benim için büyük bir hayal kırıklığıydı. Ama bugün için aradan çok zaman geçti. Bugün benim için hepsi güzel bir anı. Zaman geçince hayal kırıklığı bile güzel olabiliyor. O insanları tanıdım. Çok mutlu oldum.
Filmleriniz televizyonda izleyince ne hissediyorsunuz…
Kırık Bir Aşk Hikâyesi’ni bir akşamüstü izledim. Seni Kalbime Gömdüm filmini izlediğimde çok şaşırdım. Bir Demet Menekşe oynamış geçenler onu izleyemedim. Ertesi gün dostum Nergis Çorakçı aradı, “70’li yıllarda kendi dünyanı kurmuşsun” gibi cümleler söyledi. Hakikaten o diyaloglar beni ben eden cümlelermiş. Sonuçta bugün pişman değilim. Uzun yıllar o filmlerden nefret ettim ama bugün öyle düşünmüyorum.
HULUSİ KENTMEN, MUALLA SÜER, NECDET TOSUN… ŞİMDİ BU OYUNCULARIN YOKLUĞUNU HİSSEDİYORSUNUZ VE ARTIK ÖYLE FİLMLER YAPAMAZSINIZ.
Başlangıçtan günümüze kadar Türkiye’de senaryonun gelişim çizgisini nasıl görüyorsunuz?
Bugün sinema bambaşka bir şey oldu. Lütfi Bey, ‘Yeşilçam’ tabirine çok kızar ama ben o tanımı kullanırım. Başka bir şekilde bunu kullanamam çünkü o filmler gerçekten Yeşilçam’ın ürünüydü. Şimdi o anlayış bitti. O insanlar, o idealizm bitti. Kompozisyon oyuncuları ne kadar enteresan, her filmde aynı rolü oynuyorlar ama ne kadar sahici değil mi? Hulusi Kentmen, Mualla Süer, Necdet Tosun… Şimdi bu oyuncuların bugün yokluğunu hissediyorsunuz ve artık öyle filmler yapamazsınız. Çünkü artık onlar yok. Bugün gelinen noktada hiçbir şey söyleyemem. Son yıllarda yapılan filmler arasında en son Masumiyet‘i izledim.
Nasıl buldunuz?
Çok beğendim. Çünkü eski Türk sinemasının gerçek duyguları var orada. Diğerlerine ara sıra televizyonda bakıyorum. Benlik filmler değiller.
Siz edebiyattan güçlü bir şekilde yararlanıyorsunuz. Senaryo yazmak isteyen kişilere neler söylemek istersiniz?
Senaryo yazmak çok mihnetli bir iştir. Çünkü sizden çok şeyi alıp götürür. Sonra da payı önce oyuncular sonra da yönetmene bırakan bir iş. Senariste de hiçbir şey bırakmayan bir yazı alanı.
Yazmasınlar mı?
(Gülerek) Yani yani… Sabır işi… “Bir şey yazmayacak mısınız?” dendiğinde hep şunu söylüyorum: “Allah muhtaç etmesin” diyorum. Tabii maddi açıdan sıkıntıya düşersem yazarım. Ama düşmezsem aklıma getirmek istemediğim bir yazı alanı.
Hiç mi yazmayacaksınız?
Türkan Hanım’a sözüm var. Bir tane yazacağım. Ada hikâyesi var. O sevgiyi dışa vurabilmek için bir tane yazmak istiyorum.
Yazdığınız veya yazmadığınız senaryolar için hiç pişman oldunuz mu?
Yazdıklarımın aşağı yukarı hepsi pişmanlık oldu. Atıf Yılmaz ile Çapkın Hırsız var. İnanılmaz bir hikâyeydi. Şimdi yıl kaç hatırlamıyorum.
Yıl 1975…
Dedi ki, “Ağaçlar Ayakta Ölür’ü düşünüyorum”…
Tarık Dursun Kakınç’ın mı?
Hayır. Bahsettiğim bir Amerikanlı bir yazarın oyunudur. Yıldız Kenter ve Hulusi Kentmen oynamıştı tiyatroda. Çok güzel bir dramaydı. Atıf Abi “Bu oyunu film yapacağız” dedi. Ben evde harıl harıl senaryo yazmaya başladım. On beş ya da yirmi gün sonra Atıf Abi geldi, “Ben fikir değiştirdim. Biz bu filmi drama değil, komedi yapacağız” dedi. (gülüşmeler) Yaptık tabii o filmi, berbat bir film oldu. Tarık Akan, Necla Nazır oynadı. Çok kötü bir film oldu. Senaryo drama olarak yazılmıştı. Komediye çeviremedik. (kahkahalar)
Peki, sevdiğiniz senaryolar ve filmler…
Bir Demet Menekşe, Seni Kalbime Gömdüm, her şeye rağmen Askerin Dönüşü, ama en çok Kırık Bir Aşk Hikâyesi.
Sinemadan kopamamışsınız…
Evet doğru. Bir defa o insanlardan kopamadım.
Siz de biraz gönüllüymüşsünüz ama…
Hepsi sevdiğim insanlar oldu. Hepsi değerli insanlardı. Bunlar işin macerası açısından eleştirdiğim insanlar. Tamamı haysiyetli insanlardı.
Türkan Hanım için yazdığınız senaryoyu merak ettim… Aydaki Kadın demiştiniz…
Daha sonra o projenin adını değiştirdim: Ay Işığında Yıkanan Kadın.
Onun konusu neydi?
Biraz otobiyografik. Türkan Hanımın kendi yaşamından bir starın hayatı, yaşayışı. Mutsuz evliliğin içerisinde oldukça çaresiz bir durumda bulunuyor. Konusu olmayan bir hikâyeydi. Birlikte yazdık o hikâyeyi. Aşağı yukarı bitti o hikâye. Ama son anda Türkan Hanım’a, “Artık o kadar başka bir sinema yapılıyor ki” bu hikâyeyi çekmek bugün Türkan Hanım’ın yararına mı yoksa zarına mı olur onu bilemediğimi söyledim. Biraz onun kafasını bulandırdım. Tabii kaldı o hikâye.
BUGÜNÜN TÜRK SİNEMASINA ÇOK YABANCIYIM. ARTIK O SİNEMA STAR SİNEMASI DEĞİL ÇÜNKÜ.
Türk sinemasında starlar sizin neyi ifade ediyorlar? Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit…
Boşu boşuna star olmadıklarını ifade ediyorlar. Bahsettiğiniz iki isim de…
Filiz Akın kendisine çok haksızlık etmiş gibi geliyor bana…
Evet. Ama o başta da istekli değildi herhalde. Tesadüfler onu bir yerlere getirmişti. Türkan Hanım olsun, Hülya Hanım olsun öyle olduğunu sanmıyorum. Hatta bir Yılmaz Güney’in, bir Cüneyt Arkın’ın istekleri Filiz Akın’da yok gibi geliyor bana. Çok yakından tanıdığım biri değil açıkçası. Mutlaka büyük cevherleri olduğunu düşünüyorum.
Peki Orhan Gencebay…
Ben arabeski küçümsemeyi çok yanlış bulurum. Orhan Gencebay’ı kim küçümseyebilir ki? Bunlar bana çok yanlış geliyor. Orhan Gencebay’dan öğreneceğimiz çok şey var. Müslüm Gürses’ten de öyle. Bahsettiğimiz bu isimlerin hepsinin aura’ları vardır. Ben buna çok rastladım. Türkan Hanım’la buna birçok defa rastladım. Bir yere gidiyorsunuz. Oradaki insanların onu gördükten sonra derlenip toparlanmaları, incelik göstermeleri onun ne kadar çok bulunduğu yeri hak ettiğini gösteriyor. Hülya Hanım (Koçyiğit) da öyle birisi.
TÜRK SİNEMASI ARTIK STAR SİNEMASI DEĞİL. BUNUN İÇİN BANA CAZİP GELMİYOR.
Ben kendisiyle Gönderilmemiş Mektuplar filmi çalışmasında bulundum. Filmin en can alıcı sahnelerinden birini çekiyorduk. O sahne çekilirken konsantrasyonunu olağanüstüydü. Gözlerime inanamamıştım o sahneyi yorumlama biçimine. Sahne çekimi bittikten sonra bir koltuğa yığılıp kaldı. Değil yürüyecek, ayakta duracak hali bile yoktu. Hakikaten bugün bile şunu düşünüyorum, yeryüzünde o sahneyi en iyi iki kişi oynayabilir: Türkan Şoray veya Sophia Loren.
Evet. Bakın ben hiçbir zaman star sinemasına karşı olmadım. Bugün Türk sinemasına çok yabancıyım. Çünkü Türk sineması artık star sineması değil. Bunun için artık bana cazip gelmiyor.
Ben sinemada starları besleyen en önemli olgunun yan aktörler olduğunu düşünüyorum. Bugün bir Danyal Topatan, bir Cevat Kurtuluş, bir Sami Hazinsez, bir Erol Taş, bir Aliye Rona, bir Önder Somer olmadığı için star olmadığını düşünüyorum.
Tabii Türk sineması onlarla sinema oluyordu. Belki rol açısından rolleri uzun değildi. Çok ama çok önemliydiler.
Yılmaz Güney’i nasıl değerlendiriyorsunuz?
Arkadaş benim Türk sinema tarihinde sevdiğim en önemli filmlerden biridir. Aktör olarak Zavallılar’da baklava yediği bir sahne vardır. Dostoyevski romanlarındaki bir sahne gibi gelmiştir bana.
Umutsuzlar mesela…
Umutsuzlar de çok sevdiğim bir filmdir. Anlattığım ve istediğim melodramı en iyi kullanan filmdir Umutsuzlar. Melodram ama reel bir melodramdı. Arkadaş filmi bizim sinemamızda alışılageldik başı, sonu, ortası düğümü olan bir yapıyı kırıp tek bir çizgi hikâye üzerine kurup yaşamın ta kendisi haline getirebilmek büyük bir başarıdır.
Yabancı filmler üzerine konuşalım istiyorum. Siz de iz bırakan yönetmenler hangileri…
Michalangelo Antonioni, Andrzej Wajda, Josep Losey, François Truffaut, Ingmar Bergman, Federico Fellini ve Luchino Visconti… Bu yönetmenlerin filmleri insanı dünyayla barıştıran filmlerdir. Bir de şöyle bir şey var. Bazı yönetmenler bazı oyuncuların üzerine çok fazla vurgu yapıyorlar. Fellini mesela Marcello Mastirioni ile çalışıyor. Müzikleri ne kadar güzel değil mi?
Evet çünkü orada da Nino Rota ile çalışıyor…
Evet, evet…
Türk sinemasında da Ömer Kavur öyle..
Ömer’de o duygu vardı.
Kırık Bir Aşk Hikayesi’nin müziği ne kadar inanılmaz bir müzik…
Evet, kesinlikle öyleydi. Çok güzeldir.
Film ile müzik o kadar dengeli ki, hiçbiri birinin önüne geçmiyor…
Cahit Bey’in (Berkay) katkıları yadsınamaz o filme.
Ömer Kavur ile görüşmemde senaryo konusu söz konusu olunca, “Beni bir tek Selim İleri sıkıştırmıştır. Diyaloglarda tonlamalara bile dikkat edilmesini isterdi” demişti…
Ahh!… (Selim Bey’in gözleri doluyor. Bir süre konuşamıyor.) Evet, yapardım hakikaten öyledir. Şimdi siz bana hatırlattınız bunları.
Anayurt Oteli daha çok Ömer Kavur’un kendisidir mesela…
Kesinlikle…
Yusuf Atılgan ile randevuyu da siz sağlamışsınız değil mi?
Evet… (Selim Bey iyice durgunlaşıyor.) Bence orada fiziki karşılık Macit Koper değildi. Hatta Ömer’e dedim ki, “Neden Macit Koper’i seçtin?” “Kim olabilirdi?” dediğinde, “Menderes Samancılar” demiştim. O da gülerek, “Şaka yapıyorsun” demişti. Oysa şaka yapmamıştım. Hala daha o rolü, Menderes Samancılar oynasa daha iyi olacağını düşünüyorum.
Neden?
Yerli bir dünya olacağını düşünüyorum çünkü. Macit Koper çok soyut kalmıştı. Çünkü o kavruk tip Mederes Samancılar’a daha iyi giderdi.
Birde tabii o kadar kısa süre içerisinde görünen ve bir o kadar fazla iz bırakan Gecikmeli Ankara Treni ile Gelen Kadın…
Şahika o filmde olağanüstüdür. O romana uyan tek tip oydu. Hala gözümün önündedir. Tek kelimeyle, muhteşemdi. Mesela Şahika Tekand dünya çapında bir aktristir. Sinemacılar onunla neden hala çalışmazlar onu bir türlü anlamam.
Zafer Par’ın Yedi Uyuyan’lar filminde de çok iyi bir oyunculuk performansı sergilemiştir. Ama çok gözden kaçmıştır o film.
Zafer de Türk sinemasına çok emek vermiştir. Kırık Bir Aşk Hikâyesi’nin birinci asistanı Zafer’di.
Bütün bunları sizinle konuşmaktan çok mutlu oldum Selim Bey.
Ben de.
Çok teşekkür ederim..
Ben teşekkür ederim. Beni geçmişe götürdünüz. Sağ olun.
–Son-
Bu röportaj 21.03.2006 tarihinde Hürriyet Medya Center’daki Doğan Kitap ofisinde gerçekleştirilmiştir.