BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Martin Scorsese’nin yönettiği film 4 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve Cannes’da Altın Palmiye’nin sahibi olmuştu. Robert De Niro’nun sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biri olan Travis Bickle’ı yarattığı filmi seyretmeyenler bile onu ayna karşısında tekrarladığı cümleye aşinadır: “Are you talking to me?”

Bana Onun Portre-sini Getirin

Bir Portre Denemesi: ROBERT DE NIRO

Martin Scorsese’nin yönettiği film 4 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve Cannes’da Altın Palmiye’nin sahibi olmuştu. Robert De Niro’nun sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biri olan Travis Bickle’ı yarattığı filmi seyretmeyenler bile onu ayna karşısında tekrarladığı cümleye aşinadır: “Are you talking to me?”

20. yüzyılın en büyük sinema oyuncularından biri… Mesleğine saygıda kusur etmeyen bir profesyonel. Adını skandallara karıştırmayacak kadar düzgün yaşayan bir şöhret… Başarılı bir iş adamı, güvenilir bir dost, aile adamı… Akademinkinin yerini tutar mı bilemeyiz ama, bizim gönlümüzün Oscar’ı her daim Robert De Niro’nun…

 Ege Görgün (Landlord)

AİLE

Robert De Niro, 3 Mayıs 1993’te öldü. Bir sanatçı olarak ardında pek çok eser bırakmıştı. Ama bu sanat eserleri içinde şüphesiz en değerlisi, karısı Virginia Admiral ile birlikte hayat verdikleri oğluydu: pekçok başyapıtta rol alıp 20. yüzyılın en önemli sinema oyuncularından biri olduğunu ispatladıktan sonra, babasının hayata gözlerini yumduğu yıl yönetmen olarak çekeceği ilk film için kamera arkasına geçen Robert De Niro.

Kimilerine göre oğlundan çok daha yakışıklı ve çekici olan baba De Niro 71 yıl önce Syracuse’da doğmuştu. New York’un bu en çok kar yağan, en soğuk şehri adını yeni umutlarla İtalya’daki evlerini bırakıp Yeni Dünya’ya gelen göçmenlere borçluydu. Her şeyin yeni olduğu bir hayata başlarken, geçmişi, köklerini unutmamak adına en azından yaşadıkları yere eski bir ad vermek istemişlerdi. İşte bu yüzden dünya üstünde iki Syracuse var bugün. Yenisi ABD’de, eskisi Sicilya’da.

Ressam olan baba De Niro’nun dedesi Giovanni Di Niro ve ninesi Angelina Mercurio 1887’de İtalya’dan ABD’ye göçenler arasındaydı. Yola Sicilya’dan değil, daha Kuzey’deki Ferrazzano’dan yola çıkmışlardı. İstavroz çıkararak Özgürlük Heykeli’ni selamladıktan sonra vatandaş olarak kaydedilmek üzere gemilerinin yanaştığı Ellis Adası’ndaki göçmen bürosuna istif edildiler. Belki işgüzar bir memurun azizliğiydi soyadlarının Di Niro’dan De Niro’ya devşirilmesi, belki de devletin asimilasyon politikası…

Robert De Niro’nun büyük büyük babası Giovanni Di Niro ve karısı Angelina Mercurio 1887 yılında İtalyan göçmenleri olarak ABD’ye ayak bastı.
Robert De Niro’nun büyük büyük babası Giovanni Di Niro ve karısı Angelina Mercurio 1887 yılında İtalyan göçmenleri olarak ABD’ye ayak bastı.

Aktör Robert De Niro 17 Ağustos 1943’de doğdu. Ressam babasıyla annesinin o daha 2 yaşındayken boşanmaları Bobby’yi sanat çevresinden uzaklaştırmadı. Çünkü Bobby’nin yanında kalmaya başladığı annesi Virginia Admiral de bohem hayatı seven bir ressam, yazar ve şair. New York sanat çevresinden pek çok isimle ahbaplık eden muhalif ruhlu bir liberal. Dolayısıyla Bobby şairlerin, ressamların, yazarların uğrak yeri olan bir evde sanatı teneffüs ederek büyüyor. Annesi ünlü şair Robert Duncan ile birlikte yalnızca bir sayı süren Epitaph dergisini çıkarıyor. Bu dergi daha sonra The Experimental Review adıyla yayın hayatına devam ediyor. Virginia A. daha sonra True Crimes (Gerçek Suçlar) dergisinin yazarları arasına katılıyor.

Robert De Niro’nun aynı adı taşıyan babası bir ressamdı. De Niro 18 yaşında Fransa’ya gidip sinir krizi geçiren babasını ABD’ye getirmek zorunda kaldı.

Büyürken sık sık stüdyosuna gidip babasını ziyaret ediyor. Babasının onu model olarak kullanma konusunda yaşadığı hayalkırıklığını bugün bile iyi hatırlıyor De Niro. Çünkü Bobby bir sandalyeye oturtulup hareketsiz kalmasını bekleyebileceğiniz bir çocuk değil. Modellik yapmak yerine babasıyla sinemaya gitmeyi seviyor Bobby. Eve dönünce annesine izlediği filmlerdeki zamanın ünlü oyuncularını taklit ediyor.

Bohem yaşamak konusunda annesiyle babası birbiriyle yarışıyor sanki. Babası kimsenin o zamanlar yaşamak istemediği mahallelerde – Soho gibi – oturuyor. “Bazen koca binada oturan tek kiracı oydu,” diye hatırlıyor o günleri De Niro. Oğlu şöhret yolunda ilerlerken, baba De Niro’nun figüratif dışavurumcu resimleri gözden düşmeye başlıyor. Geçinmek için bulduğu her işte çalışmaya başlıyor babası ve ardından bir süre Fransa’da şansını deniyor. Ağır bir depresyon yaşarken oğlu tarafından ABD’ye geri getiriliyor ressam baba.

1977’de oğul De Niro Newsweek’e kapak olurken, baba De Niro’nun sergisiyle ilgili de küçük bir haber geçiliyor. De Niro kendisini başarısı hakkında babasının karmaşık duygular içinde olduğunu söylüyor. Oğlunun kendinden daha başarılı olmasıyla çok barışabilmiş değildi baba De Niro. Oğul De Niro bugün 67 yaşında. Babasının öldüğü yaşa gelmesine yalnızca dört yıl kalmış durumda. Kendi sanatının en üst seviyesine çıkan De Niro babasının sanatını ise hala pek anlamadığını itiraf ediyor. “Keşke anlasaydım,” diyor ama, “Ona bu konuda hiçbir zaman soru sormadım, o da bana hiç anlatmadı. Keşke zamanında biraz daha meraklı olsaymışım.”

GENÇLİK

Robert De Niro sahnelere ilk adımını 10 yaşında attı. Okulda sahnelenen Oz Büyücüsü’nde Korkak Aslan’ı canlandıran Bobby bu sayede hem utangaçlığını üstünden atacak, hem de hevesli oyunuyla annesini bile etkileyecekti. Oğlundaki ışıltıyı daha o günden gören annesi lise yaşı geldiğinde onu bu konuda kendini geliştirebileceği sanat ağırlıklı eğitim veren bir okula yazdırdı. Ama belki de Bobby için biraz erkendi daha. Sanattan önce sokaktaki stajını tamamlamalıydı. Küçük İtalya namlı semtindeki düz liseye geçip mahalle arkadaşlarıyla sürtmeye başladı. Ölü bir adamınkini aratmayan soluk rengi yüzünden arkadaşları onu “Bobby Milk” (Süt Bobby) diye çağırıyorlardı. Babası ne yeni arkadaşlarını, ne de sokaklarda bu kadar zaman geçirmesinin onaylamıyordu oğlunun. Ama pılını pırtısını toplayıp Fransa’ya gidince zaten fazlaca yakınında bulunamadığı oğlundan tamamen uzaklaştı. Annesinin de bu fitili ateşlenmiş yeniyetmeye lafını geçirmesi pek mümkün olmuyordu. Başına gelebilecek onca belaya rağmen sokak iyi bir öğretmen oldu Bobby için. Gelecekte canlandıracağı insanları bu dönemde yakından gözlemleme olanağı buldu. Zamanı geldiğinde sanatçı genlerinin sesini dinleyip kendini sokaklardan çekmesini bildi.

16 yaşına geldiğinde oyunculuk eğitimi alabileceği özel okulların, atölyelerin yolunu tuttu. İşe Marlon Brando, Tony Curtis, Walter Matthau, Harry Belafonte, Rod Steiger ve Tennessee Williams gibi öğrencilere sahip olmuş Dramatic Workshop’ta eğitim alarak başladı. Stanislavski’nin kurucusu olduğu metod oyunculuğuyla burada tanıştı. Ardından Stella Adler Studio’da oyuncunun hayalgücünü, yaratıcılığını kullanmasına olanak tanıyan bir oyunculuk tarzını denedi. Buranın yetiştirdiği öğrenciler arasında ise yine Marlon Brando ve Martin Sheen, Roy Scheider, Vincent D’Onofrio, Mark Ruffalo, Warren Beatty, Benicio del Toro, Harvey Keitel, Nick Nolte, James Coburn, Melanie Griffith, Anthony Quinn gibi önemli oyuncular vardı. Yalnızca en yetenekli olanların eğitim alma fırsatı bulduğu Actor’s Studio son durağı oldu genç aktörün. Lee Strasberg’in yöneticisi olduğu okul aynı zamanda oyuncuları, tiyatro oyunu yönetmenlerini ve yazarlarını bir araya getiren bir meslek birliğiydi. Bugünlerde Al Pacino ve Ellen Burstyn tarafından yönetilen okul adeta metod oyunculuğunun kalesiydi.

Metod Oyunculuğu:

Stanislavski’nin kurucusu olduğu bu ekol, oyuncunun canlandırdığı karakteri içselleştirmesi prensibine dayanır. Oyuncu o karakter gibi düşünmeli, onun gibi hissetmeli, kısacası o olmalıdır. Oynamak, rol yapmak yerine o karakteri yaşamayı önerir. Bazı ünlü metod oyuncuları: Al Pacino, Daniel Day-Lewis, Marlon Brando, Jack Nicholson, Forest Whitaker, Edward Norton, Paul Newman, Dustin Hoffman, Phillip Seymour-Hoffman, Montgomery Clift, Anthony Hopkins, Denzel Washington, Harvey Keitel, Nicole Kidman, Robert Duvall, Sean Penn, Cate Blanchett, Jack Lemmon, Mark Ruffalo, Joe Pesci, Gene Hackman, Alec Baldwin, Mickey Rourke, Dennis Hopper, Russell Crowe, Walter Matthau, Meryl Streep, Marilyn Monroe, Angelina Jolie, Charlize Theron, Holly Hunter, Jane Fonda, Naomi Watts, Christopher Walken, Tim Roth, Joaquin Phoenix, Jon Voight, Anthony Perkins, Eli Wallach, Steve McQueen.

Hollywood’un şaşaalı tiyatro oyunlarının sahnelendiği Broadway’de seyirci karşısına çıkmak öyle kolay bir şey değildir. Önce Off-Broadway’in 90-500 arası sayıda koltuğa sahip alçakgönüllü salonlarında boy gösterip kendinizi beğendirmelisinizdir. Robert De Niro da öyle yaptı. Bir yandan tiyatro oyunlarında oynuyor, bir yandan bir sinema filminde küçük de olsa bir rol kapabilmek için oyuncu seçmelerine katılıyordu. Yanında da 25 farklı kılıkta çektirdiği fotoğraflarını getirip bırakıyordu. Robert De Niro sinema seyircisinin karşısına nihayet 1965’te çıkacaktı. Küçük bir rol değildi. Küçükten de küçüktü…

SİNEMA

Fransız yönetmen Marcel Carné, Three Rooms in Manhattan (Manhattan’da Üç Oda) filmini New York’da çekecektir. Ünlü polisiye yazarı George Simonen’in eserinden uyarlanan filmi aslında Jean-Pierre Melville’in çekmesi bekleniyordu ama Melville son anda bu filme karşı ilgisini kaybetmişti. Filmin önemli rolleri Avrupalı oyuncular arasında paylaştırılmıştı ama figürasyon yerel oyunculardan oluşacaktır. Filmde yer alan bir akşam yemeği sahnesinde Robert De Niro restoranın müşterilerinden birini canlandırır. Repliği bile yoktur, tabi filmin son akan jeneriğinde ismi de…

Aslında filmografisinde ilk film olarak gözükse de, kariyerinin ilk filmi değildi Three Rooms in Manhattan. 1963’te Brian De Palma’nın yönettiği The Wedding Party filminde yine küçük bir rol üstlenmişti. Ancak film 1969’a dek seyirci karşısına çıkamamıştı. Robert De Niro’nun yönetmenlerle kurduğu sıkı bağın ilk örneğiydi De Palma-De Niro birlikteliği. İlk önemli rollerini De Palma’nın Greetings (1968), Hi, Mom (1970) filmlerinde üstlenip adını en azından film çevrelerinde duyurdu De Niro. İkilinin yolları 1987’de yeniden buluşacaktı. 4 dalda aday gösterilip bunlardan yalnızca bir tanesiyle yetinmek zorunda kalsa da Dokunulmazlar‘da(The Untouchables) De Niro’nun hayat verdiği Al Capone tiplemesi de sinemaseverlerin hafızalarına çıkmamak üzere kazındı.

1973 tarihli roman uyarlaması film Bang the Drum Slowly’de canlandırdığı lenf kanserli beyzbolcu Bruce Pearson rolüyle New York Eleştirmenleri En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Bu çıkış hayatının dönemeçlerinden birini oluşturacak bir yapımdaki rolünü getirdi ona: Martin Scorsese’nin yönettiği Mean Streets. Harvey Keitel filmde daha ön planda olsa da, asıl kazanan De Niro oluyordu bu filmde. Kendisi gibi İtalyan kökenli ve New York milliyetçisi olan Martin Scorsese ile kurulan sağlam dostluk bir başyapıta giden bir yolculuk oluyordu adeta.

Robert De Niro’nun sonradan kadim dostu olacak Martin Scorsese ile ilk işbirliği Mean Streets filminde gerçekleşti. De Niro, Harvey Keitel’le birlikte kamera karşısına geçtiği bu filmde New York’un kenar mahallelerinin sıkça rastlanan arıza tiplerinden birini canlandırıyor. Hırsı kapasitesiyle ters orantılı olduğundan kaybetmeye mahkum küçük bir suçlu: Johnny Boy

İlk ciddi rolünden beş sene sonra Oscar’a uzandığı gerçeğinden yola çıkarak Robert De Niro’nun yıldızının hızlı yükseldiğini söyleyebiliriz. Ama bu yükselişi hak etmediğini söylemek pek olası değil. Hele En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oskarı’nı almasını sağlayan rolünü düşünürsek… Francis Ford Coppola’nın yönettiği 1974 tarihli Baba II’de Vito Corleone’yi canlandırdı. İlk filmde bu karakterin yaşlı halini oynayan Marlon Brando da En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı kazanmıştı ilginçti ki. Sinema tarihinin çok önemli bu iki oyuncusu aynı kişiyi canlandırarak Oscar sahibi oluyorlardı.

De Niro’nun Scorsese ile ikinci ortaklığı 1976’da gerçekleşiyor ve ortaya Taxi Driver gibi bir başyapıt çıkıyordu. Filmde, De Niro’nun asosyal, paronoyak, katil iç güdülerine sahip Travis Bickle’ı canlandırırken sergilediği akıllara zarar performans Oscar’a aday gösterilse de, Rocky’ye ve törenden önce hayata gözlerini yumduğu için Akademi’nin bir “güzellik” yaptığı Peter Finch’e yol vermek zorunda kalıyorlardı. Neyse ki De Niro 1979’da ve 1980’deki törenlerde Akademi’ye bir şans daha verecekti.

1979’daki Oscar töreninde yine beş En İyi Erkek Oyuncu Oscar adayı arasında ismi vardı De Niro’nun aslında. Michael Cimino’nun yönettiği The Deer Hunter’da sinemaseverlerin karşısına Rus asıllı Amerikalı çelik işçisi Michael Vronsky olarak çıkan De Niro bir kez daha sinema tarihinin unutulmazları arasına girecek bir performans ortaya koyuyordu. Ama hak ettiği Oscar bu kez de Jon Voight’e gidiyordu.

Akademi’ye kaçacak yer bırakmayan 1980 tarihli Öfkeli Boğa (The Raging Bull) olacaktı. Jake La Motta’nın hayatım otobiyografisinden yola çıkarak beyazperdeye taşıyan Scorsese bu önemli rolü De Niro’ya emanet ederken bir anlığına tereddüt etmiyordu. De Niro bu rol için 20 kilo alıp kamera karşısına öyle geçince sinema geleneğinde bir ezber bozuluyor, sinema tarihinde yeni bir milat oluşuyordu. Bir oyuncunun rolü için fiziğine bu derece müdahale edebilmesi adeta oyunculuk kavramının yeniden şekillenmesine yol açıyordu. Film sekiz dalda Oscar’a aday gösterildi ama ancak iki tanesini alabildi. Bir tanesi De Niro’ya verilen En İyi Erkek Oyuncu Oscarı idi.

Robert De Niro son 30 senedir büyük yönetmenlerle çalışmaya, önemli filmlerde oynamaya devam ediyor. İlk anda akla gelenler Sergio Leone’nin yönettiği Bir Zamanlar Amerika (Once Upon A time in America – 1984) ; yine Scorsese ile çalıştığı Sıkı Dostlar (Goodfellows – 1990) ve Casino (1995); Robin Williams’la birlikte oynadığı 1990 tarihli Awakenings; yönetmen Michael Mann ve aynı kuşaktan ona rakip olabilecek tek aktör Al Pacino ile buluştuğu Heat (1995); Tarantino’nun yönettiği egosantrik-nostaljik vintaj denemesi Jacky Brown (1997); onu Dustin Hoffman’la izleme keyfine eriştiğimiz kara komedi Wag the Dog (1997); John Frankheimer 1998 tarihli cool aksiyon Ronin; istediğinde en az Billy Crystal kadar komedi oyuncusu olabileceğini ispatladığı Analyze This (1999) ve Analyze That (2002).

ÖZEL HAYAT

1998’de Ronin’in çekildiği Fransa’da De Niro’nun adı ilk kez bir skandala karıştı. Dokuz saat boyunca alıkonulan aktör bir fuhuş çetesiyle ilgili olarak sorguya çekildi. Yakalanan hayat kadınlarından bir De Niro’nun adını vermişti. Aktör şiddetle bu konuyla ilgisi olmadığını ve hayatı boyunca para ödeyerek cinsel ilişkiye girmediğini söyledi. Ama eğer yapsaydı da, bunun suç olacağını sanmadığını da ekledi. Bu olay üstüne bir daha Fransa’ya ayak basmayacağını söyleyen De Niro bütün arkadaşlarına da aynı telkinde bulunacağını özellikle vurguladı. Üstelik Fransız hükümetinin kendisine verdiği la Légion d’honneur nişanını da geri verdi.

Robert De Niro’ya En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı getiren Raging Bull filminin yönetmeni yine Martin Scorsese idi. Jake La Motta’nın spor sonrasındaki halini hakkıyla canlandırmak için 20 kilo alması, De Niro’nun yetenekli olduğu kadar disiplinli, çalışkan bir profesyonel olduğunu gösteriyordu. Ve metod oyunculuğunun öyle her yiğidin harcı olmadığını….

Özel yaşamıyla pek gündeme gelmeyen De Niro’nun siyahi kadınlara olan ilgisini bilmeyen yok. Ashley Judd’ı istisna kabul edersek eşleri ve sevgilileri hep siyah ırktan oluyor aktörün. Naomi Campbell ile ilişkisi uzun süre konuşulmuştu. De Niro bugüne kadar iki kez evlendi. 1976’da hayatını birleştirdiği ilk eşi Diahnne Abbott’dan olma Raphael adlı bir oğlu var. Ayrıca Abbott’ın kızı Drena’yı da nüfusuna geçirmişti usta aktör. De Niro 1988’de boşandıktan sonra 1995’te sevgilisi Toukie Smith’den ikiz oğlan sahibi oldu. Bu doğum suni döllenme ve taşıyıcı anne aracılığıyla gerçekleştirmişti.

De Niro ikinci ve şimdilik son evliliğini 1999’da eski hostes Grace Hightower ile yaptı. Sık sık boşanmanın eşiğine gelinen bu evlilikten Elliot doğdu.

İŞ HAYATI

Sinan Çetin ve Cihangir için söylenenler New York’da Robert De Niro ve Tribeca semti için söyleniyor. De Niro 80’lerden bu yana bu semte yatırımlar yapıyor. Ama Sinan Çetin’den farklı olarak semtin ekonomik ve kültürel hayatını zenginleştirmek için elinden geleni yapıyor. 2002’den beri gerçekleştirilen Tribeca Film Festivali bu çabalara iyi bir örnek. Festival kısa sürede dünyanın önemli festivallerinden biri haline gelmiş durumda.

Aktörün 1990 yılında ortaklarıyla açtığı Tribeca Grill semti popüler hale getiren değerlerden biri oldu. Bill Murray, Mikhail Baryshnikov, Sean Penn, Ed Harris, Lou Diamond Philips, Russell Simmons, Peter Max, Christopher Walken ve Harvey & Bob Weinstein gibi devamlı müşterileri (ve yatırımcıları) olan mekan De Niro’nun TV için şovlar da hazırlayan film yapım şirketi TriBeCa’nın bulunduğu binanın ilk iki katında yer alıyor. Restoranda bir de sergi var. Robert De Niro’nun babası Robert De Niro’nun resimleri burada sergileniyor.

Martin Scorsese’nin yönettiği fTaxi Driver  4 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve Cannes’da Altın Palmiye’nin sahibi olmuştu. Robert De Niro’nun sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden biri olan Travis Bickle’ı yarattığı filmi seyretmeyenler bile onu ayna karşısında tekrarladığı cümleye aşinadır: “Are you talking to me?”

De Niro’nun diğer restoran girişimi ise Japon restoranı olan Nobu. De Niro Nobu’ların sayısını artırmayı planlıyor.

“En sağlıklısı bunları yemek. Sumo güreşçileri dışında çok fazla şişman Japon görmüyorum ben.”

De Niro’nun sağlık konusunda hassas olmasının geçerli bir sebebi var. 2003’te prostat kanseri teşhisi konmuştu kendisine. Neyse ki erken teşhis sayesinde ve uygulanan başarılı tedavi sonucunda hastalığı tamamen atlatmayı başardı.

Yine Tribeca’da bulunan Greenwich Hotel’in sahibi de De Niro. Otelin içindeki restoran Locanda Verde (Ago diye de biliniyor) ün yapmış bir diğer yemek mekanı.

Robin Williams ve Francis Ford Coppola’yla birlikte San Fransisco’daki Rubicon restoranını açan De Niro’nun başka mekanlarda da ortaklıkları da bulunuyor.

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et