Ertekin Akpınar‘ın ilk sözlü tarih çalışması olan “10 Yönetmen ve Türk Sineması” kitabının ardından yayımlanmasını planladığı “10 Senarist ve Türk Sineması” için Umur Bugay ile yaptığı röportajın üçüncü ve son bölümünü yayımlıyoruz.
Yapımcıların ciddi bir hegemonyasından bahsettiniz. Konuşmamıza oradan devam etmek istiyorum. 1977 yılında Arzu Film’e sizin senaryosunu yazdığınız, Zeki Ökten’in yönetmenliğini yaptığı Çöpçüler Kralı filmini yapıyorsunuz.
Arzu Film, Çöpçüler Kralı filmi için Zeki (Ökten) beni çağırdı. Elimizdeki malzeme çok güzeldi; hikâye, oyuncu kadrosu vs. vs. Zeki ile beraber bir kurgu yaptık. Çok parlak bir film ortaya çıktı. Zeki filmi çok güzel çekti. Kemal (Sunal), Şener Şen, Ayşen Gruda çok iyi oyuncular çıkardılar.
Kemal Sunal’ın oynadığı, Yoksul, Davacı, Postacı gibi filmlerinde senaryosunu yazıyorsunuz.
Kendimizi bayağı bir otomatiğe bağlamışız. (Gülüşmeler) Aslında durum şöyle; Kemal’in perdede yarattığı etki çok büyüktü. Onun oynadığı film salonlarında yer bulmak mümkün değildi. Bu sadece İstanbul’da değil taşranın bütün şehirlerinde böyleydi. Senaryolara dikkat edersen toplumsal bir hiciv görürsün. Hayatın somut gerçeklerini, gülmece unsuruyla aktarmak bana her zaman doğru bir yol gibi gelmiştir.
Bugün o filmler hala TV kanallarında izleniyor. Gösterildiğinde hala reytinglerde ilk sıralarda yer alıyor. O filmler üzerine tezler yapılıyor. Kanımca asıl önemli olan şey şu: Senaryolarınızın dönem sosyolojisini okumakta çok önemli bir veri işlevi gördüğünü düşünüyorum.
Bunları sizden duymak şu an beni çok heyecanlandırdı. Teşekkür ederim.
Bütün bunların yanında aslında sizin tiyatro metinleriyle yıllarca uğraşmanızda da etkisi vardır. Mesela herhangi bir tiyatro metni üzerine yapılan dramaturgi çalışması yapmanızın senaryolarınıza büyük bir katkısı olduğunu düşünüyorum.
Çok iyi bir okuma yapıyorsunuz. Bu söylediklerinizin tamamına katılıyorum. Evet, doğrudur: Senaryo da sahneleme tekniğini nasıl kullanmak gerektiğini tiyatro da yaptığım dramaturgi çalışmalarımdan öğrendim.
1988 yılında Düttürü Dünya filminin senaryosunu yazıyorsunuz. Zeki Ökten yönetiyor, Kemal Sunal başrol oyuncusu. Benim çok sevdiğim filmlerden birisidir. Vestiyercilik yapan eski bir pehlivanın pavyonda sandalyeyle yaptığı güreş bence Türk sinema tarihinin en güzel sahnelerinden birisidir. Bir de yaşadığı o gecekondu evinde Mehmet’in klarnet çalarak kızının oynadığı sahneyi unutamam.
(Umur Bey oturduğu masadan ayağa kalkıyor.) Çok teşekkür ederim. Duygulandırdınız o günlere geri götürdünüz beni. Hala yazdığım senaryoların kıymeti biliniyormuş demek. (Gülüşmeler) Konuşmamızın başında söylediğim bir şey vardı.
Toplumla iç içe yaşıyor olma ve gözlem yapma meselesi değil mi?
Evet. Vapurda, otobüste, çay bahçesinde, sokakta hatta pazara gitmek orada o yaşantıyı o dili görmek bana başka başka hayatların, dünyanın kapılarını açtı. (Umur Bey tekrar masasının bulunduğu koltuğa oturuyor.) Az önce bahsettiğiniz o sahnelerin yazılmasında bu tarz gözlemlemelerimin etkisi büyüktür. İşte senaryo yazmak o dünyaları tanımanın yanında o dünyaları biriktirmek ve kendi akıl süzgecinden geçirerek aktarmaktır. Kim bunun tersini söylüyorsa doğru söylemiş olmaz.
Aslında başka bir yere gelmek istiyordum. Ama söylediklerinizde çok önemli şeyler.
Bahsettiniz sahneleri hatırladım birden ve sadece o filmin değil, filmdeki o sahnelerin bile hatırlatılmasından büyük bir memnuniyet duydum. Buyurun sizin istediğiniz yere gelelim şimdi. (Gülüşmeler)
Gelmek istediğim yer şurasıydı: Senaryosunu yazdığınız birçok Kemal Sunal filminin gişede çok iyi işler yaptığını biliyoruz. Düttürü Dünya’nın gişe de iş yapamamasını neye bağlıyorsunuz? Hatta buna Yoksul filmini de ekleyebiliriz değil mi?
Bahsettiğiniz iki filmin yapısı diğer Kemal Sunal filmlerine göre daha farklılıklar gösteriyor. Birinci neden olarak bunu söyleyebilirim. İkinci nedeni Zeki’nin (Zeki Ökten) sosyo-politik bir tarzının olması diyebilirim. Evet dediğiniz gibi fazla iş yapmadı o filmler. Burada bir şey söylemeliyim; Kemal (Sunal) Zeki’yle yaptığı filmleri çok severdi. Her zaman ofisimize gelirdi ve memnuniyetini dile getirdi.
Ben de kendisiyle o yıllarda film yapmak istiyordum. Yapımcılık yapacak paramız olmadı, yapamadık. Kemal (Sunal) vefat ettikten sonra biraz para sahibi oldum. Yapımcılığa ondan sonra başladım. Ama bu defa da üzerimde Bizimkiler dizisinin büyük baskısı oluştu.
Bizimkiler dizisi televizyonun en uzun sürekli işlerinden biri. Proje ilk nereden aklınıza geldi?
Bizimkiler, Perihan Abla dizisinden çıktı. Kandemir Konduk, Güler (Ökten), Zeki (Ökten) ve ben çalıştığımız ajanstan ayrılmıştık. Kandemir (Konduk) bir akşam arkadaşlarla bize geldi. “TRT2’nin açılışı var. İstanbul Televizyonu olarak bir dizi yaptırmak istiyorlar” dedi. Kandemir (Konduk) yazarı, biz yapımcısı olarak ortak işe girdik. Şevket (Altuğ), Perran (Kutman) vardı. Çok parlak bir iş oldu. (Perihan Abla dizisinden bahsediyor.) 60-70 bölüm olduysa ben 10 bölüm falan yazdım. Daha sonra Şevket (Altuğ) diziden ayrılınca, dizinin devam etmeyeceği anlaşıldı. Kendi aramızda, “işi tadında bırakalım” dedik.
İşte o zaman oturup Bizimkiler dizisinin sinopsisini yazdım. Serpil Akıllıoğlu o zaman TRT daire başkanıydı. Projeyi TRT’ye götürdüm, drama kuruluna girdi. Drama kurulunda Mim Kemal Öke ısrarla, “TRT bunu yapsın, Umur Bugay’ı tanıyorum. Yazıları çok iyi, yapacağı dizi TRT’ye şan getirir, şöhret getirir” gibi şeyler söyledi. Daha sonra TRT’ye çağrıldık. Gidip anlaşmamızı yaptık. Bizimkiler dizisini başlangıçta şöyle düşünmüştüm; “Şükrü Bey ve Ailesinin Maceraları”. Şükrü Bey iş peşinde koşan, devamlı hayalperest, çocuklarını oradan oraya götüren bir adamın maceralarını anlatmak istiyordum.
Kendi hayatınızda bunun bir karşılığı var mıydı?
Babam öyle bir adamdı. Arkadaşını zengin etmek için kendi işini bıraktı başka bir işe girdi. Aslında ben babama “Baba” diye bir şey yazmak için yola çıkmıştım. Daha önce size çocuk dergilerinde yazılar yazdığımı söylemiştim. Babam için yazacağım metnin böyle bir şey olmasını istiyordum. Kafamdaki bu hikâyenin çok hoş olacağını düşünmüştüm. Şükrü Bey, annesi, babası, çocukları, oturdukları apartman filan derken bir takım kahramanlar, karakterler ortaya çıktı birkaç kişiye okutup onların fikirlerini aldım.
Ne dediler?
Çok olumlu şeyler söylediler. Zamanla yan hikâyeler oluşmaya başladı. İşte hastanede bir adamla tanıştı, onun kızı yanına ziyaretçi olarak geldi o kıza birden âşık oldu filan.
Kendi yazdığınız dizileri, bugünkü dizelerle karşılaştığında neler söylemek istersiniz?
Zaman zaman izlediğim dizilerde manzara şöyle; dizinin başrol oyuncusu bir sene sonra ya otomobil kazası geçirecek, ya intihar edecekler, ya çocuklarını kaçıracak vs. vs. İşte bunlar çok klişe kalıplar. Hatta geçen bir dizi de şöyle bir şey izledim. Bir adam üst üste 5 defa kalp krizi geçiriyor. Bu olmaz ki! Birinden kurtarırsan, ötekinde mutlaka ölürsün. Diziyi devam ettirmek için yapılan işlerin mantıklı olması gerekiyor.
Bizimkiler dizisinin farkı şuydu; Toplumun çeşitli aile tabakaları vardı. Parazit sınıflar, emekçiler, kapitalistler adını ne şekilde koyarsanız koyun bütün bunları bir apartmanda toplayıp bir arada yaşamanın uyum ve uyumsuzluğunu tatlı dille yürütebilmenin imkânını anlatmaya çalıştım. Herkes kendisinden bir şeyler buldu o ailelerde. Anlattığım hikâye bizim hayatlarımızdı ve başarısının sırrı burada yatıyor.
TV tarihinin en uzun süreli ve iz bırakan dizilerinden biriydi…
Teşekkür ederim. Evet öyleydi. Başlangıçta 12 bölüm yaparız diye anlaşmıştık TRT’yle. İşte işsiz kalmayız diye düşünmüştüm. Ama sonradan tutulunca nasıl devam ederiz diye de kara kara düşündüm. Bu arada söylemeden geçmek doğru olmaz rahmetli Sulhi Dölek diziyi iki sene yazmıştır.
14 yıl boyunca bir diziyi TRT’de devam ettirmek cidden çok zor bir iş.
TRT’den sonra özel kanala geçti. Bir kuşak doğdu büyüdü…
Hatta biraz daha sürseydi evlenme çağına gelecekti. (Gülüşmeler)
Bizimkiler hafta sonu yayınlanan bir diziydi. Özel kanallarda Pazar günleri spor programları olurdu. Biliyor musun o programlardan bile daha çok izleniyorduk.
Hemen arkasından Yazlıkçılar dizisine başlıyorsunuz.
Bizimkiler dizisinin oturmuş bir oyuncu vardı. Beraber zaman geçirmekten çok keyif alıyorlardı. Bizimkiler dizisi yaz sezonuna girdiği zaman herkes bir tarafa dağılıyordu. İşte o ekibin dağılmaması adına Bizimkiler dizisine yaz sezonunda ara verdiğimizde Yazlıkçılar dizisine başladım. O da sevildi. Böylelikle yapımcı oldum.
Evet yaptım.
Duruşma ve Koltuk Sevdası’nı yaptınız.
Koltuk Sevdası dizidir.
Doğru. Şunu sormak için bu iki örneği vermiştim. Her iki alanda da senaryolar yazdığınız için soruyorum: Sinema ve dizi senaryoları arasında ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
Tabii ki çok farklı alanlardan söz ediyoruz. Sinema ve dizi senaryoları hem mantık hem de kurgu olarak farklı yapılardır. Az önce size Bizimkiler dizisinden söz etmiştim neden bu kadar yıl uzun sürdü?
Neden?
Hikâyenin sürekliliğe uygun bir yapısı vardı da ondan. Bakın bugün TV’lerde birçok dizi izliyoruz. İzlediğimiz bütün dizelerde sorun şudur: Süreklilik yapıları yok. O zaman, o diziyi ne kadar sürdürebilirsiniz ki? Klasik ömürleri vardır bu tür dizelerin. Hikâye tıkanmaya başladığı zaman kendisini tekrar etmeye başlıyor. Bizimkiler’de böyle bir şey yoktu.
Sizin formülünüz neydi peki?
Formülüm yok. Ben yaparak öğrendim. Diziyi bir film gibi düşünürseniz yazdığınız hikâyeyle sorununuz olmaz.
İlginç bir tespitte bulundunuz. Bunu biraz daha açmanızı istiyorum.
Türk sinemasında karakterler vardı. Karakter yapılarını ne kadar güçlü kurarsanız hikâyenizin o kadar sağlam ayakları olur. Bugünkü dizilere bakalım beslenme kaynakları nerelerden geliyor.
Eski Yeşilçam filmlerinden.
Çok doğru.
Ama sizce şu yanlışlığa düşülmüyor mu, bugünkü dizelerde karakterler ikinci plana itilmiş durumda. Dizilerde daha çok tip’ler üzerine bir işleme yapılıyor.
Sorunun yanıtını sen vardın. (gülüşmeler) Söylediklerine bir ilave daha yapmak istiyorum.
Buyurun.
Türk sinemasının hikâye yapıları, klasik yapının uzantısıdır.
Zengin kız-fakir adam örneğinde olduğu gibi mi?
Evet, tam da öyle. Metin Erksan’ın Acı Hayat örneğini ele alalım. O filmde bazı sahneleri diyalogla anlatamazsınız. Metin Erksan’da öyle yapmış. Ama bu filmin dizi uyarlamasını sinemaya aktarırsak o sahnelerin diyalog ağırlıklı olması gerekir. Dizi de sahneleri sessizce geçiştiremezsiniz. Ya müzik altı kullanırsınız o sahne de ya da diyaloglarla örersiniz. Başka bir seçeneğiniz yoktur. Televizyon yapı olarak görsel yanı güçlü olan bir araç değildir izlerken mutfağa gidiyorsunuz, telefonunuz çalıyor, bir maçın skorunu öğrenmek için kanal değiştiriyorsunuz, yemek yiyorsunuz vs. vs. Ama sinema öyle mi? Para verip sinema soluna giriyorsunuz bir koltuğa oturup bir karanlığın içinde perdeyle baş başa kalıyorsunuz. Sinemanın büyüsü bambaşkadır.
Bunu söylüyorsunuz ama daha çok dizi sektöründe yol alıyorsunuz.
Televizyonun alternatifi çok olduğu için orada yol aldım. Bu benim tercihimdi. Konuşmamızın başında Ertem Eğilmez’den bahsettim size.
Evet.
Daha çok kitlelere uğraşmanın en kısa yolu orası da ondan. Dizinin bugünkünü bölümünü kaçırırsanız haftaya bakıyorsunuz, iyi kötü özetleri de koyuyor şimdi. Bir bölüm izlemeseniz bile kaybedecek bir şeyiniz yok. Ama film yaptığınız zaman bu böyle değildir. Sinemada her sahneyi değil her planı düşünmek zorundasınız. Sinema hakikaten çok profesyonellik isteyen bir alandır. İyi bir şey yapmak zorundasınız, çünkü sinema gişe için yapılıyor.
Bağımsız sinema diye de bir olgu var ama.
Olabilir. Ben başka bir şeyden bahsediyorum. Ama sizin söylediğinize yanıt vereyim: Ne kadar bağımsız olsa da sinemanın ekonomik bir alanı vardır. Bütün bunları düşünmeksizin yapılan sinema herhalde yapılmamalı.
Bütün bunları düşünmeksizin yapanlara ne söylemek istersiniz.
Bir şey söylemek istemem sadece şapka çıkartırım. (gülüşmeler) Benim izleyicim olmamalı, filmime bir kişi gelmesin diyen bir yapımcı veya yönetmen olur mu Ertekin? Profesyonel bakış açıma bu mantık sığmıyor.
O zaman izleyicisi çok olan filmlere bayılıyorum mu diyorsunuz?
Tuzak bir soru bu. (gülüşmeler) Hayır hiç öyle bir şey yok.
“Televizyona yapılan işler suya yazı yazmak gibidir. Kaybolur gider.”
Senaryo yazmak isteyen insan neler yapmalı sizce? Neler okumalı, neler izlemeli, nelerle uğraşmalı, nerelerden beslenmeli?
Asıl beslenme damarı hayatın kendisidir. Kendimden örnek vereyim; mesela vapurlarda, otobüslerde, trenlerde çok yolculuklar yaptım. İyi diyalog yazabiliyorsam kulağımın iyiliğinden, baktığım insanları iyi görmemden kaynaklanıyor. Bu yetiyor mu? Yetmiyor tabii… Sizin bütün bunları süzgeçten geçirecek bir aklınızın, yeteneğinizin olması gerek. Bir düşünce sistematiğinizin, bir bakışınızın olması ve bunu yansıtmanız lazım. Özellikle mizahçı olduğum için bir şeyin ya da her şeyin tersini görmeye çalışıyorum. Tersinden, madalyonun öteki yüzünden anlatmaya çalışıyorum. Komedi budur, mizah budur. Bana göre mizah sapına kadar edebiyattır. Ulvi bir değerdir, şeytani bir değerdir.
Edebiyat…
Boris Vian’ı çok severim. Tabii ki Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü gibi bir film yapmak isterdim. Muhteşem bir filmdir. Amerikan toplumunun tüketim kültürünü bu kadar sert anlatan, globalizmin canına okuyan, o bıkkınlığı çok güzel veren bir yazardır Chuck Palahniuk. Diğer kitaplarını da okudum. Hepsi birbirinden güzel eserlerdir. İşte böyle filmler yapmak, böyle kitaplar yazmak isterdim.
Televizyonda senaryosunu yazdığınız bir filminiz oynadığında neler hissediyorsunuz?
Başka bir şey söyleyeyim Ertekin; daha çok kitap yazmak isterdim. Televizyona yapılan işler suya yazı yazmak gibidir. Kaybolur, gider. Kitap öyle mi? Dostoyevski, Cehov bak hala yaşıyorlar.
O günlere geri dönüyorum tabii. Masa başı çalışmalarını hatırlıyorum. Eksikliklerimi görüyorum. İzlediğim filmde o günkü Türkiye’yi hatırlıyorum.
Pişmanlık oluyor mu peki?
Hayır. Niye pişman olayım ki. Hayatımda gizleyecek saklayacak bir şeyim olmadı. Biraz ukalaca olacak ama şunu söyleyeyim; veremeyecek bir hesabım yok bu hayata.
Özel üniversitelerle birlikte sinema okullarında bir artış var.
Eğitim konusunu önemsiyorum. Ama şu da var: Sinema sanatının öğrenilmesi dört yıllık eğitimle olacak bir şey değil. Dediğiniz gibi okul sayısı arttı ama bu sayının artışı karşısında sinemamızın durumda önemli bir ivme görmüyorum. Beni yanlış anlamanızı istemem bakın siz de değerli bir çaba içindesiniz. Kısa filmler çekip ödüller almışsınız. Oturup 10 Yönetmen ve Türk Sineması kitabını hazırlamışsınız. Şimdi de Türk sinemasında iz bırakmış senaristlerle oturuyor ve konuşuyorsunuz. Türkiye’de maalesef her çaba yerli yerine oturmuyor. Türk sinemasının her alanında çalışan emek veren kişilerin işi çok zordur. Hele bir de aklınızı iyi kullanamıyorsanız kendinizi kullandırmaya başlıyorsunuz.
Senaryosunu yazdığınız filmlerin aşamasında hayal kırıklığına uğradığınız oluyor muydu?
Sinema söz konusu olduğunda hayal kırıklığı hep olur. Nelerin olup nelerin olamadığını görüyorsunuz. Tipik bir Yeşilçam refleksidir bunlar. Film çekimi biter, kurgusu yapılır ve siz her satırınızdan sorumlusunuzdur.
Yazdığınız senaryo da, bir veya birkaç sahneyi yönetmen çekmediği için filmde eksiklikleri görüp eleştiri hakkınızı kullanmıyor musunuz?
Demezler mi o zaman, “o yönetmenle çalışmasaydın” diye. Bazı alanlarda sizin bir senarist olarak inisiyatifiniz yoktur. En azından Yeşilçam döneminde bu böyleydi.
Bu haksızlık değil mi?
Bilmiyorum. Hayat kişisel tercihlerden ibarettir. Bir şeyi tercih ettiğinde birçok tercihten vazgeçmiş olursun. Kaybettiğini fark edersen, kazandığının değerini daha iyi anlarsın.
Hayatınızı senaryolar yazarak kazanmış birisiniz. Tiyatro skeçleri, sinema filmleri, TV dizileri… Sizinle konuşurken tiyatro oyunlarında beraber rol aldığınız, senaryosunu yazdığınız filmlerde oynayan oyuncular, o filmlerin yönetmenleri çok müthiş ve heyecan verici hikâyeleriyle karşılaştım.
Çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Bütün bunlardan sonra hayatınıza geri dönüp baktığınızda ne hissediyorsunuz? (Umur bey bir süre susuyor)
(Umur Bey’in gözleri doluyor)
İsterseniz bu soruya yanıt vermeyebilirsiniz?
Ben bir soru sorayım o zaman?
Lütfen.
Bu kadar konuştuk. Bu konuşmalardan sonra benim hakkımda ne düşünüyorsunuz. Siz de nasıl bir intiba bıraktım.
Sorularıma son derece içten ve samimi yanıtlar veren bir senarist, bir yapımcı, bir yönetmenle karşılaştım. Anlatmaya çalıştığım duyguyu Victor Hugo’nun şu cümlesiyle desteklemek isterim: “Sanatçı hayatın vicdanıdır.” (Umur Bugay, tokalaşmak için elini uzatıyor. El sıkışıyoruz.)
Çok güzel bir konuşmaydı. Sizi tanımaktan çok memnun oldum. Söyleşimiz bittiyse sizi salonda ofiste çalışan kişilerle ve salonda bulunan oyuncu dostlarımla tanıştırayım.
Nasıl isterseniz…
Kişisel Not: Söyleşi sonrasında Umur Bugay’ın Cihangir’de bulunan ofisinde oyuncu dostları; Mehmet Akan, Salih Kalyon, Aykut Oray, Hikmet Karagöz ve Ercan Yazgan vardı. Sohbetimize kısa süre de olsa orada devam ettik.
*İsmail Hakkı Dümbüllü (1897-1973) Geleneksel Türk Tiyatrosunun son temsilcisi. Ortaoyunu ve Tuluat sanatçısıdır.
** Ulvi Uraz (1921-1974) Türk tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen. Kurduğu topluluklarla Türk tiyatrosunun birçok tanınmış oyuncusunu yetiştirmiştir.
*** Bitti ***