Hemen belirteyim ki aman bi yanlış anlaşılma olmasın: Yazımızın başlığı, adı geçen filmin yönetmeni Dagur Kári’nin filmine de yansıyan: “Bana göre hayatın esası iyiliktir ve elbette her insan iyidir” biçimindeki -bence- ‘sakat’ hayat görüşüne dayanmaktadır. Bencileyin, her bulduğu fırsatta ortalığa: “İnsan, son tahlilde anlaşılır ki kötüdür! İyilik denen olgu da kötülük yapmayı bir süreliğine ertelemekten doğar sadece.. Göreceli ve geçicidir!” mealinde, karanlık ve zehirli düşünceler salan bir adamı hiç bi şekilde bağlamaz.. Muhterem efkâr-ı umumiyeye duyurulur!
Numan Serteli
İyi Lucas ile Kötü Jacques
Filmin birbirine tamamen zıt karakterli iki ana kahramanından biri olan Lucas (Paul Dano), yoksulluğun, ailesiz ve evsizliğin insan üzerinde iz bırakması kaçınılmaz ‘bel bükücü’ etkisi ilk bakışta hissedilen, suskun, içe dönük bir genç adamdır. Mukavva bir kutunun içinde, kendinden daha berbat durumdaki bir kediciğe sarılarak uyuyan bu çocuğu birazcık tanıyınca, onun, adeta gökten düşmüş bir melek özelliklerine sahip olduğunu da anlarız. İçinde yer alan kişiye tam da tersi özellikler ‘kazandıracak’ böylesine olumsuz şartlarda bu denli sevecen ve iyi kalabilmek, ya gerçekten de melek olmakla ya da geri zekalı olmakla mümkündür..
Durum bu aşamaya varınca da iş başa düşüyor elbet..
‘Titiz yazar’ unvanını titizlikle taşımaya kararlı olduğumdan, ‘melek olmak’ şıkkını, işin erbabı fantastik filmlere bırakarak ekarte ettikten kelli, Lucas efendiyi daha bi dikkatle incelemeye aldım..
Ne yalan söyleyeyim, kendisiyle ilk tanışmamla birlikte, hareketlerinde bir sarsaklık, hatta -hafiften de olsa- sersemlik alametleri gözlemleyince, çocuğa teşhisimi koyar gibi olmuştum.. Lakin, ilerleyen sahnelerde, isterse eğer, gayet akıllıca işler de yapabildiğini gördüm ki geri adım atmaya mecbur kaldım.. Ve yine lakin, filmin sonlarına doğru içime yeniden bir şüphe düştü ki; neyse artık daha fazla uzatmayayım..
İkinci kahramanımız Jacques (Brian Cox), kenar bir mahallede bulunan eski barında bir avuç müdavim müşterisine hizmet veren (Onlara karşı takındığı tavra ve davranışlarına bakarsak, hizmetten çok kavga veren), yaşlı olduğu kadar huysuz, bencil olduğu kadar da sevimsiz bir herifin tekidir.. Hatta öylesine kötü huylu, öylesine mendebur biridir ki bu adam, habire kalp krizinden yatmak zorunda kaldığı hastanenin cümle personeli bile kendisinden yaka silkmektedir.. Son kalp krizini, belli ki kendisinin ne cins bi herif olduğunu anlayan doktorların tavsiyesiyle edindiği ve her akşam uyumadan önce dinlemeye çalıştığı ‘rahatlatıcı’ terapi kasetlerine dahi sinirlenip dellendiğinde geçirmesi, Jacques denen bu umutsuz vak’ayı bize gayet güzel açıklamaktadır..
Evli olmaması ve barının üst katında yalnız başına yaşıyor olması hiç de sürpriz olmayan bu adamın, ayrıca amansız bir kadın düşmanı olması da gayet beklenebilir bir özelliktir.. Yine de bu özellik, takım elbise diktirdiği terzisinin alımlı karısına, hem de kocasının gözü önünde -yılışıklığın en üst mertebesine çıkarak- tacizde bulunmasına da engel değildir.. Belli ki bu herifin kadınlarla ilgili yaklaşımı: “Benim başıma bela olmasınlar, kesinlikle de benden ırak olsunlar; amma, canım çektiğinde de şöyle bi sevip okşayayım yahu” mealinde özetlenebilir..
Bütün bu nedenlerle -kimse kusura bakmasın- bu iğrenç tabiatlı adamın geçmişine dönmeye çalışarak; onu kimler ve hangi olaylar bu hale soktu gibisinden bir takım ‘suç hafifletici’ tahlillere girişmeye falan -bu saatten sonra- kalkışamam.. Hem gördüm ki, filmin kendisi de öyle bir çabaya girme ihtiyacı duymuyor zaten..
Lucas Barmen Oluyor
Tüm saflığına ve iyi niyetine karşın, kendisine yine de anlamsız gelen şu sefil hayatına veda etmek üzre giriştiği intihardan başarısızlıkla çıkan Lucas ile bilmem kaçıncı kalp krizinden paçayı yine kurtarmış Jacques efendi, kaldırıldıkları hastane odasında bir araya gelirler. Kaldı ki gayet yumuşak kalpli bu sessiz oğlanla, kalbi yaşlanmaktan değil de yıllar içinde mayalanan nefretinin zehriyle köseleleşmiş bu moruğun, başka bir yerde yan yana gelerek muhabbet etmelerinin olanağı yok gibi bi şeydir..
Masumiyeti suratından akan bu kimsesiz delikanlıyı gözüne kestiren Jacques, peşpeşe gelen krizlerinden kurtulma ihtimalinin giderek düştüğünü de göz önüne alarak, planlarını kendince yapmıştır bile. Lucas’ı evine götürecek; bar işletmeciliğinin püf noktaları başta olmak üzere hayata dair -kendince doğru- bir dizi iş ve davranışları bu genç dimağa belletecektir.. Böylece, hem kimsesizliğini gidermiş olacak, hem de -nedense- kendinden sonra da yaşamasını iyice kafaya taktığı barını, sahipsiz bırakmamış olacaktır..
Gelgelelim Lucas ondan önce iyileşmiş, kendisini sevdirdiği hastane personelinin aralarında topladıkları koca bir tomar dolarla birlikte taburcu dahi olmuştur. (Hayırdır inşallah.. Hani bu tek dişi kalmış batı medeniyetinin zavallı fertleri, merhamet ve yardımlaşma hasletlerini çoktan unutup gitmişlerdi de böylesine insanlık belirtileri sadece bizim asil milletimizde kalmıştı.. Tüh ulan, bu da mı yalanmış!?)
Bu da yetmez, sokaklara ve oradaki evsiz, yurtsuz arkadaşlarının arasına yeniden katılan Lucas, elindeki bütün parayı bilcümle kaderdaşlarıyla -hem de büyük bi zevkle- paylaşır..
Planlarını gerçekleştirme yolunda hiç bi engel tanımayan Jacques, taburcu olduğunda ilk işi Lucas’ı bulmak ve onu evine götürmek olur..
Çocuk, kendisine önerilen, hayatını resmen kurtaracak bu teklife olumlu yaklaşmaya hiç de niyeti yoktur.. Doğal olarak, bu takıntılı ve lanet morukla bir arada olmanın imkansızlığının farkındadır belki ama, öte yandan ona karşı çıkıp, mücadele etmeye de ne karakteri müsaittir, ne de vaziyeti..
Kendisini adam etmeye yemin etmiş bu adamın ellerine kendisini çaresizce bırakan Lucas, büyük ihtimalle hayatının en disiplinli ve en eğitsel dönemine girmiş bulunmaktadır..
Lucas, Uçmaktan Korkan Hostes April’i Seviyo
İçki hazırlama ve tam kıvamında kahve yapma gibi teknik bilgilerin yanı sıra; “Bara yeni müşteri alma, müdavimden şaşma; onlarla samimi olsan da arada mesafe bırak ve asla arkadaş olma; müşterinin önündeki boş bardağı almakta sakın acele etme ve en önemlisi bara kadın almaya teşebbüs bile etme” gibisinden hayat derslerini de can kulağıyla dinleyen ve tatbik eden Lucas’ın karşısına, yağmurlu bir gecede bardan içeri dalan April (Isild Le Besco) çıkmaz mı..
Uçmaktan korktuğu için işten atılmış bir garip hostes olan bu kız, yağmurda ıslanarak sıçana dönmüş bi vaziyette, kapanmak üzere olan bara sığınmıştır..
Ismarladığı şampanyasını içen ve kalacak yeri olmadığından gitmeye pek de niyetli görünmeyen April, karşısında nutku tutulmuş vaziyette kalakalan oğlanı ikna etmekte pek bi zorluk yaşamaz..
Patronunun gazabından deli gibi korkan oğlan, kızın teklifine ilk önce hayır diyebilse de; kadınlığın ebedi ve en etkili ikna enstrümanlarından önde geleni olan gözyaşlarını kullanmakta gayet usta bu hatunu reddedebilmek, hele ki hassas ruhlu Lucas için tamamen imkansızdır..
Yaşlı adamın uyuyor olmasından da cesaret alarak kızı odasına alır, yatağını ona tahsis ederken, kendisi de en rahat ettiği pozisyonda, yani yatağın altında yere kıvrılır.. (Oysa siz hemen terbiyesiz şeyler düşündünüz, şu melek gibi çocuğun günahını aldınız değil mi? Sizi gidi.)
Sabahleyin hem uykudan, hem de duruma uyanan ve manzarayı görünce iyice heyheyleri tutan yaşlı adam ültimatomu verir vermesine lakin, rahat olmakta üstüne rakip tanımayan bu kız, bardan ayrılmayı düşünmediği gibi, varlığıyla büyülediği Lucas oğlana en sonunda evlenme dahi teklif eder..
Valla ben size söyleyeyim; bu kadarı da fazladır dostlar.. Jacques’ın bir kez daha kalp krizi geçirmesi artık kaçınılmazdır..
Aziz Dostum Dagur Kári
İzlandalı yönetmen Dagur Kári dostumun (Bayağı bi samimiyizdir kendisiyle.. Hiç unutmam.. Yıllar önce, onunla ilk karşılaştığımız dost meclisinde takılmıştım ben buna:” Lan oğlum ne biçim isimleriniz var sizin böyle, takur tukur? Daha Björk’e yeni alışmışken bi de sen çıktın şimdi başıma” deyince, basmıştı kahkahayı kerata.. Hey gidi!)
Ne diyordum? Ha.. Dagur’un bu filmi sona erdiğinde -ne yalan söyleyeyim- içimi saran bir tatminsizlik dalgası ya da olmamışlık duygusu salondan çıktığımda bile peşimi bırakmıyordu..
Bilgisine ve analiz gücüne haydi haydi, film zevkine ise kendiminkinden bile fazla güvendiğim Deniz dostumun (Onunla olan ilk karşılaşma mevzusuna ise hiç girmeyeyim diyorum ben) film hakkındaki kesinleşmiş beğenisine rağmen o ‘olumsuz’ duygunun beni hiç terk etmemesi, ayrıca tuhaftı doğrusu.. Özümü işkillendiren bu hususu biraz düşünmeliydim ben..
Oysa The Good Heart, tam da benim hoşuma giden bir türe haiz olarak, küçük insanların (Yani bizlerin) dünyayı değiştirmeyi bırak, onu zerre etkilemeyecek basitlikteki küçük dünyalarına kamerasını doğrultan bir yapımdı.. O dünyaya -hem de içerdenmiş gibi- bakabilmeyi oldukça iyi başaran bu film; özellikle mükemmel oyunculukların katkısıyla yarattığı atmosferini -bi şekilde- gerçek kılmayı da biliyordu..
Düşündüm ve hemen hemen kesin olan bir sonuca vardım ki bu filmde beni rahatsız eden husus tamamen, senarist-yönetmenin filmin akışına yönelik yaptığı -daha çok da senaryo kaynaklı- müdahalelerdi..
Hayatın genel akışından azade olarak, filmin kendi iç kaderinin akış hızını arttırmaya yönelik, ‘naif’ olmasına çalışılsa dahi yapaylığıyla ve özellikle mantık hatalarıyla oldukça göze batan bu müdahaleler, filmin etkisini epeyce azaltmaktaydı..
Kötüye Bir Şey Olmaz, İyiyi de Allah Korur
Tam da burada: “Ne diyorsun sen ağbicim? Örneklerle anlat da biz de anlayalım” demeniz gayet mantıklı aslında..
Bolca örnek vermem, filmin seyir zevkini sıfırlayacağı için bu pek mümkün değil; ama, yine de ortaya bi şeyler yapabilirim..
Her şeyden önce aslında bütün bunların kökeninde, filmin yaratıcısının, “Bu hikaye fazlasıyla Avrupa Sineması -ya da ne bileyim- biraz fazla Amerikan Bağımsız Sineması özellikleri taşıyor.. O kadar da ‘bağımsız’ olması gerekmez ki bence” şeklinde özetlenebilecek, bazı kaygılarının yattığından şüpheleniyorum..
Filmin akışı boyunca olması istenen her şeyin önce bir ipucu veriliyor, sonra da olacak o şey -hemen hemen- istisnasız olarak aynen gelişiyor..
Bu bilindiği üzre, aynen bir ‘ana akım sinema’ formülüdür.. Ve bu formül, filmi seyrederken, özüme -genellikle- kurdeşen döktürmekten başka da bir işe yaramaz. Bu duruma, ‘sahnede gösterilen tabancanın patlaması gerekir’ şeklindeki klasik tiyatro klişesinin tezahürü de diyebiliriz.. Filmimize dönersek; bir kadının girmesi kesinlikle yasaklanmış bardan içeri (Tam da bunun lafı yeni edilmişken) adeta gökten düşen bir kızın dalıveriyor olması, bu duruma uygun iyi bir örnektir..
Müdavim olmayanı dükkanına sokmayan, bi şekilde gireni de girdiğine pişman eden pis moruğun, her fırsatta zaten yapmadığını bırakmadığı, üstelik son olarak kendisine sürpriz bir doğum günü partisi dahi hazırlayan bar müdavimlerinin tamamını (Doğum günü kutlamalarından hoşlanmadığını bahane ederek) zor kullanarak kapı dışarı etmesine karşın, aynı adamların ertesi gün hem de eksiksiz olarak yeniden bara teşrif etmeleri gibisinden bazı mantık hataları da filmin öyküsel çatısını sarsarak, bu nevi dramların olmazsa olmaz şartı olan inandırıcılık ögesini oldukça zayıflatan unsurlar olarak göze batıyor..(Değinmeden geçemeyeceğim: Böylesine bir tuhaflığın gerçekleşmesi için ya çevrede başka bir barın olmaması gerekir -ki bu New York’ta her halde mümkün değildir- ya da bütün müşterilerin kompile mazohist olması!)
Yine, bana ait olması asla düşünülemeyecek: “Kötüye bir şey olmaz, iyiyi de Allah korur” ‘saftirik’ sözüne gayet sadık başlayan film, sonunda bu fikrinden -mecburen- geri adım atmak zorunda kalıyor..
Mecburen.. Çünkü, ilk bakışta gayet mülayim ve sevimli gelen bu özlü söze göre kimsenin başına kötü bir şey gelmesi mümkün değildir; aynı şekilde de, ne hayatın sürmesi, ne de filmin ilerlemesi..
Bu cümleden olarak, keşke filmin sonu, gayet çarpıcı bi şekilde kotarılmış ‘ördeğin laneti’ sahnesinde dondurularak bağlansaydı da, yukardaki saftirik söze yeniden biat ederek, seyirci ilgisini bir anda dibe vurdurtan o gereksiz ‘uzatmalı final’ işine hiç girilmeseydi. Belki bu tercihleri sonucunda filmlerinin Pis Moruk notu -en azından- bir basamak daha üste çıkma şerefine nail olurdu.. Ne yani, kötü mü olurdu?!
Velhasılı kelam, “En mutsuzken ve hayattan en şikayetçi olduğun anda bile yaşamaya devam edersin; lakin, en mutlu olduğun bir anda da bu dünyadan göçüp gidebilirsin” mealindeki, fani olduğu kadar saçmalıkta da rakip tanımayan ‘şol hayatın manifestosu’nu bir kez daha gözler önüne seren; “Brokoli, osuruğun cisimleşmiş halidir” gibisinden güzel espriler de barındıran; gayet hassas özümü rahatsız eden belli eksiklerine karşın, eli yüzü düzgün kotarılmışlığına pek de laf edemeyeceğim İyi Yürek’i, bence siz de izleyerek, kendi kararınızı özgürce verin.. derim ben..
Daha Çok Çalış, 6!
The Good Heart
(İyi Yürek)
Yönetmen: Dagur Kári
Senaryo: Dagur Kári
Oyuncular: Paul Dano, Brian Cox, Stephanie Szostak, Damian Young, Isild Le Besco, Clark Middleton
Yapım: 2009, Danimarka / İzlanda / ABD / Fransa / Almanya , 95 dk.