Fox TV’de reklamı yapılıyor. Mehmet Ali Erbil’li yeni bir yarışma programı başlıyormuş: 50 Sarışın. Hem güzelim, hem zekiyim diyen sarışınlara çağrı yapıyorlar aday olmaları için. Bıyık altından gülüyorum, “Mehmet Ali Bey yine kendini sarışın güzellerin ortasında bulacak, bu yarışma fikri ondan çıktıysa şaşmam,” diye hınzırca düşünceler geçiyor aklımdan. Sonra şu memlekette sarışınların maça hep 1-0 önde başladığı gerçeğini fark ediyorum. Bu yüzden değil mi zaten, sahte sarışınların bu kadar çok olması? Hayat denen şu oyunda hep avantajlı duruma geçme çabası… İşin garibi, zeka, bilgi, kültürün en önemli donanım olduğunu sandığınız basında da böyle bu. Zaten gerçeğini bulamayınca hayali sarışın yazar (Tuğçe Baran gibi) yaratan o basın değil miydi?
Basın ve medya sarışınlarını aklımdan geçiriyorum. İlk aklıma gelenler: Ayşe Arman, Gülse Birsel, Ömür Gedik oluyor. Yanlış bilmiyorsam, üçünün de ortak noktası bu işe girmelerine vesile olan insan: Ercan Arıklı. Arıklı’nın güzel kızlara, diğerlerinden daha “eşit” davrandığını çok duymuştum ama, birlikte çalıştığımız dönemde buna bizzat şahit olmuştum. Rahmetlinin ikinci kriteri de zenginlikti. Zengin bir aileden gelmesi onun için kişinin görgülü, gustolu, kaliteli olması anlamına geliyordu çünkü. Yalnız bu özelliklere rağmen adı Kezban, Fatma ise yine de geçer not alamazdı Arıklı’dan. “Böyle isim veren anne babası varsa, ondan bir hayır gelmez,” dediğini hala hatırlarım.
Yukarıda saydığım isimler, işlerinde başarılı olmuş örnekler olabilir ( kaybolup gidenleri bilmiyoruz tabi) ama yine de bu yöntemin, bakış açısının yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez. Zaten hala da devam eden bu yanlış yöntem yüzünden, şimdilerde gazetecilik güzel ve zengin kızların hobisi haline getirilmeye çalışılıyor. Yöneticilerin işine geliyor tabi bu durum. Hem düşük maaş verebiliyorlar, hem kendi hayat görüşlerine yakın dergi, gazete ve yazılar yayınlayabiliyorlar, üstüne de gün boyunca göz banyosu yapabiliyorlar. Çünkü sarışın, zengin ve geldiği nokta itibari ile başarılı bu kızlarımızın artık tavana vurmuş özgüveni, giyim kuşamlarına da yansıyor. Bu giyim kuşam kendileriyle aynı kategoriye girmeyen kızlar için de bir çıta oluyor. Sistemin ödüllendirdiği kişilerin giyim tarzını yakalayabilmek için onlar da alabildiğine cesur giyiniyorlar.
Ercan Arıklı anlayışının beşiği Sabah ve türevleri olduğu için, 90’ların ikinci yarısında diğer gazetelerle ve Sabah arasında dağlar kadar fark vardı. Milliyet bir devlet dairesi atmosferine sahipti o zamanlarda, kadın çalışan profili daha çok yine rahmetli olan Duygu Asena’nın eksenindeydi. Entellektüel seviyesi yüksek, dış görünüşe çok önem vermeyen, bohem hatta biraz manik-depresif bir kadınlar topluluğu. Hürriyet bir kademe yukarıdaydı daha çok kazanan ve daha yetenekli yöneticileri barındıran bir gazete olarak. İki binada da çalışmış biri olarak bu karlılık durumunun yalnızca habitata değil, ulaştırmadaki araç sayısına bile yansıdığını söyleyebilirim. Sabah’a gittiğimde ise kendimi Nişantaşı sokaklarında geziyormuş gibi hissettim hep. Sanki İstanbul’un bütün güzel kızlarını toplamışlar ve sanki bu kızlar işe değil de, defileye çıkar gibi gelmişler. O zaman ne Ercan Arıklı’yı ne de onun anlayışını bilmediğim için bu farklılığın sebebini bir türlü isimlendiremiyordum tabi. Bugün baktığınızda Hürriyet’in de benzer bir çizgiye yaklaştığını görebilmek mümkün. (Bakın sinema yazarı arkadaşımız Ömür Gedik’le yapılan söyleşiye: hobileri arasında kayak yapmak, tenis oynamak, piyano çalmak varmış. Üyesi olduğu SİYAD derneğinin üyelerinin arasında bu kadar işsiz, bu kadar kıt kanaat geçinen insan varken insan varken böylesi açıklamalar beni tilt ediyor.) Keza Hürriyet dergi grubunun o anlayışta şekillendirilmesi sona erdi bile. Milliyet gazetesi nispeten hala eskisi gibi diye duyuyorum. Akrabalıklar, tanışıklıklar, kankalıklar daha geçer akçe… Öbüründen iyidir…
Benim bu saatten sonra sarışın olma şansım yok. Zaten olabilecek saçım da yok. Neyse ki tenis, kayak, golf, squash, safarı gibi meraklarım da yok. Dubai’de değil, yalıda, konakta, kendinizi soyutladığınız o havuzlu, cafcaflı, konserve apartmanlı uydukentlerde değil, şirin bir mahallenin apartman dairesinde oturuyorum. Öyle büyük alışveriş merkezlerinden, lüks marketlerden değil, semtimizin pazarından yapıyorum evimin alışverişini. Reçelimi bile kendim yapmaya başladım, hem daha ucuz hem daha sağlıklı. Görünürdeki en büyük lüksüm Lig TV. Bir de Allah olmayana da versin, geçen gün taksitle1.200 YTL’lik bir LCD aldım kendime. Eski televizyonumu sahibinden.com’dan 150 kaada sattım da öyle o da.
Hayatı düşük frekansta yaşamayı seviyorum ve böyle yaşayanların yazdıklarını okumak keyif veriyor bana. Okuyacağım adamın hobileri benimkine yakın olsun istiyorum. Birlikte sahafları dolaşabileceğim, bit pazarlarının altını üstüne getirebileceğim, çocukluğundan kalma kurşun askeri ya da bebeği hala özenle saklayan, para almadan fanzinlere, uçuk sitelere yazan, salaş bir mekanda bira, küçük bir çayhanede 500 kuruşa çay içebileceğim adamları okumak istiyorum.
Çok şey mi istiyorum acaba…?
Not: Okan Bayülgen‘in artık seyredilebilir tek bölümü Medya Arkası’nda gördüm. SineManyak diye bir programın teaser’ı. Kıçına kadar mini etek giymiş abla, kamera devamlı bacaklara zoom yapıyor. Şöyle bir şeyler diyor: “Gencim, güzelim, boyum kilom şu, yay burcuyum, yayarım!” Ben de şaşarım diyeceğim ama artık şaşamıyorum. zamanında Sevim Gözay da buna yakın bir sunum yapıyordu ama onunki bile pek masum kalıyor bunun yanında.