“Birini bir bütün olarak unutamazmışsın.
Unufak etmek, gözünü, kaşını, sesini yavaş yavaş silmek gerekiyormuş
ki unutasın. Ben unutmak, istiyorum ama unutmak
istedikçe her şeyi yeniden hatırlıyorum.
Unutamıyorum.”
Emrah Serbes
Oldum olası anı kitapları ilgimi çekmiştir ve o kitapların, ruhumda tuhaf bir sızısı vardır. Yüzüme çarpan bir tokatın el izlerini görürüm orada. Okumak için acele ederim, yazmak içinse beklerim. Bazen de tam tersi olur. Bu sessiz savaş, amansız bir biçimde ruhumda devam eder durur.
Bir sinema kitabı okudum. Ruhumu altüst etti. Bir hayli sarsıldım. Nedenlerini uzun uzun yazmak ruhumu çok yorar. Kestirme yoldan gitmek ruhumu hafifletebilir biraz. [Bir anekdot: Alçakgönüllü olamayacağım, Türkiye’de yayınlanmış anı kitapları konusunda iddialı bir kitaplığım var. Okumadığım anı kitabı neredeyse yoktur. Hatta bazı dostlarım sık sık bana takılmadan edemezler: Anı kitapları uzmanı!] Tam da bu noktadan konuşmak gerekirse, bir anı kitabını** tekrar tekrar okudum. Biraz değil, çok dağıldım. Kitap aklımı karıştırdı. Nedeni ne mi? Şu; Yılmaz Güney’in izlemediğim filmi, hakkında çekilen belgeseli, kendi kitapları, hatta kendi üzerine yazılmış kitaplarının tamamını okumuştum. Gördüğüm büyük resim şuydu; Ne kendi filmlerinde ne de yazdığı ve üzerine yazılan kitaplarda o mit’i yıkacak hiçbir bir güç olmamasının yanında o gücü sarsacak en ufak bir ipucu dahi kayıtlara geçmemişti. Ta ki, Elif Güney Pütün’ün, Bir Odadan Bir Odaya kitabına kadar. Kitap, Fransızca yayımlanmış. Çeviri, Nükhet İzzet’e ait.
Yazar Elif Güney Pütün kitabın önsözüne, “Bu kitabı yayımlama konusunda uzun süre çekimser kaldım. Kitapta sözü geçen kişilerin ve yerlerin adlarını olduğu gibi verip vermeme konusunda da hemen bir karara varamadım. Elbet onları koruma isteğiyle ama biraz da utanma duygusuyla. Babam için düşündüklerimden utanıyordum. Baba meselesi zordur, ünlü baba olması ise daha zordur” diye başlayıp birkaç satır sonra şöyle devam ediyor: “Gideli 27 yıl oluyor. Sürekli aynı etki altındayım, aynı sorgulamalar altındayım. Efsaneyi bozmadan, onu zedelemeden, ona zarar verme kaygısına kapılmadan, içimden geçenleri hissetmeye hakkım var mı acaba? Belki de onun bana bıraktığı miras pusulam olabilir. Başkalarının yargılamasına aldırmadan, kendi görüşlerimin sorumluluğunu taşıyarak ve onları savunma cesaretini göstererek sürdürebilirim yolumu.” [sy. 13-14]
Kitabı defalarca okumuş biri olarak şunu söylemeliyim; yazarın bu sözlerinden sonra felaket bir Yılmaz Güney portresiyle karşı karşıya olduğumu düşündüm. Önyargıydı işte. “O, mit yıkılamaz” önyargısıydı bendeki. Şüphesiz bir sinemasever olarak benim de korumak istediğim kahramanlarım var. Sayfalar ilerledikçe, yazarın şahsına büyük bir haksızlık yaptığım düşüncesi hâkim olmaya başladı.
Elif Güney Pütün, Yılmaz Güney’in kızıydı. O’nun, babasıyla ilgili DUYGUSAL YATIRIM’ına büyük saygı duymaya başladım. Tekrar söylüyorum yazar kızıydı, ben kimdim ki? Yılmaz Güney’in, sadık bir okuru ve izleyicisiydim. Yılmaz Güney’i kitaplarından ve filmlerinden tanıyordum, Elif Güney Pütün ise O’nunla yaşamış olmasının yanında kızıydı. Yılmaz Güney’le kurduğum gerçeklik ilişkisiyle mit’le, Elif Güney Pütün’ün kurduğu gerçeklik ilişkisi baba olgusunun ta kendisiyle ilgiliydi.
Hatırlıyorum: Yılmaz Güney’in ilk filmini izlediğim zaman heyecanımdan ölecek gibiydim. Kalp çarpıntılarım, titreme, sürekli ağlama, yumruklarımı sıkma… Hayat karşımıza çoğu zaman böylesine ruhumuzu sarsan, trajik kahramanlar çıkarmıyor. Ama…
Aması şu: Elif Güney Pütün okurlarına daha içeriden bir trajik kahraman okuması yapıyor. İşte bu noktadan itibaren kitabı son bir defa daha okudum.
KENDİ MASUMİYETİYLE KONUŞAN BİR PORTRE: ELİF GÜNEY PÜTÜN
Yazarın sürekli farklı kelimelerle kullanılan bir ifade çeşitliliği [eşliği de] var. Onların bazıları şöyle:
“Bir çığlıktan bir çığlığa geçiyorum, bir günden bir güne geçer gibi.” [sy. 52]
“Bir korkudan bir korkuya geçiyorum, bir günden br güne geçer gibi.” [sy. 54]
“Bir kavgadan bir kavgaya geçiyorum, bir günden bir güne geçer gibi.” [sy. 57]
“Bir kederden bir kedere geçiyorum, bir günden bir güne geçer gibi” [sy.64]
“Bir günden bir güne geçiyorum, bir odadan bir odaya kaybolur gibi.” [sy. 71]
“Bir odadan bir odaya geçiyorum ve öfkemi sessizliğe haykırıyorum.” [sy. 78]
“Bir boşluktan bir boşluğa geçiyorum, bir günden bir güne geçer gibi.” [sy. 121]
“Bir isyandan bir isyana geçiyorum, bir günden bir güne geçer gibi.” [sy. 129]
“Bir duvardan bir duvara çarpıyorum, bir günden bir güne geçer gibi.” [sy. 138]
Yazarın içinde bulunduğu hayatıyla ilgili masum olduğu kadar yaşadığı hayatla ilgili kavgasını anlatan cümleler kitabının okurunu nakavt ediyor. Kaldı ki kitapta yaşadığı ruh halinin çok sarsıcı noktaları da var;
“Bir gün yolda bir kız bana “katilin kızı” dedi. Ona o kadar sert vurdum ki, ondan sonra bir daha kimse bana böyle demeye cesaret edemedi, kendi işimi kendim hallediyorum.” [sy. 59]
“Bir ziyaret sırasında babam bana zaman arıyor. Böyle anlar o kadar ender ki. İkimiz birlikte yürüyüşe çıkıyoruz. Büyüyünce ne olacağımı soruyor bana. Cevabım hazır: Pedagog. Bana, ‘Lenin okumalısın’ diye karşılık veriyor. Onun Lenin’inde de Marx’ından da Bıktım.” [sy. 87]
“Tek kelime Fransızca bilmiyoruz, kimseyi tanımıyoruz, hiçbir şeyimiz, kimsemiz yok. Kaçağız! Firardayız! Ne yapacağız burada? Halimiz ne olacak? İlk akşam bizi Baba [Yılmaz Güney] bizi çevresine topluyor, hepimize yeni isimler veriyor. Onun adı Jose Martino Marquez, anne Helena, kardeşim Remy, ben de Geny olacağım. Hayat hikayemiz şöyle: Kolombiyalıyız. Baba mühendis. Bu kadarıyla idare etmeliyiz.” [sy. 104-105]
“Baba ile anne Cannes’dalar. Biz evde bakıcıyla kalıyoruz. […] Babayı görüyorum. Heybetli duruşuyla, yumruğu havada, Costa Gavras’la birlikte Altın Palmiye’yi alıyor. Başardı. Altın Palmiye onun.” [sy. 116]
“Bir öğleden sonra uykusunda babam sayıklıyor: Battaniyeyi getirin komüncü arkadaşlara. Üşüyorlar. Hayretler içindeyim. Hasta yatağında bile davasının peşinde.” [sy. 135]
YALNIZ BİR YÖNETMEN OLARAK YILMAZ GÜNEY
Bilenler bilir, bu sitede Ahmet Soner ile yaptığım görüşmeyi [3 bölümdür], 10 Yönetmen Sineması ve Türk Sineması kitabımda Ali Özgentürk’le olan söyleşimde [sy.125-182] yönetmen Ali Özgentürk’ün Yılmaz Güney hakkında söyledikleri orada duruyor.
Bu kitabı okuduğumda nedense aklıma bir babanın [Yılmaz Güney] hayat karşındaki çaresizliği, yalnızlığı, itirazları geliyor. Yılmaz Güney filmlerinin hayatımda deprem yaratmıştır. Depremden sonra da derin ve sağlam izleri de vardır. Kısacası, Yılmaz Güney’e karşı, DUYGUSAL YATIRIM’ım büyüktür. Bu konuyu tartışmam bile. Benimle tartışmak isteyen kişiyle de tartışmam. O, büyük bir DAĞ’dır. Sinemanın, DAĞ’ıdır.
Yine bilenler bilir Murat Belge’nin onun [Yılmaz Güney] hakkında yazdığı yazıyı. Bu aralar Murat Belge’yle aram fena bozuk olduğu için bu anekdotu buraya yazamayacağım. Ama şunu söyleyebilirim, John Berger, “efsaneler kurşun geçirmez” cümlesini, Che Guevara için söylemişti. Bizim, en azından benim efsanem YILMAZ GÜNEY’dir. Şimdi kitaba tekrar dönmek isterim. O da kurşun geçirmez. Bilinsin.
“HATIMIZ SARSILIYOR. HAYATIM SARSILIYOR”***
Elif Güney Pütün kitabının 119 sayfasında yazıyor: “Babanın öfke nöbetleri çok yorucu. Sürekli ‘tetikteyiz’, her an patlayacak gibi kaygılıyız. Bir gün, gözü dönmüş bir halde annenin eşyalarına zarar verirken, onun bu haline isyan ediyorum. Neden bu kadar öfkeli olduğunu bilmiyorum, bilmeme de gerek yok. Karşısına dikilip haykırıyorum: Yeter! Kes artık! Anında duruyor. Kahkahalarla gülmeye başlıyor. Ben de kendi tepkimden şaşkınım. Böyle bir şeyi nasıl yapabildim? Nasıl bu kadar çok bağırabildim? İçimdeki şiddetin varlığını ilk kez fark ediyorum. O şiddetten ürküyorum.” Kitabın tam da bu noktası, bu duygusu çok önemli. Bu duygu birçok ifadeyi kendi içinde barındırıyor. İçtenliği, samimiyeti, masumiyeti, öfkeyi, baba sıcaklılığını, bir kız çocuğunun içtenliğini her şeyi ama her şeyi barındırıyor. Tıpkı Ahmet Soner’in, Yeni Film dergisinin [2013] 29 sayısında, 113 sayfasında söylediği gibi: “Yılmaz Güney’i efsaneleştirmeyen onun insan yönünü öne çıkaran bir portreyle karşı karşıyayız.”
Kitabın merkezinden konuşmaya devam edeyim istiyorum. Yazar, basının hasta olduğu zaman, “acıyı bile hissedemeyecek haldeyim” [sy. 135] dediğinde okuduğum kitaba birkaç damla gözyaşım döküldü. Bir acı daha ne kadar hissedilebilir ki? Bir mutsuzluk daha ne kadar yaşanabilir? Çaresizliğin itirafı daha nasıl ifade edilebilir ki?
Kitabı üç bölüme ayırmak mümkün. Yazar, bunu tercih etmemiş. Kitaba itirazım tam da bu nokta da. Kitabı okuyan dostlarımla konuştuğumda onlar aslında kitabın iki bölüm oluştuğunu söylediklerimde nedenlerini de onlardan dinledim. Söyledikleri, Yılmaz Güney’in hayatının uluorta anlatılmamasıymış. Oysa yazarın [kızının] yazdığı ve isyan ettiği duyguyu anlamak çok kolaymış. Ama o kadar da değil işte!
Şunu söyledim; KENDİ KIZININ BİR İSYANI ANLATMASIYLA BİR EFSANE YIKILMAZ. Ben bu kitapta Yılmaz Güney’in kızı Elif Güney Pütün’ün bir çığlığını duydum. Onlara, 139 sayfayı açıp önlerine uzattım okuyun dedim: “Babam olmaya vakti yetmedi, benim de onun kızı olmaya fırsatım.” Sonra, sustular. Masa, sustu. Ben sustum. Ve sonra yazarın 144 sayfasını açıp yazar Elif Güney Pütün’ün dizesini onlara ben okudum: “BABA GİTTİ. ACIMLA MÜCADELE DİYORUM.”
Şu da bir gerçek artık; Yılmaz Güney’in yaşadığı hayat, Tuncel Kurtiz’in deyişiyle; “ÜZERİNE YALAN YÜRÜMEYECEK” bir hayattı.” Nokta.
Bu kitabı bir yazıyla bitecek bitirilecek bir kitap değil. Bu kitapla konuşmaya devam edeceğim. Bu kitapla bir derdim var çünkü! O da başka bir yazı konusu.
* Kitabın 165 sayfasında yazarın cümlesidir.
* *Bir Odadan Bir Odaya, Elif Güney Pütün, 1. Baskı, 2012, Çev.: Nükhet İzet, Sy. 171, Doğan Kitap
*** Bir Odadan Bir Odaya, Elif Güney Pütün, Doğan Kitap, Sy. 105