Geçtiğimiz günlerde ülkemize uğrayan Triggerfinger’ı Ankara’da yakaladık. Ve grubun vokali ve gitaristi Ruben Block, bassisti Paul Van Bruystegem ve bateristi Mario Goossens ile müzik üzerine bol gülücüklü bir sohbet gerçekleştirdik…
İlk olarak söylemeliyim ki grubunuz hakkında çok fazla fikrim yok.
Ruben: Gerçekten mi? Umarım bugünden sonra sevmeye başlarsın.
Evet, ama bir iki şarkınızı dinledim, özellikle coverlarınızın orjinallerinden daha başarılı olduğunu düşündüm.
Ruben: Bunu duyduğuma o kadar çok sevindim ki! Teşekkür ederiz.
Rica ederim. Giriş olarak, müzik yeteneğinizi nasıl keşfettiğinizi anlatabilir misiniz? Müzik adına yaptığınız ilk şey neydi mesela?
Ruben: Ben küçükken okulda müzik yapmaya başlamıştım. Müziği o zaman çok sevmiştim. Ama gitar çalmaya 19 yaşımda başladım. Birisi bana gitar ödünç vermişti hatta, onu bir hayli kurcalamıştım.
Mario: Ben radyoda dinlediğim şarkıların davullarına odaklandığımı fark ettim çok küçükken açıkçası. Sonra büyükannemin temizlik yaparken kullandığı kovaları ters çevirip davul gibi kullanmaya başladım. 6 yaşında falandım. İşte böyle her çocuğun her şeye bir değişik yaklaşıp her şeyi kırma, dökme, mahvetme, kurcalama ve farklı amaçlarla kullanma dönemleri. Sonrasında da ben değil annem ve babam keşfetti benim müziğe olan eğilimimi. Onlara ne kadar teşekkür etsem azdır!
Paul: Aslında ben emin değilim bahsettiğin müzik yeteneği bizde var mı ama! Sorduğun için yanıtlayacağım. [Paul’un bu sözünden sonra Mario ve Ruben kahkahalara boğuluyor.] 13 yaşındaydım. En yakın arkadaşım bir gitar satın almıştı. Bir iki ay o da ben de hiçbir şey çalamadık. Sonra birden bire ‘WOW!’ dedirttim kendime. 14 yaşıma geldiğimde “Tamam okulu bırakıyorum, benim olayım gitar.” dedim ve işte buradayız!
Pekala, şimdi. Grup üyeleri profesyönel olduğu noktaya kadar nasıl bi süreç geçirdi? Yani grup üyeleri nasıl bir araya geldi, Triggerfinger nasıl oluştu vesaire?
Ruben: Ben içinde bulunduğum bir grupta Paul’le çalışıyordum, ama Paul’ün başka bir grubu daha vardı. Günde 2 konseri oluyordu ve çakışmalar yaşanıyordu, bir şekilde birinden birini seçmeliydi. Öteki grupla devam etti. O grup vesilesiyle Mario’yu tanıdım. Sonra Mario, başka bir basist arkadaş ve ben birlikte çalmaya başladık. Birlikte yaptığımız müzik iyiydi. Albüm kayıt zamanı geldiğinde basçımız bir takım sorunlar yaşadı ve kayıtlara katılamayacağını söyledi, benim aklıma Paul geldi. Hem kayıt stüdyosu da vardı Paul’ün. Ona sorduk. “Albümümüzü kaydetmek ister misin, ayrıca bizimle bas çalmayı düşünür müsün?” dedik. Bir basistten ziyade iyi bir gitarist olmasına rağmen “Evet evet denerim en azından.” dedi. Çünkü müzik hakkındaki hislerimiz ve düşüncelerimiz çok aynıydı üçümüzün de. Kendisiyle 13 senedir birlikte çalıyoruz. Mario’yla 15 sene oldu. Özetle bir şeyler kaydetmek amacıyla bir araya geldik, bir de bakmışız Triggerfinger olmuşuz.
Mario:Aslında hepimizin Triggerfinger haricinde çeşitli grupları vardı. Ben Hooverphonic’le bile çalıştım bir dönem. Bir noktada hepimiz diğerlerinden vazgeçip hayatımızda sadece Triggerfinger olsun istedik.
Paul: Çok değişik, başlarda hayatta kalmak için müzik yapıyorduk, müziğe bu şekilde bakıyorduk. Farklı gruplarla farklı yerlerde çalıyorduk, koşturuyorduk. Triggerfinger bir araya geldikten sonra anladık ki sadece bir şeye odaklandığında hem daha iyi para kazanabiliyorsun, hem de o işi daha iyi yapabiliyorsun. Bizi bu farkındalık bir arada tuttu. Çok da iyi oldu.
Peki profesyonal anlamda yaptığınız ilk şey neydi?
Ruben: Ben başka meslekleri müzikle bir arada yürütmeye çalıştım bir dönem. Öyle bir nokta geldi ki, ya müziği ya başka meslekleri tercih etmem gerekmekteydi, zamanım artık ikisine birden yetmiyordu. Müzikle devam etmek bir çeşit riskti, ama benim bu riski almam benim profesyonel anlamda müzik yapmaya attığım ilk büyük adımdı.
İlk büyük adım atılırken müzisyenleri etkileyen bir isim olur genellikle. Bu bazen ‘idol’ kavramı gibi bir şeydir, bazen de başkaları sizi cesaretlendirir. Sizin var mı böyle isimleriniz? Müziğinizi etkileyen isimler var mı?
Ruben: Çok, çok fazla isim.. Kesinlikle. Nasıl sayabilirim tek tek bilemiyorum. Yedi bin tane bile sayabilirim! Gruplar, müzisyenler, çevremizdekiler.. Trash metal’den bile etkilendik biz, Slayer gibi. [O sırada dışardan kulise Lykke Li – I Follow Rivers sesi geliyor, ve Ruben şarkıyı mırıldanmaya başlıyor.] İşte duyduğun bu şarkı bile bizi etkileyen yedi bin şeyden biri olabilir mesela.
Paul: Jimi Hendrix çocuğuyuz hepimiz. Bu her şeyin özeti olabilir. Evet!
Dünyanın her yerinden bir sürü insan sizi seviyor, dinliyor, biliyor. Bu size nasıl hissettiriyor? Duyduğunuz mutluluk tanımlanabilir cinstense eğer, tanımlamayı dener misiniz?
Ruben: Biz dünyanın en şanslı piçleriyiz, bunu soruyorsun değil mi? Muhteşem bir his. Müziği kendin için yapıyorsun, kendin için yaptığın bir şeyi insanlar da seviyor, seni seviyorlar dolayısıyla. Çok mutlu oluyorum. Minicik bir barda 20 kişiye çalabilirsin, ama o 20 kişi senin sayende mutlu oluyorsa bu hiçbir şeyle ölçülemeyecek bir değerde oluyor. Binlerce kişi de aynı değeri hissettiriyor. Bizim hissettiğimiz şey insanların hissettiği şey direk aslında, sayılarının bir önemi yok. Önemli olan şey o ‘his’ işte. Cesaret veriyor, bu yolda ilerlemeni sağlıyor. İnanılmaz.
Mario: Dünyanın en iyi mesleği. Bu kadar.
Peki, şimdi sahne performansınız hakkında konuşabilir miyiz? Coverların yanı sıra kendi şarkılarınızı da çalıyor musunuz? Souncheck’te Jack White’ın “Freedom at 21” şarkısını duydum mesela!
Ruben: Aaa hayır, soundcheck’te o şarkıyı fondan çalarken duyduk ve aynısını çalmaya başladık bir anda. Aslında repertuarımızda yok.
Paul: Sen Jack White’ı seviyor musun? Sanırım heyecanlanmışsın! [Kafamı sallayarak yanıt verdiğimde Paul hayal kırıklığı yarattığı için üzgün olduğunu söylüyor.]
Ruben: Üzgünüm o şarkıyı çalmıyoruz ama başka coverlarımız var. Cover çalmak eğlenceli bir iş, o şarkıya kendince bir yorum bir ruh katıyorsun, o da sana yorum ve ruh kazandırıyor değişik bir alışveriş oluyor. Biz albümlerimize de birkaç cover şarkı alıyoruz genellikle ama insanlar bunu fark etmiyor bile, sanırım bilinmeyenleri seçiyoruz? Ve insanlar o bilinmeyenleri senin sayende keşfedince de çok güzel oluyor. Biz orjinalini kopyalamıyoruz kesinlikle bir de. Ben o olayın cover olduğunu düşünmüyorum zaten. Biz kendimizce yorumluyoruz ve fark edilir bir fark oluyor ortada.
Peki şarkıları orjinalinden daha iyi coverladığınız konusunda hemfikir miyiz?
Ruben: Daha iyi değiliz. Çok fazla insan bizim versiyonlarımızı daha çok beğendiğini söylüyor ama bence biz daha iyi değilizdir, muhtemelen. Teşekkür ederiz yine de.
Peki öyle diyorsanız. O zaman grubun isminin özel bir anlamı var mı içerikli o klasik sorumuza geçebiliriz?
Ruben: Hayır. Sadece Triggerfinger kelimesini çok seviyorum. Hani tetiği çeken parmak en nihayetinde bir şey başlatmış olur ya, mesela play’e basıp müziği başlatmak gibi. Böyle şeyler çağrıştırıyor bana. Bir şeyi tetiklemek, başlatmak güzel bir eylemdir. Biz de bu eylemi yapıyoruz sahnede.
Anlıyorum. Turlar boyunca başınıza çok komik ya da fazla enteresan olaylar geliyor mu?
Mario: Çok fazla. Ama benim başıma gelen en ilgi çekici şey Türkiye’yi gezme fırsatı bulmaktı son zamanlara göre değerlendirdiğimde. Ben Türkiye’de daha önce de bulundum ama etrafımı gözlemleyemedim hiç, ve tur sürecinde çok gezme görme fırsatı bulamıyorsun aslında ama biz burada bol bol gezdik. Sevdik. İstanbul’dan buraya arabayla geldik ve gözüm hep camdan dışarıdaydı, bu ülke benim çok ilgimi çekti. Özel bir duygu aslında. Her zaman biliyorduk bir yerlerde Türkiye diye güzel bir yer olduğunu ama şu an içindeyiz, etrafımızdaki herkes Türk, bize yardımcı oluyorlar bizi yönlendiriyorlar bizimle vakit geçiriyorlar bence bu bir tur boyunca hissedilebilecek en özel duygu. Bir sürü yeni şey keşfettim ben burada. Sürekli “Wow” diyorum.
Paul: Ben de Türkiye hakkında bir şeyler söyleyeceğim. [diyor ve “İleride bununla ilgili bir sorum var.” yanıtını veriyorum. Ruben, Paul’u röportajın düzenini bozmakla suçluyor ve gülüyorlar.] Ama Belçikalı bir gazeteciyle tanıştım İstanbul’da, “Burayı ve insanlarını çok seveceksiniz.” demişti bana ve haklı çıktı onu belirtmek istemiştim!
Türkiye’li sorumuza geçeyim o zaman bir an önce. Türkiye’ye ilk gelişiniz. Mario daha önce gelmiş pardon, İstanbul ve Ankara’yla tanıştınız. Sevdiniz mi ülkemizi?
Ruben: Evet. Kesinlikle. Şimdiden buraya geri gelebilmenin yollarını düşünüyorum.
Paul: Katılıyorum, bu son olmayacak.
Mario: Benim adıma ilk değil son da olmayacak!
Teşekkür ederiz! Sosyal medya profilleriniz var mı Triggerfinger adına?
Ruben:Evet, http://www.facebook.com/triggerfingerpage adresi var ayrıca kendi resmi sitemiz ve o sitenin içinde geçen bir takım linkler var onların hepsi bizim kontrolümüzde olan profillerdir.
Grubun yakın gelecekteki planlarından bahsetsek biraz?
Ruben: 8 Aralık tarihine kadar turlarımız devam ediyor. Fransa, Avustralya, İsviçre, vesaire. Şimdilik kesinliği bulunan tek plan turun devamı şeklinde.
Sevgili Ruben, seninle bir fikrimi paylaşabilir miyim? Mitoloji derslerim boyunca kafamda bir Zeus imgesi oluşmuştu ve sen o Zeus imgesine çok benziyorsun.
Ruben: Sen ciddi misin?
Bu bir iltifat değildi bu arada.
Mario: Yunan arkadaşlarıma bunu anlatmak için can atıyorum. [Mario bir yandan kahkahalarla güldüğü için bu cümleyi kurmakta biraz zorlanıyor.]
Paul: Ben duymadım?
Mario: Selcan Ruben’e “Zeus’a benziyorsun.” dedi, “Bu bir iltifat değildi.” diye ekleyerek son noktayı koydu! Şimdi dön ve Ruben’in suratındaki ifadeye bak.
Ruben: “Sen ciddi misin?” diye sorduğum kısmı kesebilir miyiz lütfen?
***