Ertekin Akpınar ilk sözlü tarih çalışması olan 10 Yönetmen ve Türk Sineması kitabının ardından yayımlanmasını planladığı 10 Senarist ve Türk Sineması için Selim İleri ile de söyleşi yapmıştı. Bu uzun söyleşinin ilk bölümünü geçtiğimiz Pazartesi yayınlamıştık. Sıra geldi ikinci bölüme…
Önceki Bölüm: Bir Senarist ve Türk Sineması: Selim İleri (Bölüm 1)
YEŞİLÇAM FİLMLERİNDE YA SINIF FARKI OLAN BİR AŞK YA DA İMKÂNSIZ AŞK KONULARI. BEN REALİTENİN PEŞİNDEYDİM VE BUNU DEĞİŞTİRMEK İÇİN UĞRAŞIYORDUM.
O yıllarda genel olarak senaryolarınızın sonunda hep bir mutsuzluk ve karamsarlık hakim.
Ben Türk sinemasını her zaman melodrama yakın bulmuşumdur. İdeal olarak evet melodram güzel ama filmin sonundaki gerçek hiçbir zaman “mutlu değildir” demeye çalıştım. Gerçekçiliğe yaklaşabilmek için bunun öyle yapılması gerekiyordu. Aslında hikâyeler de bunu gerektiriyordu. Çünkü Yeşilçam’ın o yıllarda yaptığı filmlerde sınıf farkı olan bir aşk vardı ya da imkânsız bir aşk konusu işleniyordu. Şimdi bütün bunları mutlu bir sonla bitirmek ancak sinemanın uydurabileceği bir şeydi. Ben realitenin peşindeydim ve bunu değiştirmek için uğraşıyordum.
Bir senaryo yazarının görevi nerede biter?
Bu açıdan bakarsak tabii benim Feyzi Tuna’ya hiç kırılmamam gerekiyordu. Çünkü senaryoyu yazmışsınız ve o artık sizin elinizden çıkmış. Yönetmen her şeye karar verir. Ama bu ben bu yöntemin gelişmiş sinemalar için geçerli olduğuna inanıyorum. Bizim sinemamız o yıllarda yolunu arayan bir sinemaydı. Bugün neyi arıyor bilmiyorum. (Gülüyor). Tabii o yıllarda çok gençtim. Edebiyatçı yanımı çok önemsiyordum. “Bunlar ne halt etmeye benim senaryomu değiştiriyorlar?” deyip sinemacılara kızıyordum.
Kırgınlığınız var…
Yıllardan beri senaryo yazmıyorum. Yazmamamın temel nedeni de, yazdığım senaryoyla ekrandaki filmin birbirini tutmaması oldu. Kırgınlığımın temel noktası da buydu.
Peki, “Ben çeksem bu filmi daha iyi yapardım” duygusu var mıydı?
Yoktu, hayır. Sadece yazılan senaryoyu neden çekmiyorlar duygusu vardı. Özellikle Seni Kalbime Gömdüm filminde ciddi bir sınıf meselesi vardı. Bu benim için çok önemliydi. Evli ve mutsuz bir kadın Bodrum’a gidiyor karşısına çıkan genç bir adam çıkıyor. Adam kadına ilgi duyuyor. Kısaca böyle bir hikâyeydi. Şimdi bu yapılmış bir hikâye aynı zamanda. Kadın kendi dünyasında yitirmiş olduğu sınıfsal değerleri, karşılaştığı adam da görüyor. Adam idealist bir mimar ve kadına âşık olmuyordu. Kadın âşık oluyor ama geri dönmeye mahkûmdu. Aradan bir zaman geçtikten sonra bir doğum günü partisinde, bu defa adamın sınıf atladığını ve ideallerini kaybettiğini görüyoruz. Ama bütün bunların çoğu senaryo da atlandı. Ben çekmek istemedim, sadece senaryoma bağlı kalınsın istedim.
Çekim sırasında sete gider misiniz? Yazdığınız senaryonun nasıl çekildiğini görmeyi ister misiniz?
Göl ve Kırık Bir Aşk Hikayesi’nde Ömer’in (Kavur) asistanlığını yaptım. Onun dışında Seni Kalbime Gömdüm filminin setinde bulunmuştum.
1972 yılında üç film senaryosunu yazıyorsunuz?
Hangileri…
Günahsızlar, Yaralı Kurt, Kadın Yapar. 1973 yılında Cennetin Kapısı, Bir Demet Menekşe.
Cennetin Kapıları olacak. Sinema kitaplarında filmin adı yanlış yazılmış. Halit Bey (Refiğ) ile yarım kalan film oydu işte. Cennetin Kapıları yıllar sonra tamamlandı.
Bu süreçten sonra senaryo yazmıyorsunuz. Teklif mi gelmiyordu yoksa roman yazmaya mı zaman ayırmaya başlamıştınız?
Ben senaryo yazmak için çok teklif aldım. Ama çalışmak istediğim yönetmenler çok azdı. Lütfi Bey (Akad) ile Gelin ve Düğün filminde çalışmıştım. O filmlerde benim ismimi haklı olarak koymadı. Senaryoyu Lütfi Bey yazdı çünkü. Ben sürekli onunla fikir alışverişi içerisindeydim. O yıllarda birçok yönetmenden teklif geliyordu ama ben çalışmak istediğim yönetmenlerle çalışmak istiyordum. O insanlar arasında bugün çalışamadığım ve çok üzüldüğüm Nejat Saydam vardır. Nejat Abi çok istedi. Orhan Aksoy da çok çalışmak istedi, Birkaç defa buluşup konuştuk. Çok güzel hikâyeler konuştuk. Hülya Koçyiğit’in oynayacağı hikâyelerdi bunlar. Ama olamadı. Çok istediğim halde olmadı. (Selim Bey susuyor ve gözleri doluyor.)
Ömer Kavur ile çalıştığınız Kırık Bir Aşk Hikayesi’ne gelmek istiyorum. Bu senaryoyu yazma fikri nereden çıktı?
Şöyle oldu. Yavuz Özkan ile Schiller’in Haydutlar adlı kitabının yerli filmini yapma fikri vardı. Atıf Bey (Yılmaz) ve Ömer (Kavur) bir şirket kurmuşlardı. Sanırım Yavuz Özkan da ortaktı. Atıf Abi, Ömer filmler yapacaklardı. Yavuz’a da hikâye aranıyordu. Yavuz ile çalışmaya başladık. Fakat Yavuz’un sendika çalışmaları bitmek bilmiyordu. Belirlenen saatte gidiyordum. Yavuz yok. Sonra da bozularak bu çalışmayı bıraktım. Bir gün geleceğim deyip gitmedim. Ömer üzülmüş. Hatta, “Bu kadar efendi biri gelip gidiyor” diye içerlemiş. Bir gün bana birlikte bir film yapalım dedi. Bir film yapmıştı o ara.
Yusuf ile Kenan…
Doğru haklısın. Hatta ben Ömer’e Yatık Emine’yi Yusuf ile Kenan’dan daha çok sevdiğimi söylemiştim. Yatık Emine daha somut bir filmdi. Ayakları yere sağlam bir sinema vardı orada.
Edebiyat uyarlaması olduğu için mi?
Evet, tam da dediğiniz gibi. Oysa Yusuf ile Kenan daha soyut bir filmdi. Bunu Ömer’e de söylemiştim. Sonradan anlıyorum ki Ömer’in sinemasının soyut olması gerekiyormuş. Sonra ben bir hikâye yazdım. Bunu Ömer’e götürdüm. O da sevdi bu hikâyeyi. Taşrada geçen bir hikâyeydi. Sonra mekân bakmaya gittik. Aklımızda birçok yere bakma fikri vardı. Fakat Ayvalık’a gidince böyle bir hikâye için orası çok etkileyici geldi. Bir hafta Ayvalık’ta kaldık. Senaryonun kaba sıralamasını orada yaptık. 3-4 ay kadar senaryo çalışıp bitirdik. Ömer (Kavur) tanıdığım yönetmenler içerisinde, senaristle -bunu olumlu anlamda söylüyorum- boğuşarak çalışan bir yönetmendi. Her şeyin hesabını sorardı. Yazdığım senaryolar arasında en emek verilmiş senaryo Kırık Bir Aşk Hikâyesi’dir.
Kırık Bir Aşk Hikayesi’nde benim hiç unutamadığım sahneler vardır. Kendisiyle ofisinde uzun uzun bu filmi konuştuk… Benim çok sevdiğim filmlerinden biridir.
Ömer (Kavur) size söyledi mi bilmiyorum ama çalışırken senaryoya zaman koymamıştık. Ben sürekli olarak zamanı olmayan bir hikâye bu derdim. Sonra ikimizde fark ettik ki film 1970-80 arası bir süreçte geçiyor.
Filmin başında Aysel ile Fuat’ın mola yerinde buluştukları sahne bence Türk Sinemasının en iyi sahnelerinden birisidir. Hatta Aysel orada Fuat’a, “Mutluluk yanımızdan gelip geçti” der. Müthiş dokunaklı… Kalbimi acıtan bir sahnedir o.
Teşekkür ederim. Bunu duymuş olmak beni mutlu etti.
Senaryoyu bitirdikten sonra cast ile ilgilendiniz mi?
Evet. Ömer yurt dışında okumuş olduğu için birçok oyuncuyu tanımıyordu. Kadir İnanır hariç tiyatro ağırlıklı bir oyuncu castı vardır. Oradaki oyuncular benim çocukluğumdan beri Şehir Tiyatrosu’nda izlediğim ve hayranlık duyduğum oyunculardı. Başlangıçta Hümeyra ve Kadir İnanır olacaktı zaten. Neriman Hanım (Köksal), Kamuran Bey (Usluer) gibi oyuncuların tamamını müşterek hazırladık.
Filmi çekerken senaryoya ilave sahneler yazdınız mı hiç?
Hayır, öyle bir şey olmadı. Senaryoyu bitirdikten sonra Ömer filmi kafasında zaten çekmişti. Senaryoyu bitirdikten sonra Ayvalık’a bir defa daha gittik. Ömer bütün mekânları gördü, değerlendirmelerini yaptı. Bitmiş senaryoya hiçbir şey eklemedi. O filmin nasıl olacağını iyi biliyordu.
Ömer Kavur ile ilgili yaptığımız görüşmede bana, “Edebiyatımızdan uzaklaştığımız için bir gerileme var” demişti. Bunun üzerine kendisinin hep edebiyata yakın senaristlerle çalıştığını söylemiştim. Siz, Füruzan, Barış Pirhasan, Feride Çiçekoğlu…
Bu tercihlere bir şey söyleyemeyeceğim. Bunlar Ömer Bey’in kişisel tercihleridir. Kaldı ki bana göre Sefa Bey (Önal), Bülent Abi (Oran) ziyan edilmiş edebiyatçılardır. Bülent Abi ciddi bir yazardı. Argos Dergisi‘nde onun bir kaç yazısını ricam üzerine yayımlamıştık. Onları sonradan İbrahim Türk kitabına* almış. İyi ki de almış. Düşünüyordum zaten ne yapmalı da o yazıları bir yerde yayımlamalı diye. Orada Van Gogh‘a olan sevgisini anlattığı bir yazısı var. Bence o yazı bir başyapıttır. Elimde olsa o yazıyı bütün sanatta tarihi kitaplarına koyarım. Basit bir halk çocuğunun Van Gogh ile karşılaşması. 1930-40’lı yıllar, Bakıköy ve Van Gogh‘a olan hayranlığın ifade edilişi tek kelimeyle müthiş. O yüzden ben sinemanın değişim noktasını çok farklı noktalarda görmüyorum. Ömer (Kavur) insan olarak Bülent Bey’i muhakkak sevmiştir ama çalışmak isteyebileceğini pek düşünmüyorum. Ama ben öyle düşünmüyorum. Ben gerek Sefa (Önal) Bey’den, gerek Bülent (Oran) Bey’den öğrenilecek çok şeyler olduğunu düşünüyorum.
Bugün burada Türk Sineması diye bir olgudan söz ediyorsak neredeyse birçok uyarlama ve yerli film senaryosu yazmış bu insanlara çok şey borçluyuz. Çok tuhaf ve mucizevî bir şey bu…
Doğru söylüyorsunuz. Erdoğan Tünaş’ın bir yılda yazdığı senaryo sayısı 19. Düşünebiliyor musunuz yıl 12 ay?
Bülent Oran‘ın daha fazladır. Bir ayda 30-40 tane senaryo yazdığını söylerdi.
Kırık Bir Aşk Hihayesi‘ni ilk defa izlediğinizde ne hissetmiştiniz?
Büyük bir mutluluk duymuştum. Perdede gördüğümle tasarladığım film ilk defa birbiriyle örtüşüyordu. Çok sevmiştim. Müthiş mutlu olmuştum. Hümeyra‘nın oyununu beğenmiştim. Kadir’in (İnanır) oyununa biraz burun kıvırmıştım. Yıllar sonra izlediğimde Kadir İnanır’a büyük haksızlık ettiğimi fark ettim. Gerçekten çok güzel oynamış. Eğer bir gün Türk Sinemasına değer vermiş oyunculardan yelpaze açılması gerekiyorsa o film tuhaf bir biçim de antolojik bir değer taşıyor.
Kırık Bir Aşk Hikayesi‘nden sonra Seni Kalbime Gömdüm filminin senaryosunu yazıyorsunuz…
Ayvalık’tan İstanbul’a dönmüştük. Ömer montaja giriyordu. Türkan Hanım’dan bu teklif geldi. Atıf Bey (Yılmaz) Seni Kalbime Gömdüm filmini çekecekti. Ömer istemedi. Çünkü bir ayda benden senaryoyu istiyorlardı. “Oysa Kırık Bir Aşk Hikayesi’ni 3-4 ayda yazdın. Bu kadar sürede bu senaryoyu nasıl yazarsın?” dedi. Ben dinlemedim. Türkan Hanım beni inanılmaz derecede etkilemişti. Kafamda senaryo tamamlanmıştı. Seni Kalbime Gömdüm benim çok sevdiğim bir senaryodur. Geçenlerde evin bir köşesinde onu buldum. Kırık Bir Aşk Hikâyesi ile beraber onu da yayımlamayı düşünüyorum. Seni Kalbime Gömdüm‘ü daha çabuk yazdım. Orada yönetmen başlangıçta yoktu. Sonradan devreye girdi.
Seni Kalbime Gömdüm filminden sonra herhangi bir senaryo yazmıyorsunuz.
Onun hikâyesi var. Seni Kalbime Gömdüm bitti. Ertesi yıl Mine çekildi. Türkan Hanım’la Cihan Bey (Ünal) evlendiler. Türkan Hanım hamile kaldı. Fakat Alfa Film‘in Ömer’e (Kavur) sözleri var film yapacaklar. Bu olay benim en çok üzüldüğüm olaylardan birisidir. Ömer ile uzunca bir zaman bu filmin senaryosuna çalıştık. Daha sonra çalıştığımız tekstleri aradım bulamadım. Muhtemelen Ömer’in kitaplığında da olduğunu sanıyorum. 1980’li yıllarda olay geçiyor. Konusu kısaca şöyle: Tiyatro aktristi bir kadın (Türkan Şoray) var. Kadında bir dengesizlik oluyor. Beyinle ilgili bir hastalık. Adam (Cihan Ünal) evli ve ünlü bir cerrahıdır. Beyinde bir ur olduğu anlaşılıyor. Sonra anlaşılıyor ki, kadın liseye giderken adam tıp fakültesine gidiyor. O yıllarda yaşanmamış mutsuz bir aşkı, yıllar sonra yeniden yaşıyorlar. Ve film, kadın iyileşecek mi, iyileşmeyecek mi belli olmayan ama mutluluğu sadece bir kez yaşayan insanlar olarak bitiyordu. Ömer’le çok severek çalıştık bu senaryoyu. Ömer senaryoyu alıp Türkan Hanım ve Cihan Bey’e götürdü. Cihan Bey, “Böyle on tane film yaptık” demiş. Hâlbuki Cihan Ünal o filme kadar dört film çevirmişti. Ben bu arada evde heyecanla yanıt bekliyorum. Ömer telefon etti, konuşulanları aktardı. “Ne yapacaksın?” dedim. “Ne yapacağız?” demedim. “Birlikte yeniden çalışacağız.” dedi. Ben “Sen kendi kendine çalışacaksın. Hatta Barış (Pirhasan) ile çalış. Ben Cihan Bey ve Türkan Hanım’ın bu sözlerinden sonra bir daha senaryo yazmayacağım” dedim. Beş yıl ara verdim. Evet yazmadım. Bu konuşmadan sonra Ömer (Kavur) kalkıp eve geldi. “Yapma böyle” dedi. Konuştuk ve bana hak verdi. Sonra Türkan Hanım ve Cihan Bey’in yanına gitmiş çok ağır konuşmuş. Türkan Hanım şimdi çok üzülerek anlatıyor bana. Ömer bana bunların hiçbirini hissettirmedi. Kavga ettiğini hiç söylemedi. Bunları yıllar sonra Türkan Hanım anlattı.
Beş yıl senaryo yazmadınız. Peki Yeşilçam’la ilişkileriniz nasıldı?
Atıf Bey’le, Ömer’le görüşüyordum. Fikret Hakan’la bir arkadaşlığımız oldu edebiyatseverliği sayesinde. Hülya Koçyiğit çok iyi arkadaşımdı. Ama Türkan Hanım’la bir deha hiç görüşmedim. Karşılaştığımız yerde birbirimize bakmayacak kadar…
Kaç yıl sürdü bu kırgınlık…
O zaman tabii yakın ahbap bile değildik. 5-6 yıl sürdü. Askerden dönmüştüm. Bir gün sokakta karşılaştık boynuma sarıldı. “Gördüğüme ne kadar sevindim” dedi. Tabii bir daha hiç kopmamacasına aramızda samimiyet oldu.
Senaryo yazmadığınız o beş yıl içerisinde Yeşilçam’da yapılan filmleri izleme fırsatınız oluyor muydu?
Pek izlemiyordum. Yeşilçam‘a olan hayranlığımı kaybetmiştim. Çok tuhaf bir izleme biçimim vardır. Gençlik yıllarımda ne bulursam izlerdim. Bu gittikçe azaldı. Bugün de öyle. Bakın size en son izlediğim filmi söyleyeyim: Saatler. İki sene kadar bir zaman geçti üzerinden. Yeni filmlere pek bakamıyorum.
Neden?
Sevmiyorum çünkü. Mesela şimdi Gerard Depardieu ile Cathrine Deneuve filmini izlemek istiyorum. Çünkü onlar çok sevdiğim oyunculardır.Vizyon filmleri ilgimi çekmiyor. Saatler filmini de Virginia Wolf olduğu için izledim.
Beş yıl senaryo yazmaya ara vermiştiniz. Beş yıl sonra ne oldu da senaryo yazmaya tekrar karar verdiniz? Sizi kim ikna etti?
Müjde Ar. Benim hala askere gitmediğim bir dönemdi. Ömer (Kavur) ve Çetin Emeç benim askerlik sorunlarımla ilgileniyorlardı. Müjde (Ar) o yıllarda çok önemli bir oyuncuydu. Bir gün Ömer, “Müjde’ye gidelim. Bu sorunu bir ona danışalım” dedi. Kalktık onun evine gittik. Ben hiç bir şey söyleyemedim. Sonra kapıdan çıkarken Ömer (Kavur) benim askerlik sorunumu söyledi. Müjde (Ar) benim boynuma o kadar içten sarıldı ki o anı asla unutamam. “Korkma bu askerliği beraber yapacağız” dedi. İlk tanıdığı bir insana o kadar anaç davrandı ki! Sonra da bana “Benim için bir şey yaz” dediği vakit hiç düşünmeden kabul ettim. Afife Jale benim çok hâkim olduğum bir konuydu. Teyzem‘i çekerken Halit Bey (Refiğ) Müjde Ar’a, “Afife Jale senin için çok iyi bir rol” demiş. Müjde’de bunu Ertem Eğilmez’e anlatmış. Ertem Bey, “Bu olur mu?” dedi. Ben de başka bir Afife Jale anlattım. “O zaman tamam bu olur” dedi. “Ama bu bir dönem hikâyesi bunu yalnız yazamam. O devri bilen biriyle çalışırsam çok daha iyi olur. Hatta Nezihe Araz‘ın oyunu var. Hem oyunu çiğnemek çok ayıp olur hem de Nezihe Hanım bana çok yardımcı olur” dedim. Onlar da “Çok iyi olur” dediler. Beraber çalıştık.
Şahin Kaygun yönetmenliği yapmıştı…
Şahin Bey tıpkı sonradan Feyzi Tuna gibi projeye sonradan dâhil oldu. Hakikaten beni delirtmiştir. O filmin olağanüstü film olmasına ramak kala canına okumuştur.
Ne yaptı?
Bir kere sinema duygusu hiç yoktu. Sadece çok iyi bir fotoğraf sanatçısıydı. Mesela ne yapıyordu? Bütün sekanslar arka arkaya aynadan açılıyordu. Bunu bilinçli yaparsınız hiç bir mahsuru yok tabii. Hayır, o fotoğraf çektiği için o sekansların arka arkaya geleceğini hesaplayamıyordu. Ara ara Müjde’ye söylüyordum, “Bak yine aynadan açıyorsunuz. Bunlar üst üste geliyor” diye. Film çok zor şartlar altında çekiliyordu. Nezihe Araz‘ın çok başarılı dönem duygusu veren diyalog ve önerileri vardı. Sevdiğim bir senaryoydu. Bence o da yönetmen tarafından ziyan edilmiş bir senaryodur. Film çok kötü olmadı. Star drama olarak yapılan bir çalışmaydı. Çekim olarak pek iyi bir film değildir.
İfade ettiğiniz gibi, çok iyi bir senaryo, kötü bir film oluyor. Ne hissediyorsunuz sonuçta…
Afife Jale‘de diğerlerinde olduğu gibi üzüntü duymamıştım. Bende bir yabancılaşma duygusu hakimdi. “Bu kadar oluyormuş” dedim.
Afife Jale‘den sonra aklınızda yine senaryo yazma düşüncesi varmıydı?
Hayır yoktu. Ancak ısmarlama olunca yazmak istiyordum.
Yönetmen olma gibi bir iddianız oldu mu?
Hiç yoktu.
Ama Hiçbir Gece filminde yönetmenlik yaptınız.
Hülya Koçyiğit ile Selim Soydan‘ın ısrarı sonucunda olmuştur. Benim için bir gaflettir.
Arada Bir Yalnız Melek filminin senaryosunuz yazıyorsunuz.
Evet. O film Levent Dönmez‘indir. Levent çok eski bir dostumdur. Sinemacı olmayı çok istemiştir. İlk ve son denemesi oldu. Çok iyi çekilemedi ama derli toplu bir filmdir.
Bu film video furyası zamanında mı yapılmıştı?
Doğru söylüyorsunuz evet tam da o zaman yapıldı.
Hiçbir Gece‘ye dönmek istiyorum.
Askere gitmeden önce yazdığım bir senaryoydu.
Selim Bey askerlik sizin başınıza bayağı dert olmuş…
38 yaşında askere gittim ben. Askere gitmeden önce Hülya (Koçyiğit) “Bana bir senaryo yaz” dedi. Hiçbir Gece’nin senaryosunu o zaman teklif ettim. Selim (Soydan) ile ikisi bana, “Yalnız sen çekersen bu film olur” dediler. Aslında çok yanlış bir düşünceydi. Çünkü film çekmek için biraz faşizan bir tavır gerekiyor. Ben öyle değildim. Ömer’de o yoktu ama hep mesafe vardı. Bende mesafe de yoktur. Herhalde içimdeki hevesimi kışkırttılar ya da o film çekilsin diye mi beni ikna ettiler bilmiyorum. Ama ben askere gittim. Hatta buna çok şaşırdılar. Dönüşte çektim filmi.
Neler hissediyordunuz filmi çekerken?
Çok mutsuzdum. Allah’ım tekrar askere gideyim on sekiz ay askerlik yapayım bu filmi çekmeyeyim dediğim çok olmuştur. (gülüşmeler) Hiçbir Gece çok severek yazdığım bir senaryoydu. Sonuçta hiç istemeyerek çekilen bir film oldu.
Ama filmi çekmek için ikna olmuşsunuz…
Ahmet Soner büyük bir zarafetle gelip filmde asistanlık yaptı. Dostum olması dolayısıyla kendisi büyük bir incelik yaptı. Film onun sükûnetiyle bitmiştir. Yoksa ben sürekli seti bırakıp kaçmak istiyordum. Ahmet Soner tutup beni sete getiriyordu.
Ömer Kavur ile Göl filmini yapıyorsunuz. Bu filmi yapma fikri kimden çıkmıştı?
Benden çıkmıştı. Emily Bronte‘nin Rüzgarlı Bayır romanı hem benim hem de Ömer’in çok sevdiği bir kitaptı. O romanı nasıl yerlileştirebiliriz (uyarlayabiliriz) fikri ikimizde de vardı. Müjde Ar‘a bir proje yapılacaktı. Fakat benim hiç sevmediğim bir filmdir. Ne yazık ki olamamış bir filmdir.
Neden peki?
Ömer’den veya benden kaynaklanan sorunlar mutlaka vardır ama daha çok oyunculardan kaynaklanan sorunlar vardı. Müjde (Ar) oynadığı rolü sevmedi. Hatta bir gün benimle münakaşa etmişti. Senaryonun bir yerinde, “Ölüm güzelliği” gibi bir cümle vardı. “Ne demek dedi, ölümün neresi güzel olabilir?” dedi. Yaşama bakışı, o rolü oynayacak insanın rolü değildi. Talat Bulut çok şaşırtıcı kurallar koydu.
Ne gibi kurallar?
“Öpüşmem ben, seyirci benim öpüşmemi istemiyor” gibi. Hakan Balamir filmin başlarında çok istekliydi. Fakat Eğridir‘e çekime gidince, sabah erken saatlerde konan iş programına uymuyordu. Böyle bir takım problemler oluyordu. Bir defa başrollerde oynayan aktör ve aktrisler oynadığı rolleri sevmediği zaman, o filmin kaderi maalesef iyi olmuyor.
* Senaryo Bülent Oran, İbrahim Türk, Dergah Yayınları, 2004
Devamı: Bir Senarist ve Türk Sineması: Selim İleri (Bölüm 3)
Bu röportaj 21.03.2006 tarihinde Hürriyet Medya Center’daki Doğan Kitap ofisinde gerçekleştirilmiştir.