Ertekin Akpınar‘ın ilk sözlü tarih çalışması olan 10 Yönetmen ve Türk Sineması kitabının ardından yayımlanmasını planladığı 10 Senarist ve Türk Sineması için Umur Bugay ile yaptığı röportajın birinci bölümünü yayımlıyoruz.
1941 Ankara doğumlusunuz. İsterseniz buradan başlayalım.
1941 nüfusta resmi kayıt tarihim. Ama 1940 yılının Ekim ayında doğmuşum. Savaş yılları olduğu için babam askere erken gitmemem için nüfusa, 1941 Ocak ayını yazdırmış. Ankara doğumluyum. Babam askeriye de memurdu. Bir büyük ağabeyim menenjitten vefat etmişti. Annem onun acısına dayanamadığı için babam İstanbul’a tayinini istedi. İstanbul’a geldiğimizde 5-6 yaşlarındandım. Kocamustafapaşa’da oturduk. Annem hasta oldu ve bir yıl kadar kliniklerde yattı. Doktor, “Karşı tarafın içme suları iyidir. O tarafta taşının” dedi. Böylelikle, Kocamustafapaşa’dan, Bağlarbaşı’na taşınmış olduk. İlkokula o orada başladım. Bağlarbaşı 48. İlkokulu. Taş Mektep ve o zaman okullar numaralıydı. İlkokulu orada bitirdim. Yönetmen Zeki Ökten’le ilkokul 1. sınıftan arkadaşız. İlkokuldan sonra Fıstıkağacı Ortaokulu’nda da yine Zeki Ökten’le beraber okuduk. Mezun olacağımız yıl okulun adı Üsküdar Kız Lisesi olarak değişti. Haydarpaşa Lisesi’ne yazıldım. Çocukluğumun tamamı Anadolu yakasında geçti. Avrupa yakasını çok az hatırlıyorum. Bağlarbaşı, Yeldeğirmeni derken 60’lı yıllarda Kalamış’ta ev alıp oraya taşındık.
Neler okurdunuz?
Abim Saim Bugay, Türkiye’nin önemli heykeltıraşlarından biridir. Onun çok güzel bir kütüphanesi vardı. Benden biraz büyüktür. Çalışıp kazandığı parayla her zaman gidip kitaplar alırdı. Yaşar Nabi Bey (Nayır), Varlık yayınlarından her hafta bir kitap yayımlıyordu. Önce abim o kitabı okurdu, sonra ben daha sonra da Zeki (Ökten) alıp okurdu. Orhan Kemal’in Baba Evi’ni, Avare Yıllar’ı, Sait Faik, Panait İstrati, Maksim Gorki kitaplarını okurduk. Varlık yayınlarını ne yayımlarsa hemen alıp okurduk. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı kitaplar çok güzeldi. Sonra Sertel’lerin (Sabiha ve Zekeriya Sertel’den bahsediyor) yayımladığı cep kitapları vardı. Bu arada Çocuk Haftası, Doğan Kardeş, Pekos Bill, Mike Hammer gibi dergi ve çizgiromanları çok severdim. Lise yıllarımızda Zeki (Ökten), Turgay Sönmez, Aydın Hatiboğlu (şair) tiyatro grubu kurduk.
Mehmet Akan?
Mehmet Akan bizden öncedir. Tiyatro yapıyordu o.
“Zeki Ökten liseden sonra Şehir Tiyatroları’nda figüranlık yaptı. Bunu kimse bilmez.”
Sinemayla bir ilişkiniz var mıydı?
Çocukluğumda evimize gelen misafirlere kuklalar oynatırdım. İsmail Hakkı Dümbüllü* hafta sonlarında, Bağlarbaşı Çırağan Sineması’na gelirdi. Zeki’yle (Ökten) beraber, İsmail Dümbüllü’yü yakından görebilmek için sinemacıyla anlaşırdık. Sinema toprak zemindi. Ortalığın toz olmaması için toprak zemine sular dökerdik. Açılır kapanır sandalyeleri kurardık. Bu sayede içeri bedavaya girerdik. Gazozlarımızı alıp en öne otururduk. Müthişti tabii. Belki de bizi sahneye yakınlaştıran şey bu olay olmuştur. Zeki (Ökten) liseden sonra Şehir Tiyatroları’nda figüranlık yaptı. Bunu kimse bilmez. Oradan kendisine birçok arkadaşlar edindi. Ben de öyle.
O yıllarda sinemalarda izleyip aklınızda kalan filmler nelerdi?
Öncelikle Avare filmidir. Bizim dönemimizde korsan, western, İtalyan filmleri vardı. Onlar daha çok aklımda kalmış. Chaplin, Lorel ile Hardy daha alternatif sinema salonlarında gösterilirdi. Hafta sonlarında, Kadıköy’deki Hale, Opera ve Süreyya sinemalarında oynayan filmlerin birinden çıkar diğerine giderdik.
Az önce lise yıllarınızda tiyatro grubu kurduğunuzu söylemiştiniz. Tiyatro izler miydiniz?
Tiyatroları hiç kaçırmazdık. Kenterler, Karaca Tiyatrosu’nda Salıncakta İki Kişi’yi oynamışlardı. Dört defa izlemişimdir o oyunu. Lise son sınıfında Beyoğlu’na çıkmaya başlamıştım. Votka içmeye, Çiçek Pasajı’na gitmeye başladım. Muhitim genişlemeye başlamıştı. Kanımızın kaynadığı yıllardı.
Üniversite seçiminde, Felsefe Bölümü’nü tercih etmenizin nedeni neydi?
Estetik ve düşünce tarihini öğreneceğimi düşündüm. Felsefe, bilimin anahtarıdır. Felsefe okumak bana çok şey kattı.
Peki sonra?
Üniversiteye kayıt olduktan sonra Arena Tiyatrosu kurulmuştu.
Kim kurmuştu?
Asaf Çiyiltepe. Abimin arkadaşı Şükran Kurdakul, “Asaf’a bir yazı yazayım senin için” dedi. Asaf Çiğiltepe o yıllarda Paris’ten gelmiş büyük bir tiyatro yönetmeniydi. Onun yanında çok şey öğrenebileceğimi düşündüm ve “Ne iş olsa yaparım” dedim. Şükran Kurdakul bir mektup yazdı ve o mektubu aldım gittim. “Şükran söylediyse olur bu iş, biraz bekler misin?” dedi.
Tiyatronun oyuncu kadrosunda kimler vardı?
Tunca Yönder, Genco Erkal, Tolga Aşkıner, Tuncer Necmioğlu, Haydarpaşa Lisesi’nden sıra arkadaşım ressam Mehmet Güleryüz, Başar Sabuncu, Ani İpekkaya, Çetin İpekkaya gibi oyuncular Asaf Çiyiltepe’nin yanında çalışıyorlardı.
Devam edelim lütfen.
Birkaç gün sonra Asaf Bey, “Yeni bir oyuna başlıyoruz. Romanyalı bir yazarın Kayıp Mektup adlı politik oyunu oynayacağız. Orada partizanlardan birini sen oynayacaksın” dedi. Arena Tiyatrosu’na Şevket Altuğ ile birlikte stajyer olarak girmiştik. Müzikleri, Timur Selçuk yapıyordu. Turnelerde müthiş eğleniyorduk.
Felsefe bölümünde okurken oyuncu olmaya mı karar verdiniz?
Oyuncu olmak istiyordum ama şunu söyleyeyim ben kendimi hiçbir zaman oyuncu olarak görmedim. Tiyatro oyunlarında rol aldım çok beğenildim. Ama oynadığım bütün oyunlardan bir oyuncu olarak tatmin olmadım.
Benim için oyuncu, şarkı söylemeli, dans edebilmeli, cambaz gibi duvara tırmanabilmeli kısacası kapasitesi iyi olmalı. Aklıma ve yeteneğime güveniyordum ama bedenime güvenemiyordum. Ritimsiz bir adamım. Mesela tiyatroya başladığımda sesim çok cılızdı. Zamanla oynadığım oyunlar sayesinde sesimi açabildim.
Arena Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Halk Oyuncuları ve Dostlar Tiyatrosu’nda çalışıyorsunuz. O yıllar da yazdığınız bir şeyler var mıydı?
Lise yıllarımda mizaha çok ilgi duyuyordum. Hatta Nasıl Kaleci Oldum diye bir hikâye yazmıştım. Panayır yerlerinde kaleci olan kişiler vardır. Kendimi onlardan biri olarak görüp o hikâyeyi yazmıştım. Hikâyeyi, o yıllarda Aziz Bey’in (Aziz Nesin) çıkardığı Karakedi Dergisi’nde açılan bir yarışmaya gönderdim. Hikâyemi çok beğeniyordum. Ödül olarak 5.000 lira aldım. Hatta Aziz Bey, “Gel bu dergi de yazılar yaz” demişti. Bu ödül beni motive etti. “Demek ki ben bir şeyler yazabilirim” demeye başladım. O sırada Genco (Genco Erkal) ile beraber tiyatro çalışıyoruz. O da, “Senin yazmaya müthiş bir kabiliyetin var. Sen yazmalısın” dedi. Ben de, “doğru söylüyorsun ama daha o heyecanı ve o cesareti kendimde bulamadım” dedim. Keşanlı Ali Destanı’nda hem asistanlık hem de oyunculuk yaptım. Yaşımla ilgili olmayan bir rol oynadım.
Hangi roldü?
Tophane’li bir serseri, Keşanlı Ali’yi vurmaya gelen manyak bir adamı oynadım. Turnelerde bir iki defa kapı dışarı edildim.
Anlamadım.
Oyuna rolüm gereği izleyicilerin salona girdiği kapıdan giriyordum. Böyle bir-iki turne temsillerinde dayak yedim. (gülüşmeler) Ama o oyunun bütün temsillerinde çok şeyler öğrendim. Bir-iki yerde nara atıyordum. Sesimi açmayı öğrendim. Oyuncu olarak çok beğenildim. Neyse, bunlar işin teferruatı. Zamanla tiyatro sahnelerinde aranan bir kişi olmaya başladım.
Okulu bitirmiş miydiniz o ara?
Yok hayır. Bir yandan okul devam ediyordu. O kısmı şöyle özet geçeyim: Okula 1960 yılında girdim, 1964 yılında bitirdim.
Tiyatroyla devam edelim…
Keşanlı Ali Destanı çok büyük sükse yaptı. Sonrasında Refik Erduran’ın Direklerarası-Kanto oyununda bekçi rolünü oynadım. Ülkü Tamer var, Şevket Altuner vardı. Onlar gençleri oynuyorlardı. 20-22 yaşında adam olarak 70’lik ihtiyar mahalle bekçisini oynadım. (gülüşmeler)
Bir taraftan yazılar yazıyorsunuz…
Evet. Mizah ağırlıklı.
Dergilerde yayımlanıyor muydu?
Evet, tabii.
Oyun yazmayı düşündünüz mü o yıllarda?
Gogol’un, Palto’sunu sahneye koymuştum. O oyundan sonra düşünmeye başladım. Yaşar Kemal’in Teneke’sinde ağalardan birini oynadım. Şimdi düşünüyorum da gerçek tiyatro o zaman yapılıyormuş. Televizyon henüz yoktu. Bu kadar alternatif yoktu. O yıllarda 30 bilemedin 35 tiyatro vardı. Aslında, İstanbul gibi bir yerde bu kadar tiyatro hiçbir şey demek değildi. Ama tiyatroların hepsi tıka basa doluyordu.
Bahsettiğiniz gerçek anlamda tiyatronun altın çağıymış.
Evet, evet dediğiniz gibi tiyatronun altın çağıydı.
Bir taraftan öyküler yazıyorsunuz, tiyatro da oynuyorsunuz hatta politikayla da uğraşıyorsunuz…
Türkiye İşçi Partisi’ne üyeydim.
Mehmet Ali Aybar’ın başkanı olduğu parti.
Evet. Sendikacılarla, Mehmet Ali Bey’in (Mehmet Ali Aybar) kurduğu Türkiye İşçi Partisi’ydi sözünü ettiğim. Birçok ünlü isim vardı. Ben ve arkadaşlarım Kadıköy şubesinin bayraktarlığını yapıyorduk. O zamanlar diyorlar ki; bir sanatçıya, bir tiyatrocuya yakışmaz böyle şeyler. Biz bayağı sosyal bir dönem geçirdik. İşte tiyatroyu dolduranlarda bunlardı zaten.
Ömer Kavur ile yaptığım bir röportajda söylemişti: “Bizim dönemimizde Yaşar Kemal’in kitabı çıktığı zaman okumamak çok ayıp bir şeydi. Yani hemen okuyup tartışırdık, okumayan biri olduğu zaman onu aramızdan uzaklaştırırdık” diye.
Tabii ki öyleydi. Bugün bile hiç olmazsa ay da bir kitap okuyorum. Televizyona dönüp bakmıyorum, müzik dinliyorum, dergileri okurum.
Bahsettiğiniz dönemde sinemayla ilginiz ne düzeydeydi?
Sinemayla izleyici olarak devamlı ilgiliydim. Kendimi özdeşleştirdiğim filmler oldukça fazlaydı. Kısacası sinema hep vardı hayatımda. Haftada 2-3 film mutlaka seyrediyordum. Tabii ki tiyatroyu profesyonel olarak öğrenmeye başladığımda izlediğim filmlerle ilişki kurmam daha kolay oluyordu.
Peki ya askerlik?
Bir gün, bir polis gelip askere çağrıldığımı söyledi. Apar topar tiyatroyu filan bırakıp Tuzla Piyade Okulu’na askere gittim.
1965 yılıydı. Tabii her şey kesintiye uğradı. Askerliğim döneminde de şansım yaver gitti. Gülriz’in (Gülriz Sururi) babası rahmetli Lütfullah Sururi okul komutanını tanıyormuş, bana büyük bir torpil yaptı. O yıllarda Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’dı. Ordu komutanlarından filan torpiller vardı. Yaz aylarında yapılacak olan turneler vardır. Teneke oyununda bana ihtiyaç oldu. Gülriz’in babası sayesinde izin aldım. Tabur komutanı, “siz neymişsiniz” diye uçak biletimi verdi. Cebime para koydular. Hemen sivil elbiselerimi giyip paldır küldür İzmir’e gittim. Böyle avantalı bir askerliğim oldu.
Askerden sonra?
Askerliğimin bitimine üç ay kala Tuncer Necmioğlu, Tuncel Kurtiz, Müjdat Gezen’i de almışlar yanlarına, Aydın Süleyman bir oyun yazmış. Bana “gel sen oyna” dediler. Ben dedim ki, “Oynarım ama yedek subayım. Benim canıma okuyabilirler.” Neyse torpille rapor aldık. Oyunu oynaya başladık.
“Tiyatromuza molotofla saldırı oldu.”
İstanbul Aksaray’da Küçük Opera’da oynuyoruz. Her gösterimde salon tıklım tıklım doluyordu. Çok güzeldi işimiz. Sonra tiyatroya baskın oldu.
Anlamadım. Ne baskını?
Adalet Partisi’nin Gençlik Kolları tarafından tiyatromuza molotoflu saldırı oldu. Biz oyunculara, “Terbiyesizler, en büyük Türkiye” diye bağırdılar.
Askersiniz. Bu durum sizin başınıza iş açmadı mı?
Açmak üzereydi onu da söyleyeceğim. Biz mecburen Ankara’ya gittik. Arkadaşlar, Ankara’da Teneke’yi sahneye koydular.
Arkadaşlar derken kimi kastediyorsunuz?
İkinci Halk Oyuncuları grubunu kastediyorum. Grubun kurucularından ve ortaklarından biriydim. Kafam, kaşlarım kazılmış vaziyette ve peruk takarak oyun oynuyorum. Asker olduğum ortaya çıkarsa, o güne kadar yaptığım askerliğim yanacak. O kadar büyük bir hoşgörüsüzlük vardı ki anlatamam. Türkiye’de garip olaylar olmaya başladı. Milliyetçiler ciddi şekilde provokasyonlar yapıyordu. Neyse biz oyunlarımızı Ankara’da oynadık. Ankara’da Teneke, Pir Sultan Abdal oyunlarımız bitti. Hatta Çetin Altan’ın Komisyon oyununu oynadık o da bitti. Vedat Türkali’nin 141. Basamak adlı oyununu okuduğumuz zaman draturjisinin içinden çıkamadık.
Askerlik bittikten sonra bir süre Ankara’da kaldım. 1970’li yılların sonunda Ankara’da, Genco Erkal beni Dostlar Tiyatrosu’na davet etti. Küçük Sahne’de Jean-Paul Sartre’ın Nekrassof oyununda başrolü oynadım.
Nasıl bir karakterdi?
Fransız basın dünyasında kâr etmek uğruna işler çeviren Mösyö Jules adında dümenci bir adamı oynuyordum. Yönetmen Yavuz Özkan da vardı bizim grubun içinde. Daha sonra Asiye Nasıl Kurtulur? oyununu oynadık. Hakikaten güzel bir oyun oldu. Başar Sabuncu’nun sahneye koyduğu Zemberek oyununu oynadım. O oyun başarısız oldu. Yıl, 1971’di. Mart ayında Küba Devrimi olmuştu.
Bu arada Havana Duruşması’nda oynadınız.
Dersinize iyi çalışmışsınız. (gülüşmeler) Söylediğiniz doğrudur. Havana Duruşması’nı Genco’yla (Genco Erkal) birlikte dramaturgisini yaptık ve sahneye koyduk. Benim için onur meselesiydi. Genco ile aramızda üç yaş var. O benim için ideal bir tiyatro oyuncusuydu. Yani benim çok benimsediğim bir oyun tarzı vardır. Genco, tiyatroyu çok iyi bilmesinin yanında, ne yaptığını da bilen nadir bir oyuncudur. Hala müthiş bir çabanın içinde ve o çabayı her zaman hayranlıkla izliyorum.
“Sıkıyönetim komutanı tiyatromuzu kapattı.”
Küba Devrimi’nden bahsettiniz. O sırada Türkiye’nin sosyal panoramasını nasıl görüyordunuz?
Tıklım tıklım üniversitelerde oyunumuzu oynuyorduk. Küba’da yaşanan devrimin burada da olacağını duygusunu yaşıyorduk. Bir taraftan Halk Dergisi çıkıyordu. Bu dergi şehir gerillasından bahsediyordu. Toplumsal muhalefet çok yüksekti. İlginçtir Türkiye İşçi Partisi o süreçte zayıflamaya başlamıştı. Mart ayında muhtıra ilan edildi. Sıkıyönetim komutanları sürekli bildiri yayınlıyordu. Bütün tiyatrolar ciddi bir baskı altındaydı. Baskı altında oyunlarımızı oynuyorduk. Bir gün eli silahlı subaylar tiyatromuza geldi, “oyunu durdurun” dedi. Ben de, “yaptığımız iş sanatın bir parçası, sanat taraf tutmaz” dedim. Tabii dinletemedik. Daha sonra sıkıyönetim komutanı gelip tiyatromuzu kapattı.
Sonrasında ne yaptınız?
O seneyi kendi aramızdaki dayanışma duygusuyla geçirdik. Daha sonra Mehmet Akan, Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi’nin yerli bir adaptasyonunu sahneye koydu.
Tiyatroya devam ettiniz.
Evet. Ama şunu söylemek isterim. O dönem Genco’yla şöyle bir konuşmamız var; dedim ki, “Ben oyunculuğu bırakacağım. Şöyle bir hesap yaptım, tiyatroya başladığım günden beri sahnede hepiniz ayakta oyunlarınızı oynuyorsunuz, ben sürekli yerlerde sürünüyorum. Devamlı böyle ya hırsız oluyorum ya kafama biri bir odun geçiriyor ya da başıma gelmedik kalmıyor… Ulan ben hep toz toprak içindeyim. Ya isyancı ya üstü paramparça olmuş dilenciyi oynuyorum. Şöyle güzel kostümler giyip tahta niye oturmuyorum.” (gülüşmeler) Genco hak verdi. “Tamam” dedi, “sonraki oyunda bunu telafi edelim.”
Nasıl bir rol geldi?
Küba Devrimi’nden sonra duruşmaları anlatan Havana Duruşması oyununu oynadık. Bir tür derleme bir oyundu. Sorgulamaları anlatan güzel ve heyecan verici bir oyun oynadık. Ben ve Genco sorgulamacıları oynuyorduk. “Bu oyundan sonra ben tiyatroyu bırakıyorum” dedim.
Sakıncası yoksa tiyatroyu bırakmanızın özel bir nedeni var mıydı?
İkinci evliliğimi yapmıştım. Oğlum olmak üzereydi. Genco’ya, “Yazarak hayatımı kazanacağım” dedim.
Bu kararınızda ne etkili oldu?
Tuhaf bir güven geldi bana. Genco’yla konuşmayı yaptıktan sonra eve gittiğimde eşim, “Hayrola sana ne oldu?” dedi. “Ayşe dedim, ben kararımı verdim. Belki biraz sıkıntılar yaşayacağız ama insan ne istiyorsa onu yapmalı sen merak etme, çok aç sefil bırakmayacağım sizleri” dedim. Çocuğum doğmak üzereydi. “Tamam” dedi o da. Sağ olsun, benim çok kahrımı çekmiştir. O da tiyatro-drama okuyordu. Tiyatrodan böylece tam kopmadım. Haldun Taner’in yanına gittim. “Yazmak istiyorum” dedim. Oyunlarımdan beni tanırdı zaten. “Gel oğlum, tamam” dedi. Genç yeteneklere açık bir adamdı.
Neler yazdınız?
Haldun Bey tiyatro için yazarlardan tek tek skeçler alıyordu. Aziz Nesin onlardan biriydi. Böylelikle skeçler yazmaya başladım.
Geçiminizi öyle mi sağlıyordunuz?
Başlangıçta evet öyle ama sonradan Hakkı Mı Ver Hakkı diye bir oyun sahneye koyduk. Gayet iyi gitti.
Sonrasında…
Uğur Film’e gittim.
Memduh Ün’ün sahibi olduğu Uğur Film’den bahsediyorsunuz değil mi?
Evet evet. Çalıştığım tiyatronun bir dekorcusu vardı. (Adını hatırlayamıyor.) Uğur Film şirketinde onunla karşılaştık. “Sen ne geziyorsun buralarda” dedi. Senaryo yazmaya karar verdiğimi ve elimde yazdığım bir şeyler olduğunu söylediğimde, “Hiç aklın yok mu senin. Elinde gül gibi mesleğin var” dedi.
Neyi kastediyor?
Oyunculuğumu.
Böyle söyleyince ne yaptınız?
Moralim çok bozuldu. Atıf Yılmaz’ın yanına gittim. Atıf abiye moral bozukluğumu anlattım. “Onun canı bir şeye sıkılmıştır. Sen kafanı takma yazdıklarını ver ben okurum” dedi.
Atıf Yılmaz’la daha önceden tanışıyorsunuz.
Yeşilçam’ın içinde değildim ama tanışıyorduk. Oyunculuğum sırasında Yeşilçam’dan epeyce tanıdıklarım vardı. Oynadığımız oyunlarımıza gelirlerdi. Ortak mekânlarda oturulurdu vs. vs. O yıllarda tiyatro, sinemanın önündeydi.
Senaryo yazmaya başlama fikri ne zaman başlamıştı?
Tiyatronun içinde olduğum dönem ‘epik tiyatro’ çok yaygındı. Epik tiyatrocu olunca yani öyle bakmaya başlayınca sahnedeki bu dramatik tiyatro yorumları bana aykırı gelmeye başlamıştı. Onun için skeçler yazmaya yöneldim.
Bir tür özdeşleşme duygusundan mı rahatsız olmuştunuz. Onu mu söylemek istiyorsunuz.
Evet, evet. Seyirciyle özdeşleşme çabası bana aldatmaca gibi geldi. İşte o zaman oyunculuğa başka taraftan bakmaya başladım. Yapılan işe saygı duymamaya başladım.
Dolayısıyla oyuncuya da saygı duymamaya mı başladınız?
Aslında en saygı duyduğum meslek oyunculuktur. Bir işi iyi yapan, aklıyla yapan her oyuncuya hakikaten gıptayla bakmıştır. İyi bir oyuncu değildim. Yazma gücümün farkına vardım. 1972 yılında tiyatrodan ayrılmıştım. 1973 yılında 3.000 lira maaşla bir reklam firmasına metin yazarı olarak işe başladım. Sonra TRT de reklamlar gösterilmeye başlandı. Onları yaptım. Daha sonra televizyon departmanı şefi oldum. Gani Turanlı’yla çok işler yaptık orada. Bir yandan skeçler yazmaya devam ediyordum. Yazdıkça sinemanın imkânlarının daha fazla olduğunu gördüm. Yazdığım ilk senaryoyu böylelikle Atıf abiye (Atıf Yılmaz) verdim.
Ne dedi peki?
“Okuyayım” dedi. Bir hafta sonra beni aradı. “Benim hayatımda okuduğum en güzel film hikâyesini yazmışsın” dedikten sonra “bunu ne yapıp edip çekeceğim” diye bir konuşma yaptı. Daha sonra dışarı çıktık Cihangir Caddesi’nde yürüyoruz. Atıf abi birden, “Yılmaz Güney’in, Cemil adında bir hikâyesi var. Sen onu yaz” dedi. Biz hemen Yılmaz Güney’in evine gittik.
Yılmaz Güney’le ilk defa mı karşılaşıyordunuz?
Yok, hayır daha önce karşılaştık. Az önce söylemiştim, Yeşilçam’ın dışında sayılmazdım. Sinema sektöründe arkadaşlarımız, ağabeylerimiz vardı. Onlar bizim oyunumuza gelirlerdi. Ben de zaman zaman onların çekimlerine giderdim.
Yılmaz Güney çekeceği filmin hikâyesini anlattı.
Nasıl bir hikâyeydi?
Deli dolu bir hayat hikâyesiydi. Aslında yaşadığımız o süreci anlatmak istiyorum: Atıf abinin senaryoya bakış açısı çok ‘katı’dır. Oturdum ben senaryoyu yazdım. Atıf abi senaryoyu okuduğunda memnun olmadı. Değişiklikler yaptım. Ama yapılan çalışmadan genel olarak memnum değildim. Keşanlı Ali gibi karakter ortaya çıktı. Kaldı ki Yılmaz Güney böyle bir hikâyeden, böyle bir senaryo istemiyordu. O sırada Ali Özgentürk, Yılmaz Güney’in yanında çalışıyordu. Bir akşam hep beraber Yılmaz’a senaryoyu okumaya gittik. Ali senaryoyu okudu, Yılmaz can kulağıyla dinledi.
Kaç yılından bahsediyoruz?
1974. Kıbrıs çıkarmasının olduğu ay…
Devam edelim lütfen…
O gece senaryo okunduktan sonra Yılmaz, senaryo çalışmaları için Tarabya Oteli’nde yer ayırttı. Senaryonun yeniden yazılmasını istedi. Daktilomu aldım gittim. Otelde kalıyoruz. Yemekler yeniyor, çalışmalar sürüyor.
“Gerçek anlamda ilk senaryomu Tarabya Oteli’nde Yılmaz Güney için yazıp bitirmiştim.”
Senaryo çalışmasını yürütürken Yılmaz Güney’i yakından tanıma fırsatı buldunuz. Kendisi nasıl biriydi?
Şahane bir adamdı. O’nu anlatacak bir tek kelime bile yok. Hiçbir Yeşilçam yapımcısı ve yönetmeninden görmediğim şeyleri O’nda gördüm. Neyi istersek hemen bize sağlıyordu. Çalışma koşullarımız tek kelimeyle muhteşemdi. Ama işte bir akşam ben kahroldum!
Neden?
Gerçek anlamda ilk senaryomu Tarabya Oteli’nde Yılmaz Güney için yazıp bitirmiştim. Yılmaz, senaryoyu okuduğunda; “Yahu çok güzel yazmışsınız ama ben böyle bir şey istemedim” dedi. Bende, “Yılmaz’cım doğru” dedim, “ben anladım senin istediğin senaryoyu ama Atıf abi hikâyeye böyle bakıyor, o bu işin duayenlerinden biri. O beni yönlendiriyor yazarken de ben ona tabi oluyorum” dedim.
Peki, ne oldu?
Tekrar yazalım konusu gündeme geldi. Atıf abi, “ben bu yeni senaryoyu yazamam” dedi. Olmadı tabii. Yılmaz o sırada hapishaneye girdi. Durum çok karışık bir hal aldı ve kaldı o proje.
Üzülseniz de elinizden başka bir şey gelmiyor ki. Burada iki şey söylemek istiyorum. Birincisi şu: Yeşilçam’a iki tane hikâye veririm. Beğenirlerse ben otururum A’dan Z’ye kadar yazarım. Bunu düşünmüştüm. İkincisiyse karşılaştığım durumdu; o da şuydu: İsmi lazım değil birçok üstadımızın, senaryo yazarımızın, yabancı filmleri bire bir adapte ederek yazdıklarını gördüm. Kalıpları hiç değiştirmeden kullandıklarına tanık oldum. Bu durumu Yeşilçam filmlerinde o kadar çok yaptılar ki buna ‘intihal’ de denmiyordu artık.
Bu arada artık iyice tiyatrodan kopmuştunuz değil mi?
Evet.
Atıf Yılmaz’la peki?
Tamamen kopmuştuk. Ama Atıf abiyle yaptığımız filmler oldu.
Nelerdi onlar?
Deli Yusuf, Hasip ile Nasip, İşte Hayat gibi…
Devam edecek…