Bazen bir sıkkınlık sarar göz bebeklerinizi, bakarken bile hâkim olamadığınız bir titreme ile gözlemlersiniz karşınızdakini. Ruhunuz dışarıdan size el sallar, gitmek ile gitmemenin verdiği hüzün ile bedenlenir sanki…
Hücreleriniz debelenir, ne yapacağını bilememenin ekseninde. Bir kitap sayfası çevirir, bazen de web sayfaları. Bir film açarsınız olmaz, “İşimi yapayım!”ın imdadına sığınır yazarsınız üç beş cümle… Sonra yırtılıp buruşturulan kâğıtların saman kokulu özlemleri ile silersiniz mekanik dünyanın sayfalarını bir delete tuşu ile… Acaba düşünmüş müydü usta ressam da bu geçişleri? Yıllar öncesinden, mekanikleşmenin topluma etkisini mi hissetmişti benliğinde? Belki de bugünün teknolojikleşen, sarılmayı, saygıyı unutup mekanikleşen insanlarını betimliyordu bu eserinde olduğu gibi… Donuklaştırıyor mu her bir çark bizi?
Sevginin sıcaklığından mekaniğin soğukluğuna, elektriğin çarpıcılığından beyin hücrelerimizin yok olmasına bloklaşıyoruz ve üstadın eserlerine baktıkça bizleri görüyorum ne yazık ki! İş arkadaşlarımı, metroda sokaklarda dolaşan, günaydın demeyi unutup sadece (belki de) metal çenelerinin arasından fısıldayan insanları…
İşleri kolaylaştırmak mı mekanikleşmek, yoksa yavaşlatmak mı?
Yüzlerde yaratılan anlamsız ve yorgun bakışlar ile daha çok kırışan gözaltı buluşmaları mı?
Ben, iyiden iyiye bazı özel sanatçıların eserlerinde, gelecekten bahsettiklerini gözlemler oluyorum mesleğimin satır aralarında dolaştığımda, heybeme katık yaptıkça satırları…
Bazen de uzun uzun soluklanıyorum resimlerinde, hele ki sergi haberlerini almaya göreyim, daha bir kıvrımlanıyor duygularım. Açlaşıyor beynimin dorukları, merakım önümden koşup yer kapıyor ilk sıralarda kendine… Sanki bir film izlermişçesine yaşamlarını canlandırıyorum gözlerimde, belki de her davetiyeden bir film yaratıyorum seyircisi sadece ben olan… Yine bir üstadın davetiyesi yer buluyor dimağımda yetenekli, üretken, toplumcu, çağdaş, batı normlarını ve 1930’lardan bugüne kadar figürü ustaca yorumladığı desenleri ve pentürleri çalıyor kapımı besbelli…
Biraz resimlerinde geziyor gözlerim, biraz hayat hikâyesinde… Meraklıyım ya! İkisini de aynı anda öğrenmek coşkusundan hiç vazgeçemedim. İyi mi bilemem ama bazen yorduğu kesin… Ya da ayrımlaştırdığı beni… Hafızamın kendini yetersiz hissetmesini sağladığı gelecekteki günlere gebe biliyorum… Ama duramıyorum, hele konu bir üstatta demlenmek olunca…
Teknoloji aşkı ve ikonlar, aslında birbirine ne kadar yakın iki kelime! İkonlar tarihin mekanikliğinin tanıkları, mekanikleşen figürler ise insanların karmaşıklığı.
Sadelikten karmaşıklığa ya da karmaşıklıktan sadeliğe bir geçiş mi baba kızın arasında yaşanan yetenek ikilemi? Figürlerin ikonlaşan düşünceleri mi?
Her baba, bir ikondur kızına, yoksa bu ikon tasvirlerinde babanın kokusu mu var? Ya da özlemi?
“Benim çağdaş ikonum babam” der gibi gururla ve mağrur bir eda ile altın ve morun renklerinin asil yansımasında.
İkonlaştırmamak nasıl mümkün ki zaten böylesine sanatta bir döneme damga vuran figürü? Mümtaz Yener, tablolarının figürlerini yaratırken kendi figüründen de bir simge, bir aşk yaratmış bence kızına… Ne de iyi etmiş ki, biz şimdi onları aynı sergide izleyebiliyor, hayatımıza sanat ile beraber baba kız olgusunu sevgi bütünlüğünde katabiliyoruz.
Satırlarım Mümtaz Yener’i anlatmamı istese de nasıl sığdırabilirim ki ben? O kadar dolu ki, yetmez diye düşünüyorum. Tek tek irdelemek, incelemek isterdim her bir tablosunu haddim yettiğince ya da yeniler gurubunun anılarını sığdırmak. Dönem arkadaşları Nuri İyem, Avni Arbaş, Selim Turan, Agop Arad, Hasmet Akal, Ferruh Başağa, Turgut Atalay ve Kemal Sönmezler ile 1940 yılında kurduğu “Yeniler Grubu”nun toplumsal gerçekçi çizgisinden bugüne değin hiç ödün vermediği günlerin anılarını, ileriki yıllarda artarak 65’i bulan üyeleri ile –Faruk Morel, İlhan Arakon, Yusuf Karaçay, Abidin Dino– Türk Sanatı’nda bir döneme damgalarını vurdukları anılarını…
Türk Resmi’nin efsanelerinden büyük usta Mümtaz Yener’in yapıtlarını ve ödün vermeyen sanatını izlerken Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminden başlayarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75 yıllık gelişimini kendi kimliğinde barındıran bir sanatçıyı izlemenin coşkusunu yaşamamak olası değil. Hele ki bu aşkı baba kız aşkıyla buluşturup izlemek paha biçilemez… Öyle ise 15 Ocak 2015 tarihinde açılan ve 8 Şubat 2015 tarihine kadar sürecek olan Schneidertempel Sanat Merkezi’nde ‘”Teknoloji Aşkı” isimli Göksun Yener & Mümtaz Yener sergisine gidiyoruz hep beraber. Bir sonraki sergide buluşmak dileği ile…
Fatma Elvin Öztürk kimdir?
Resim, şiir ve edebiyatın kesişme noktalarında sanat üreten Fatma Elvin Öztürk için, üç boyut etkisi veren kendi tekniği, şiir kitapları, fikrin belirlenmesinden tasarlanmasına kadar atölye deneyimleri, katıldığı çalıştaylar, sergileri, araştırma yazıları, kısa öyküleri, makaleleri ile birlikte sanat serüveninde bir gezgin demek kısaca mümkün kendisine…