Mahsun Kırmızıgül‘ün ikinci filmi Güneşi Gördüm En İyi Yabancı Film Oscarı’na Türkiye’nin adayı olarak seçildi. Başta ben olmak üzere, birçok sinema yazarı da apışıp kaldı. İstisnalar vardı tabi. İzlediğim kadarıyla Atilla Dorsay, “Oscar’a göndermeyelim de, Cannes’a mı gönderelim” yaklaşımıyla, seçici kurulun Mahzun açılımını destekledi. Keza Mehmet Açar da suyu bulandırmayacak açıklamalar tercih etti. Yazının başlığı benim bu konudaki düşüncelerimin anafikrini zaten açık ediyor ama söyleyeceklerim elbette bu kadarla sınırlı değil.
* Açıkçası ben bu filmin seçilmesini ABD’nin gerek sanat, gerek politika konusunda bir uzmanlık dalı haline getirdiği lobi faaliyetlerinin artık ülkemizde de başarıyla icra edildiğinin işareti olarak görüyorum. Tabi bu milyon dolarların konuşulmaya başlandığı bir sektörde olağan bir gelişme. Ama milyon dolarların konuşulmadığı projeler de vardı Türk sinemasında. İşte jürinin aldığı bu sakat kararın böylesi filmlerin sayısını düşüreceğine ve Türk sinemasının önünü tıkayacağına inanıyorum ben. Çünkü sistem kimin arkasında olduğunu açıkça göstermiş oldu bu kararıyla. Parası, gişesi, gücü olanın… Genç, fakir, gariban sinemacıda motivasyon mu kalır artık. Az parayla, amatör ruhla, iyi niyetle, gişe beklentisi olmadan sinema yapmaya, ilk filmini çekmeye hazırlanan bütün yönetmenlere berbat bir mesaj verilmiş oldu. Paran varsa filmin kralını yaparsın, gişe senin, camia arkanda olur. Paran yoksa git parası olanın filminde çalış. Aslında ABD’de de durum farklı değil. Onun için Güneşi Gördüm’ü, Mahzun Kırmızıgül’ü ve büyük gazetelerin magazinsel-sinema yazarlarını seneye Oscar töreninde görürsek de şaşırmayalım. Neticede filmin içinde politika var, eşcinsellik var, otantik tatlar var, özürlü biri var, bir de araya yahudi soykırımıyla ilgili bir iki anekdot sıkıştırsalardı Oscar garantiydi.
* Böyle bir jüriden böyle bir seçimin çıkmasına şaşırmadım açıkçası. Bence filmi değil, jüriyi tartışmamız gerekir öncelikle. Yok tartışmayacaksak o zaman o jürinin seçtiğini kabul etmek durumundayız. Sinemayı matematikle karıştırıp, iyi filmin müspet ilim kaideleriyle bulunacağını iddia edecek halim yok. Hangisinin en iyi film olduğu epey göreceli bir konudur çoğu zaman. Ama Sonbahar‘ın, Mommo‘nun, hatta Usta’nın olduğu bir listede Kırmızıgül’ün filminin seçilmesi bu görecelilik durumuyla açıklanabilecek bir şey değil. Her sanat dalında olduğu gibi, sinemanın da asgarinin altına düşmeyen bazı kriterleri, doğruları, değerlendirilebilir bir estetiği ve dili vardır. Türk sinemasına farklı şekilde emekleri geçmiş olabilir ama söz konusu jüride yer alanların en az yarısının bunlardan habersiz olduğu açık.
JÜRİ
Nejat Gökçe: Kültür Bakanlığı temsilcisi
Yılmaz Atadeniz: SE-SAM temsilcisi
Şevki Tosunoğlu: FİYAP temsilcisi
Biket İlhan: SE-YAP temsilcisi
İsmail Güneş: SİNE-BİR temsilcisi
Burçak Evren: SİYAD temsilcisi
Erdal Tuşunel: TESİYAD temsilcisi
Mustafa Altıoklar: FİLM-YÖN temsilcisi
Galip Görür: SİNE-SEN temsilcisi
Semra Güzel Korver: BSB temsilcisi
Mehmet Güleryüz: SETEM temsilcisi
Meltem Savcı: ÇASOD temsilcisi
Yusuf Sezgin: SODER temsilcisi
* Jüride yer alan sinemayla ilintili insanların geçmişine bakıyoruz. Türk Sineması adına yaptıkları gayet tartışılır. Dünya Sineması çerçevesine dahil edilebilecek düzeyde ise hiçbir şey yapmamışlar. O anlamda şimdi yaptıkları da geçmişte yaptıklarından pek farklı değil.
* Oscar’ı ciddiye almasam da Yabancı Film Oscar’ı deyince biraz duraklıyorum. Bence bu Oscar’ı kazanan filmler En İyi Film Oscarı’nın kazanan filmlerden neredeyse her zaman daha iyi film oluyorlar. Bakın son yıllarda bu Oscar’ı kazanan filmlere. Sonra o filmleri Güneşi Gördüm ile kıyaslayın.
2001 No Man’s Land
2002 No Where in Africa
2003 Barbarların İstilası
2004 The Sea Inside
2005 Tsotsi
2006 Başkalarının Hayatı
2007 Kalpazanlar
2008 Departures
* Güneşi Gördüm’e de üzülüyorum. Çünkü sinema yazarlarının çoğu güzel şeyler söylemişti film için. Benim de filmde beğendiğim şeylerin sayısı beğenmediklerimden çok daha fazlaydı. Bakın neler demişim o zaman:
“Tüm çatışmalara çözüm olabilecek tek bir şey var hayatta, o da empati. Yani kendini karşındakinin yerine koyma, onun ne hissettiğini anlayabilme becerisi. Biz toplum olarak empati yeteneğimizi biraz kaybetmişiz ki, büyüklerimiz ve medya ne isterse ona empati duyuyoruz. Sempati ve nefret için de aynısı geçerli. Güneydoğudaki çatışmaları da yıllardır hep onların açtığı pencereden izliyoruz. Olaylara bir de o pencerenin öte yanında yaşayanların gözünden bakmaya çalışmaya korkuyoruz. Mahsun Kırmızıgül’ün filmi sinema olarak Beyaz Melek’ten bir tık geride kalsa da, Batı’ya bu konuda “empati” fırsatı verdiği için “değerli” bir film olarak adledilmeyi hak ediyor. Siyasi bir film olarak görülse Kırmızıgül’ün başına epey dert açacak Güneşi Gördüm, tüketicisiyle “light” popüler yapıt kontejanından buluştuğu için olsa gerek, başkalarının bir zamanlar ancak hapis, para, işkence, sürgün pahasına söylediklerini özgürce söylerken, üstüne bir de para kazanıyor.”
Bu Oscar meselesi yüzünden şimdi filmi beğenmiyormuş, filmi kötülüyormuş pozisyonuna düştüm. Hayır. Ben ve birçok sinema yazarının söylediği şu: aday gösterilmeyi daha çok hak eden filmler vardı. Üstelik Türkiye’nin yaralarına parmak basan politik ve cesur bir film olsa da, gişe filmlerinin tercih ettiği bir sinema dili kullanıyor film. Böylesi popüler, mainstream bir sinema tavrı ve diliyle çekilen bir film bir ülke sinemasının en iyisi olarak Oscar’a aday gösterilmemeli. Çıktığım bir TV kanalında benzer bir dil tercih ederek şu örneği verdim: İskender Kebap benim en sevdiğim yemek ama İskender Kebapla yemek yarışmasına katılamazsınız!
* Son olarak: bu filmin seçilmesinin Kürt Açılımı ile bağlantısı olduğunu düşünmüyorum. Aynı zamana derk gelmeleri yalnızca rastlantı bence.