Ertekin Akpınar‘ın ilk sözlü tarih çalışması olan 10 Yönetmen ve Türk Sineması kitabının ardından yayımlanmasını planladığı 10 Senarist ve Türk Sineması için Ahmet Soner ile yaptığı röportajın ikinci bölümününde şimdi sıra. Devamı yine gelecek hafta bu sayfalarda olacak.
Önceki Bölüm: Bir Senarist ve Türk Sineması 2: Ahmet Soner (Bölüm 1)
“TANIDIĞIM YÖNETMENLER ARASINDA ATIF YILMAZ EN ALÇAKGÖNÜLLÜ OLANIYDI.”
Yeşilçam’da çalışırken, Atıf Yılmaz’la uzlaşamadığınız noktalar, tartışmalarınız oluyor muydu?
Türk sinemasında pek tartışma olmaz. Yeşilçam’da hiç. Tanıdığım yönetmenler arasında Atıf Yılmaz en alçak gönüllü olanıydı. Ama o da bir yere kadar. Öneri yapabilirsiniz, şöyle yapılsın böyle yapılsın diye. Bütün yönetmenler bunlara açıktır. En azından görünüşte açıktırlar. Atıf abi gayet demokratik bir insandır, tabii ki her şey söylenir ama sonunda o kendi bildiğini okurdu. Bakarsın senin önerilerini dikkate bile almamış.
Senaryo yazıyor muydunuz?
Senaryoculuğa şöyle başladım: İlk başta kısa filmim için küçük uyarlamalar yaptım. Sabahattin Ali’nin Firar öyküsüyle başladım. Atölye çalışmalarımda herkese, “Beğendiğiniz bir öyküyü alın” diyorum. Önce onu kafanızda kurun sonra kendinize, “Ben bu öyküyü nasıl anlatırım” sorusunu sorun. Uyarlama insanın el alışkanlığı kazanması için çok yararlı bir çalışma. Önce küçük öykülerle başlanabilir, sonra iş büyütülür. Ben öyle yaptım. Mesela Kemal Tahir’in Göl İnsanları kitabı vardır. O romandan bir senaryo yazdım. Okusun diye Atıf Yılmaz’a da götürüp verdim.
Senaryonuz için neler söyledi peki?
Okudu mu, okumadı mı bilmiyorum (gülüşmeler). Sonra yine Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti diye bir romanı vardır, o da çekilemedi. O da ilginç bir romandır. Tabii çekilememesinin sebebi işin içinde Alevilik meselelerinin olmasıdır. Sonra Reşat Nuri Güntekin’inYeşil Gece, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanlarını uyarladım. Kısacası epey uyarlama yaptım kendi kendime.
O arada Milliyet Sanat dergisinin açtığı bir yarışmada bir ödül alıyorsunuz. Ondan bahseder misiniz?
O da film öyküsü yarışmasıydı. Bütün bu Kurtuluş Savaşı romanlarını okumuştum. O dönemi anlatan bir senaryo yazmak istiyordum. Kendime göre böyle bir öykü kurdum. Karakterler oluşturdum. Onunla yarışmaya katılmıştım. Sonra ödül verdiler.
“KOZANOĞLU FİLMİNİN ÖN HAZIRLIKLARINI YAZIHANEDE YAPIYORDUM. YILMAZ GÜNEY GÜLÜMSEYEREK İÇERİ GİRDİ.”
Atıf Yımaz’dan sonra Lütfi Akad’la mı çalıştınız?
Hayır, Yılmaz Güney’le.
Yılmaz Güney’le nasıl tanışmıştınız?
Yılmaz Güney’le Atıf abinin filminde tanıştım. Çünkü Atıf abiye asistanlık yaptığım beş filmin ikisinde Yılmaz Güney oyunculuk yapmıştı. Kozanoğlu, Balatlı Arif bunlardan ikisiydi. Kozanoğlu ilk çalıştığımız filmdi. Kozanoğlu filminin ön hazırlıklarını yazıhanede yapıyordum. Yılmaz Güney gülümseyerek içeri girdi. Yazıhanede kimse yoktu. Daha sonra tabii onunla da çalışmak istiyordum. Ama ben bunu kendim teklif edemezdim, kendisi söylemeliydi. Balatlı Arif’i çekerken Yılmaz Güney, Zeki Ökten’e, “Yazın Adana’da iki film çekeceğiz Pire Nuri ile Seyyit Han. Sen bana asistanlık yapar mısın” dedi.
Asistanlığı neden size teklif etmedi?
Zeki Ökten varken beni alamazdı. İkinci asistan her zaman kolay bulunur. Ancak ona tecrübeli bir adam gerekliydi. O zaman yine de biraz kırılmıştım. 1972 yılında, 12 Mart’tan sonra çıkardığımız dergiyi kapattık. Kapatmasaydık zaten gelip kapatacaklardı. Herkes dağıldı. “Ben de ne yapayım” dedim, yani iş yok güç yok. Bari gideyim Yılmaz abiyle (Güney) çalışayım. Hiç unutmuyorum, o zaman duydum ki Polonezköy’de bir kovboy filmi çekiyor. Atladım gittim. Durumumu anlattım. “Artık dergiyi de çıkaramıyoruz, çalışmam lazım” diye. “Tamam” dedi, “gel başla. Mayıs ayında İrfan Atasoy’un, Yarın Son Gündür bir filme başlayacağım Fatma Girik’le oynayacağız”. İşte o filmle de asistanlık yapmaya başladım. O yıl üst üste Yarın Son Gündür, Acı, Ağıt, Umutsuzlar’la beraber dört tane film yaptık.
“YILMAZ GÜNEY’İN ASİSTANI OLMAK ÇOK ZOR, ÇOK ZORDU.”
Yılmaz Güney’in 12 Mart sonrasındaki ruh hâli nasıldı?
İyi değildi. Çünkü çevresinde her gruptan insanlar vardı. Bütün fraksiyonlar gidip ondan yardım istiyorlardı. O da kimseyi kıramıyordu. Tercih ettiği bir taraf vardı ama bunu alenen söyleyip de “Ben size vermem onlara veririm” de diyemezdi. Kırmadan insanları ne varsa cebinden para veriyordu.
Yılmaz Güney’in asistanı olmak nasıl bir duyguydu?
Çok zor, çok zordu. Düşünün senaryo olmayınca nasıl döküm yapacaksın, kim oynayacak, yarın ne çekilecek, hangi mekâna gidilecek, neler gerekli, ne lazım, böyle bir şey yapmanın imkânı yok. Çünkü elimizde senaryo yok. “Yarın başlıyoruz” diyor. “Tamam ama ne çekeceğiz, nereye gideceğiz, ne yapacağız?” dediğimde sadece, “Yaz diyor” bana “yaz”. Ben başlıyordum yazmaya.
Neler yazıyorsunuz?
İşte Fatma Girik gelsin, bir araba bulun üstü açık kırmızı, işte bagaja portatif masa iskemle gibi şeyler konsun, yiyecek sepeti, şarap, tabanca iki tane. Nasıl başlar film? “Şişeleri dikeriz. Bir atış talimi yaparız” diye düşünüyor. Bütün filmlerinde vardır bu tür sahneler. Ben tabii herhalde öyle bir sahne çekmeyi düşünüyor ama niye Fatih Ormanları’nda çekilecek diye düşünüyorum. Tabii sıkıyönetim var, ses duyulmasın diye düşünüyorum. Hâlbuki değil. Meğer sonra bana diyor ki, “Öğlene doğru sen git Maslak’taki benzinciye Yusuf Küpeli gelecek, onu al buraya getir” diyor. Maksat film çekmek değil siyasi ilişkileri temin etmek. Hem de onları sürdürebilmek. Çünkü konuşulmuş bunlar; şu gün, şu saatte, şurada… Yani bu tip şeyler.
Yani şimdi hem bir taraftan film yapmak istiyor, bir taraftan siyasi ilişkilerin içinde yürüyor.
Film yapmak zorundaydı. Çünkü çok önceden işletmelere ay ay söz verilmişti. “İşte bu ay şu işletmeye, diğer ay öbürüne, bir diğer ay başkasına… On iki ay dolu. Neredeyse biri bitmeden diğeri başlıyor filmlerin. Her filmden üç beş sahne kalmış oluyor aslında, sonra bir ara çekeriz filan deniyor. Her ayı doluydu. Dolayısıyla senaryonun olmamasının sebebi biraz da bundan kaynaklanıyordu. Bir film bitiyor diğerine başlanıyor, yazacak zaman yok yani. Arada belki bir veya iki gün boşluk oluyor.
Yılmaz Güney’in o dönem mutsuz olduğu ya da üstesinden gelemediği şeyler nelerdi?
Bir kere sinema yapmak da zorundaydı. Evinde oturup da bu ilişkileri yürütemezdi.
“YILMAZ GÜNEY SİYASİ İLİŞKİLERİNİ YÜRÜTEBİLMESİ İÇİN FİLM ÇEKİM GÜNLERİNDE ŞEHRİN DIŞINDA BULUNAN MEKÂNLARA GİDİYORDUK.”
Neden yürütemezdi?
Sürekli takip altındaydı, gözaltındaydı. Film çekiyor olması ona bir avantaj sağlıyordu. Sinemayla olan ilişkisi sayesinde kendisine siyasi olarak rakip olanları atlatıyordu. Bunun çok farkındaydı. Yani Fatih Ormanları’nda üst üste iki gün çalışmazdı. Polisler öğleden sonra bizim orada çalıştığımız fark ediyordu. Onların fark ettiğini öğrendiğimizde biz oradan ayrılmış oluyorduk. Diğer gün tam tersi Pendik’e bir yere gidiyorduk. Böylelikle nerede ne çekeceğimizi bilmiyorlardı. Sabahın erken saatinde mekâna gidiliyordu. Siyasi ilişkilerini yürütebilmesi için bunları yapıyordu. Bütün bu mekânlar şehir dışındaydı ve kendisine siyasi olarak yakın bulduğu bütün liderlerle oralarda görüşüyordu. Sonradan düşündüğüm zaman bu kadar baskı altındayken bir taraftan da senaryosuz film çekmek çok zor bir iş. O filmlere bugünden bakıyorum da yine de eli yüzü düzgün şeyler çıkarılmış. Bu da Yılmaz Güney’in ne kadar zeki ve yetenekli olduğunu gösteriyor.
Yılmaz Güney en çok hangi filmlerini çekerken daha rahattı?
Belki en çok rahat ettiğimiz Acı ve Ağıt filmiydi.
Yıl 1971…
Evet doğru.
Neden rahattınız?
Çünkü Yılmaz Güney’in üzerinde belirgin bir baskı yoktu. Ama aynı yıl içerisinde yaptığımız Yarın Son Gündür filmi daha bitmeden Yılmaz Güney’i gözaltına aldılar. Ertesi gün sete gittik Yılmaz Abi yok. İçeri alınmış. İş kaldı tabii bir hafta on gün kadar.
Nerede tutuklu kaldı?
Sirkeci’de tuttular. Tabii bir hafta sonra geldi. Sapsarı bir yüz. Kendi kendime, “insanın yüzü bir hafta güneş görmezse demek ki bembeyaz oluyormuş” dedim. O kara kuru adamın yüzü tebeşir gibi olmuştu. Geldiğinde, “Hadi toparlan gidiyoruz filmi bitireceğiz” dedim. O da, “bir günlük iş koymanız lazım” dedi. Ondan sonra tekrar içeri dönecekti. Demek ki sıkıyönetim bölgesi dışına çıkmaması söylendi. Orada kendisine biraz da, “Senin ilişkilerini biliyoruz. Bu çocuklara yüz verme, sen sanatçısın, filmini çek” dendi. Bir kere şunu söylemekte yarar var, Yılmaz abi çok sevilirdi. İnanılmaz hayranları vardı. Asker ve polis bile buna dâhil. Zaten herkes, örgütler dağılma durumunda, herkes kılık değiştiriyor, saç sakal kesiyor. İşte böyle garip bir dönemdi o yıllar.
Umutsuzlar’a gelmek istiyorum. Umutsuzlar bence Sevmek Zamanı, Vesikalı Yarim, Kırık Bir Aşk Hikayesi ve Selvi Boylum Al Yazmalım filmiyle Türk sinemasının en iyi aşk filmlerinden bir tanesi aslında. O filmi çekmeye karar vermesi nasıl oldu?
Acı ve Ağıt’ı bitirmiştik. Üç ay dolmuştu zaten. “Hadi dönüyoruz” denildi, döndük. Döndüğümüzde Yılmaz Güney tekrar o ilişkiler çemberi içine düşmüştü. Yusuf Küpeli tabanca göndermişti hediye olarak Yılmaz Güney’e. Yani bu ne demektir? Ne istiyor? O da işte, elli bin lira istiyormuş, peruk istiyormuş böyle bir şeyler karşılığında. İstanbul’da tabii ne çekilir? Herhalde dedim bir mafya filmi yapar. Yine öykü yok. Hatta biraz da kızdırmıştım o zaman kendisini.
Nasıl?
Bir gün geldi yarım sayfa daktiloyla bir şey yazmış. Kahramanın adı Fırat’tı. Kabadayı biri. İşte sevdiği kız balerin, adı Çiğdem. Ben de, “Eğer çocukları olursa adını Maveraünnehir ya da Şattülarap koyarız” demiştim. (gülüşmeler) Tabii ağır bir şakaydı. Neyse…
Bir taraftan senaryo mu yazılıyordu?
Yok, yazılmıyordu. Bir şeyler yazıp ara ara ona götürüyordum. Mesela bir sahne çekmişiz; hatırlarsın Fırat masa da tek başına oturuyor, herkes gelip derdini anlatıyor. O da onlara çözüm yollarını söylüyor. Şimdi bir de onun tam tersi olacak, diye konuşmuştuk. Yani, Fırat’ın en yakınındakiler onu yargılayacak. Öyle bir sahne yazdım. Ertesi gün götürdüm. Başköşeye bizim ihtiyarlardan üç tanesini oturttum, Fırat da başka tarafa. Tabii hiç işine gelmedi. Yılmaz abinin bir bakışı vardı. Öyle bakıp gülerdi. (Ahmet Soner’in gözleri doluyor. Uzun süre konuşamıyor). Bazen, “İşte şu sahneyi sen çek” derdi. Üçüncü filme kadar zaten birbirimizi tanımıştık. Bir sürü de sahne çekmiştik o zamana kadar. Umutsuzlar filminin başındaki birçok sahneyi ben çektim. Kendisi İzmir’deydi o zaman.
Umutsuzlar filminin bitiminden sonraki süreci merak ediyorum.
Yılmaz abinin durumunun zorlaştığını ve başının belaya girdiğini biliyordum. Ortak çevremizden bir takım tanıdıklar vardı. Benim kaldığım eve de geliniyordu, gidiliyordu. Zaten önce bizim ev basıldı, tutuklandım. Otuz gün gözaltı sürecinden sonra çıktıktan sonra Yılmaz Güney alındı. Tabii onu bırakmadılar, bizi bıraktılar. (Ahmet Soner yine susuyor.)
Yılmaz Güney’in etrafında, onu uyaran, ikaz eden veya O’na sözünü geçirebilecek insanlar yok muydu? Anlattığınız kadarıyla Yılmaz Güney uçuruma doğru yürüyor. Etrafında bunu ona anlatacak bir beyin takımı nasıl olmaz?
(Ellerini iki yana açıyor) Yok, yoktu. Yani sinema çevrelerinde zaten öyle birileri pek yoktur.
Uçuruma doğru gittiğini kendisi de görüyordur.
Görüyor ve biliyordu. Ama taraf da tutuyordu.
Taraf tutmak vicdani bir tavırdır zaten.
Bence de öyle. Her zaman gençlerden yana olduğunu söylüyordu. Onları çok seviyordu. Neredeyse onlar için dağa çıkacaktı. Yani her zaman onun bir Robin Hood tarafı vardı. (Gözleri doluyor, ağlamaya başlıyor. Konuşmamıza bir süre ara veriyoruz.)
Yılmaz Güney filmlerinin Yeşilçam’a çok önemli ve yeni bir ivme verdiğini düşünüyorum.
Çok haklısın. Yılmaz abi çok yenilik meraklısıydı. Pek senaryo yazmamasının sebebi buydu. Yazılı bir metin olsa o metine uygun bir sahne çekeceğini sanmıyorum. Çünkü o biraz da anlık da şeyler yapabiliyordu. Yani o gün işte sabah arabada giderken radyoda hani “Demirbank hayırlı işler diler” gibi reklamlar vardı. Yarın Son Gündür’ün adı buradan gelmedir.
Nasıl yani?
Orda duymuş. İkramiyeli çekiliş yapılacakmış da yarın son günmüş. (gülüşmeler) Yarın Son Gündür adı işte oradan. Yani yaşadığı hayat filmlerine yansıyor bir çeşit. Ağıt’ta da aynı şey vardır, o zamanda konuşulan mesele…
Biraz açar mısınız?
Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşları öldürülmüştü. Köyün muhtarı onları ispiyonlamış ve baskın olmuştu. Ağıt filminde de kaçakçıları ihbar eden ispiyoncunun cezalandırılması üzerine bir sahne vardır.
Bu anlattıklarınız çok çarpıcı…
Hayatı öyleydi ama Yılmaz abinin. (Ellerini iki yana açıp susuyor.)
Yılmaz Güney’in neredeyse bütün filmlerinde silah tutkusu var. Az önce bahsettiğiniz Umutsuzlar’da, Fırat çok sevdiği balerin sevgilisi Çiğdem’e şunu söylüyor: “Sen, ben ve silahım beraber olamaz mıyız”. Buradan şuraya gelmek istiyorum, çoğu zaman bir sorunun çözümü için ellerin tetiğe gittiğiniz görüyoruz. Bu durumu siz nasıl açıklıyorsunuz?
O yıllarda silah herkes için bir tutku olmasının ötesinde bir olguydu. Hep tartışılırdı; dağa mı çıkalım, şehir gerillası ya da kır gerillası mı olalım diye. Bu tartışma, o bir çeşit mesajdı. Şuna şahit oldum: Bir filmin galasında Yılmaz Güney’e sordular. “Abi tabancayı bırakalım mı?” O da, “Ben bıraktım siz bırakmayın” dedi. Ve bir tür Umutsuzlar filmindeki finali gösterip, silahı bırakırsanız sonunuz ölüm olur demek istiyordu. Bir çeşit türük olarak bütün bunları da koyuyordu filminin içerisine.
Açıklanması çok zor bir ruh hali olsa gerek…
Kesinlikle öyle. Mesela Acı filminde kör bir adamı oynadı. Ama elinde silah vardı yine. Sesleri takip edip ateş ediyordu. “Abi, adam yuvarlansın, elinden de tabanca da kaçsın, kör bir adam tabancayı arasın aralarda. Hatta bir taş bulsun” dedim. Hemen o sahneyi çekti. Ama Yılmaz Güney gerçekten aklına yattığı zaman silahını çeker…
Yılmaz Güney’den sonra kimle çalıştınız?
Vedat Türkali’yle.
Neler yaptınız?
Vedat Türkali aslında Yunus Emre diye büyük bir proje yapmak istiyordu. “Piyasada asistan olarak kim var” diye sormuş. Benim adımı vermişler. Onun kızı Deniz Türkali ve arkadaşları vardı konservatuar çevrelerinden, onların çoğu Atıf Yılmaz’ın filmlerinde oynardı: Mustafa Alabora, Erdal Özyağcılar vs. vs. onlarda benim de arkadaşlarımdı. Beni söylemişler. Tabii boşta olduğumu da biliyorlar, içeriden yeni çıkmıştım. Gittim senaryo yazmaya başladık. Bunu şunun için söylüyorum. O güne kadar senarist olarak kimi gördüm, Ayşe Şasa’yı gördüm. Atıf Abi’nin senaryolarını yazıyordu. Pratik olguyu orada öğrenmiş oldum. Çünkü tretman yazıyordu Ayşe Şasa, ondan sonra diyorduk ki yarın işte şu evde çalışacağız. O evdeki bütün sahneleri yazıp veriyordu: 1, 10, 16, 37, 45, 90… Ama yazılı olarak ortada sadece tretman var. Sahne sıralaması numaralar konmuş ama o hangi mekânsa onun belli yerleri onları yazıp veriyordu. Ertesi gün hangi mekânda çalışılacak oraları yazıp veriyordu. Böylece senaryo bütünlenmiş oluyor. Ama bitmiş bir senaryoyla başlayamıyorsun. Sadece bitmiş, sağlam bir tretmanla başlayabilirsin film çekimine.
Vedat Türkali’yle çalışmaya başlamıştınız…
Vedat Türkali’yle çalışırken masa başında bir şey beklemeyeceksin.
Niye?
Araştırma yapmak zorundasın da ondan. Her gün Beyazıt Kütüphanesi’ne gidiyordum. Yunus Emre’yle ilgili ne var, ne yok, neler yazılmış, dergi, kitap ve gazetelerde hepsini okuyacaksın. Ondan sonra her şeyi bitirdikten sonra sahneleri yazmaya başlayacaksın. O da başka bir yöntem. Bayağı yazdık bitirdik Yunus Emre’yi. Ama yapımcı bir çeşit kazık attı.
Nasıl?
“Biz şimdi bunu çekemeyiz”, dedi.
Peki sonra?
Aynı yapımcı bu defa, “Önce şunu çek sonra onu yaparız” dedi. Önerdiği anlamsız bir hikâyeydi.
Adı neydi?
Kopuk. Kadir İnanır’la Müşerref Tezcan’ın oynadığı sıradan bir öyküydü.
Yıl kaçtı?
1972.
Vedat Türkali sizinle çalışmadan önce film çekmiş miydi?
Vedat Bey yıllar önce Yılmaz Güney’in oynadığı Sokakta Kan Vardı diye bir film çekmişti. Ama çok şikâyet ediyordu o filmden. Yine kötü bir yapımcıya düşmüş, film bitmeden, “tamam demiş” yapımcı. Çekilmeyen sahneler varmış ama yapımcı, “Benim için film bitti. Ben işletmeciden paramı aldım” demiş. (gülüşmeler) Vedat Bey filmden sonra kurguyu yapmamış. Neden? Filmin çekimini bitirmeyen yönetmen kurguyu yapar mı? Çekmiş kapıyı gitmiş. Yapımcı sonra kurguyu yapıp filmi piyasaya vermiş. Tabii böyle şanssız bir filmden sonra Kopuk’ta yönetmenlik yaptı.
“SENARYO KONUSUNDA USTAM VEDAT TÜRKALİ’DİR.”
Vedat Türkali’den ne öğrendiniz?
Gerçekten senaryoculuğun ne olduğunu öğrendim. Çünkü bir çeşit satranç oynar gibi senaryo yazıyordu. Öyle çalakalem aklına ilk geleni yazmazdı. Çeşitli alternatifleri göz önünde tutardı. Aslında şunu fark ediyordunuz; kendi aslında yazmadan kafasında senaryoyu bitirmiş olurdu. Yine de bize yazdırırdı. Bizim önerilerimizi dinlerdi. Ama tamamını çürütürdü. Yine başka bir alternatif bulup getirirdik, onu da çürütürdü. Sonra onun kafasındaki olay örgüsünü bulunca karşılıklı gülerdik.
Yanlışlardan doğruya gidiyor.
Evet evet, tamamen öyle. Biz de böylece hem düşünmüş, fikir yürütmüş oluyoruz hem de kendi alternatifimizi üretmiş oluyorduk. O yüzden çok şey öğrendiğimi söylerim. Hatta senaryo konusunda ustam Vedat Türkali’dir. Yılmaz Güney’den hiçbir şey öğrenmedim (gülüşmeler).
Vedat Bey’den sonra kiminle çalıştınız?
Askere gittim. Döndüğümde de Lütfi Akad’la çalıştım.
Askerlik uzun bir süre tabii biraz Yeşilçam’ın dışında kaldınız. Döndüğünüzde nasıl görüyordunuz Yeşilçam’ı?
Askerde de çok film seyrettim. Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde askerliğimi yaptım. Kozlu, o maden kasabası hoşuma gitti. İki tane sinema salonu vardı. Tabii ne yapacaksın akşamları insan sıkılıyor. Koğuşlar üç yüz kişi, yaşanacak mekân değil. Mecburen insan kendini sıcak bir yere atıyor. Orası da sinema salonuydu. Filmleri orada seyrettim. Seçme şansım yoktu. İki sinema salonu var. Ya ona gideceksin ya da diğerine. Birinde Parçala Behçet, diğerinde bilmem ne… (gülerek) Behçet Nacar’ı, Seher Şeniz’i, Feri Cansel’i, bütün o kötü filmleri orada izledim. O da benim için bir başka tecrübe oldu. Kötü filmlerden de öğrenecek çok şey vardır. Hep böyle klasikler izlemekle olmaz. Kötü filmler, kötü senaryolar işte bunlardan büyük dersler çıkarılabilir diye düşünüyorum. Askerlik biraz yüzlerce kötü filmi izleyerek geçti (gülüşmeler).
Döndükten sonra ne yaptınız?
Döner dönmez çalışmam gerekiyordu, bayağı bir sıkıntıya girmiştim. Lütfi abiye gittim. Mecidiyeköy’de üst sokağımızda oturuyordu. Zaten Atıf Yılmaz’la, Yılmaz Güney’le çalıştığımı da biliyordu. Tabii, “Hemen gel” dedi. Diyet diye bir film yaptık. Hülya Koçyiğit’in oynadığı üçlemenin son filmiydi. Diğer ikisi Gelin, Düğün daha önce çekilmişti. Diyet’in son günü Lütfi Akad, kendi de söylemiyor, ekibinden birini gönderip, “Lütfi Abi bundan sonra seninle çalışmak istiyor,” dedi. Dikkatini çekerim Lütfi Akad’ın son filmi o film. Bir öngörüyle mi, önseziyle mi artık bilemem, “Ben dedim asistanlık yapmayı düşünmüyorum artık”. Bugün olsa bunu söyleyemezdim. Lütfi Abi, benim Türk sinemasında en çok sevdiğim ve saygı duyduğum insanlardan biridir. Çok şey öğrendim ondan.
Lütfi Akad’tan sonra ne oldu?
Diyet’ten sonra çalışmadım. Diyet’ten sonra başka filmlerde çalıştığım oldu tabii. Yavuz Özkan’la çalıştım.
Hangi film de?
Demiryol.
Peki ne yaptınız?
Yıl 1974. Birazdan Yavuz Özkan’la çalışmama geleceğim ama arada anlatmam gereken bir şey var.
Nedir?
Milliyet Gazetesi bir tür yarışma açmıştı. Orada beni bir çeşit, ‘tamam bu da senarist’ diye kabul ettiler. Çünkü ödül almıştım. Milliyet’in amacı bütün yapımcıları davet edip senaristlerle tanıştırmaktı. Kısacası bu senaryoların değerlendirilmesi için destek olmak. Bu Abdi İpekçi’ni sağlığında olan bir şey. Yeşilçam’dan iki yapımcı geldi. Ama onlara da yapımcı demeye bin şahit ister. O gelen iki yapımcı da bana, “İşte çok beğendik senaryonu ama Kurtuluş Savaşı filmi iş yapmaz”. Türkiye’de böyle bir şey var. Hâlâ daha vardır belki. Daha sonra, “Bize günümüzde geçen bir şeyler yazar mısın?” dediler. Profesyonel teklif onlardan geldi. “Tabii yazarım” dedim hatta sonrasında yazıp götürdüm. Daha sonra yapımcının çok küçük bir yapımcı olduğunu gördüm. Yani parasız yapımcılık nasıl oluyorsa öyle bir durumla karşılaştım. (gülüşmeler) Şanssızlığım biraz da parasız insanlara rastlamış olmaktı. İlk senaryoya gelecek olursak ilk senaryomu profesyonel olarak herhalde TRT’ye yazdım. Hayatım Roman diye bir dizi yaptık TRT’ye beş bölüm. İlk para aldığım senaryodur.
Kaç yılıydı bu?
1978.
Beş bölümden sonra, İş İştir’i yapıyorsunuz…
Evet, 1979’da İş İştir’i yine TRT’ye yazdım.
O kaç bölümdü?
Yedi bölüm.
Peki ya Çocukların Dünyası?
O epey sonra, 1990 yılında. 1980 darbesinden sonra beni kara listeye aldılar. Demek ki, o kara listeden çıkmak on yıl filan sürüyormuş. (gülüşmeler) Çünkü arada verdiğim hiçbir şey kabul edilmedi. Tamamı geri çevrildi.
TRT’ye yaptığınız senaryolarda dizinin yönetmeniyle ortak çalışmalarınız oluyor muydu?
Elbette. Şimdi, Naci Çelik (Berksoy) zaten TRT’de çalışıyordu o zaman. Naci benim liseden arkadaşımdır. Naci, yeni bir şey yapmak istiyordu. Ankara’daki senaryocuları beğenmiyordu. Benim için iyi bir şans oldu. Biz sadece şunu düşündük başlangıçta, Murat’ın (Belge) çevirdiği James Joyce’un Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi , kitabı vardır. Bunun gibi bir şey yapalım dedik. Bir yazarı gençliğe anlatalım. Çıkış noktamız buydu. Bundan sonraki kısım tamamen bağımsız başka bir hikâyeydi. Joyce’un kitabıyla hiçbir ilişkisi yoktu hikâyemizin. Malatyalı İlyas Kudret isminde bir delikanlının romancı olacağım diye İstanbul’a gelmesiyle başlayan bir öyküdür. Hatta bölümler içinde onun yazdığı üç dört tane romanı da görürüz. İlyas romancı olmaya gelir ama olamaz. Kendi de memnun olmaz yaşadığı bu durumdan. Yazmasına rağmen memnun kalmaz, kendi yaptıklarından. Sonra el arabasına bir kitap doldurduğunu görürüz son sahnelerde. Kitap okumadan yazar olamayacağını anlamış olur. Böyle hoş bir öyküydü. O yıllarda çok lafı edildi bu hikâyenin. Kütüphanemde gazetelerden kesilmiş değerlendirmeler hâlâ durur. Öyle ses getiren bir diziydi ve çok beğenilmişti. O dizinin başarılı olmasının arkasından İş İştir’i yaptık. İş İştir’de de yine bir romandan yola çıktım. O da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Ensitüsü’ydü. Aslında uyarlama yapılamayacak bir romandır o.
Sizin kurgunuz nasıldı peki?
Romanın başka bir karşılığını düşündüm: ‘İş Bulamayanlar Derneği’. (gülüşmeler) Tabii çok eskiye dayanıyordu. Osmanlı zamanında kurulmuş, ‘Muvaffak Olamayanlar Cemiyeti’ kurulmuş o zaman. Yüz yıllık filan bir cemiyet ve milyonlarca üyesi var. İşin kara mizah tarafı da bu işte. İşte, uzun bir kuyruk var, bu kuyruk o zaman margarin kuyruğu mu, tüp gaz mı, sigara mı belli değil… Bir bakıyorlar derneğin kuyruğu, derneğe üye olmaya uğraşan insanlar var. Ve bizim kahramanımız giriyor devreye. Tamam diyorlar bu bilmem kaç milyonuncu üye. Sanki tören yapılıyor, bekliyorlar işte. İşte böyle başlayan matrak, şamata bir filmdi.
Bunları yaparken bir taraftan da Yeşilçam’la ilişkileriniz devam ediyor değil mi?
Var tabii. Bunları yaparken zaten Yeşilçam içinde tanımadığın insan kalmıyor; oyuncular, yönetmenler, kameramanlar kısacası herkesle iç içe oluyorsunuz. Stüdyoları tanıyorsunuz, yapımcıları da iyi kötü tanıyorsunuz. Aslında Kopuk filminin çekiminden sonra bana yönetmenlik teklifi gelmişti.
Kim yapmıştı o teklifi?
Aynı firma. Duru Film’e çekmiştik Kopuk’u. Sahibi Naci Duru’ydu. Herhalde beni orada beğendiler. Çünkü Vedat Türkali yoruluyordu akşamları. “Sen çek hadi” diye gidiyordu. Sabaha kadar çalışıyorduk. O kadar çok iş koymuşuz ki, o köşkten çıkacağız artık o gün, yapımcılar bir an önce bitsin istiyor. Sabaha kadar çalışıyorduk. Çalışkanlığımı gördüler, öyle bir öneri geldi.
Kabul etmiyorsunuz ama…
Evet.
Neden?
Çünkü siyah beyaz film istiyorlardı.
Yeşilçam o dönemde renkli filmde yapıyordu. Onun için mi?
Evet yapılıyordu. Ama ucuz olsun diye bir taraftan siyah-beyaz filmler çekiliyordu. Anlayacağın ikinci sınıf film istiyorlardı. Konusu, günü, kutusu belli olan filmlerin peşindeydiler.
Siz neyin peşindeydiniz peki?
Senaryosunu yazdığım ve benim istediğim şartlarda film çekmek istiyordum.
Hem televizyona dizi yazmış hem de Yeşilçam’da senaryolar yazmış biri olarak az önceki tecrübelerinize dayanarak bugüne baktığınızda, televizyon dizi senaryosuyla, film senaryosu arasında ne gibi farklılıklar var?
Aslında büyük farlılıklar yok. Sadece çekiminde farklılıklar var. Senaryo olarak ne yazarsanız yazın sonuçta bir öykü anlatıyorsunuz. Bence yazımında bir fark olmaz. Dizi de sadece bölümlemede farklar olabilir. Yani her bölümün kendi finali olmak zorundadır. Çünkü öyle tak diye kesip de arkası yarın diyemezsiniz.
Bölümleri merak ettirici unsurlarla falan bitirmek gerekir. Dizi senaryosu yazmanın özelliği budur. Film senaryosunda öyle bir sorununuz yoktur. Yani doksan dakika ya da yüz dakikalık senaryoyu yazarken, “İşte, şöyle yapayım böyle yapayım” filan demezsiniz. Ama bunların da artık önem kazandığını görüyoruz.
“VEDAT TÜRKALİ’YE SENARYOMU GÖTÜRDÜM. OKUDUKTAN SONRA ŞUNU SÖYLEDİ: SENARYONA EN CAN ALICI YERİNDEN BAŞLAYACAKSIN.”
Neden peki?
İnsanların kumandayla sürekli başka kanal değiştirme huyundan. İnsan televizyonda herhangi bir diziye bakınca üç dakikada onu seyredip seyretmemeye karar veriyor. Bu durum o zaman eski zihniyeti bir çeşit yıkmış oluyor. Paranı vermişsin girmişsin sinemaya çıkamazsın artık. O yüzden oturacak seyredeceksin. “Bunu beğenmedim ben” diye kimsenin çıktığını bilmiyorum. Ancak çok kötü bir şey olmalı, çok daha feci bir şey olmalı. Televizyon yüzünden şimdi senaristler buna dikkat etmek zorundalar. Buna şöyle bir örnek de vermek isterim, bunu ben de bir yanlış yaptıktan sonra gördüm: Böyle kronolojik olarak bir senaryo yazmıştım. Vedat Türkali’ye götürdüm. Okudu, “Güzel ama niye böyle başlıyorsun” dedi. “Senaryona en can alıcı yerinden başlayacaksın, sonra geriye dönersin. Neresi en can alıcı yer? Banka soygunu. Oradan başla. Önce adam bankayı soysun, sonra oraya nasıl geldiğini sonra anlatırsın. Niye, işte o banka soygunu sayesinde insanlar izleyecek bunu, merak edecekler o adam niye soydu” diye. Bu bana bir ders oldu gerçekten. “Niye kronolojik?” bu soru beni bambaşka yerlere doğru götürdü. Haklıydı Vedat abi, baştaki on dakika on beş dakika soyguna kadar olan olayları kimse seyretmeyecek. O zaman izleyiciyle olan ilişkine hemen mesafe koyuyorsun. Buna gerek yok. Sıradan bir adam iş arıyor, bulamıyor yani nedir ki banka soymanın sebebi? Vedat abi bana o soruyu sorunca biraz dağılmıştım. O yüzden hikâye kurarken gerçekten bunu da düşünmekte yarar var.
Az önce Yavuz Özkan’la çalıştığınızı söylediniz. O nasıl oldu?
Askerden geldikten sonra Lütfi Akad’la çalışmadan önce bir televizyon önerisi geldi Yavuz Özkan’dan. Maden filmini çekecek ve madenin provasını yapıyor TRT’ye.
Yarış filmini yapmış mıydı?
Hayır yapmamıştı. Bir televizyon filmi yapacaktı. Bir saatlik ama aynı öykü, Maden’in öyküsüydü. Yavuz (Özkan) beni asistanı diye getirdi. Orada oyunculuk da yaptım. Neyse Tavşanlı’da çekim yaptık, Kütahya’da döndük. Sonra o film gösterilmedi bile.
Neden?
Çünkü görüntüleri iyi bulunmadı. 16mm’lik çekmiştik. Hatta maden sahnelerini hamamda çektik. Hamamda kürekler, kömürler yerleştirildi. Filmin önemli kısmını orada çekiyoruz. Su basıyor, insanlar donar vs. vs.
Hamamda çekmenizin nedeni ne?
İnsanlar soğuk suda ölür. Hamamın ılık suyu var. Biraz da filmi orada çekme nedenimiz o. Ama o buğudan görüntüler bozuluyor. Bütün sahne inandırıcılığını yitiriyor tabii. Çektik ama TRT görüntü kalitesi yetersiz olduğu için yayınlamadı. İsabet de olmuş. Sonradan Yavuz filmi profesyonel şartlarda çekti. Ortaya da iyi bir film çıktı.
1970’lerin sonu mu?
Evet. Demiryol’u 1978 yılında çekmiştik. Demek ki Maden’de 1977 yılında yapılmış.
1980 darbesine geliniyor. Darbe sizin ruh hâlinizi nasıl etkiledi?
Oraya gelmeden seks furyası dönemiyle de ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.
Tabii ki…
O dönem birçok insan işsiz kalmıştı. Seks filminin senaryosu olmadığı için kimse hiçbir şey yapamıyordu.
Siz neler yapıyordunuz?
İstanbul belediyesine girdim, harita müdürlüğü fotoğrafçısı olarak bir yıl orada çalıştım. Oradan Türk Haberler Ajansı’na geçtim. 1975, 76, 77… Bu yıllar hep seks furyasının olduğu dönemlerdi.
Devamı: Bir Senarist ve Türk Sineması 2: Ahmet Soner (Bölüm 3)