Ters Ninja’daki yazılarımı takip edenler anlamışlardır ki, genelde en kötü filmde bile, beğenmediğim filmlerde bile değerli bir yan bulurum. Bu yüzden filmlere puan vermeyi de sevmem. İzlerken sıkıldığım, bir an önce bitmesini istediğim filmler çok azdır. Bu filmlerden de kötü olduklarından değil, kötü niyetli olduklarından sıkılırım. “Sex and the City 2” bu nadir filmlerden biri olabilmeyi başardı ve etkisinden kurtulmak için aynı gün içinde 4 bira içmeme, üzerine bir de rahatlamak için “Aşkzede”(Forgetting Sarah Marshall, 2008) filmini izlememe neden oldu.
Turgay Özçelik
Peki, yalan söyledim, filmi izlemesem de zaten içki içecek ve yeni aldığım “Aşkzede” filminin DVD’sini izleyecektim. İşin kötüsü film hakkında şu an okuduğunuz yazıyı yazmaya başladığımdan beri de, o iki buçuk saatlik işkence zihnimde tekrar canlanıyor.
Öncesinde belirtmeliyim ki, Sex and the City’nin dizi bölümlerini hiç izlemedim, ilk filmini de pek hatırlamamakla birlikte, beğenmediğimi çok iyi anımsıyorum. Ama hatırladığım kadarıyla ilk film, ikincinin yanında başyapıt gibi kalıyor. En azından daha katlanılabilir bir seyir süreci vardı.
Filmde konu yok
Filmden bahsetmeden önce, filmin konusundan kısaca bahsetmek istiyorum ama, filmi işkence unsuru kılan şey de bu zaten. Yaklaşık iki buçuk saatlik filmin herhangi bir konusu, hikayesi yok. Yine de zorlayarak şunu söyleyebilirim, film aşk ilişkileri, özel olarak da evliliklerle ilgili. Filmin sonunda geçen bir replik aslında film boyunca anlatılmak istenen mesajı tek bir cümlede veriyor: “Dünyada birçok renk vardır, her evliliğin(ilişkinin) rengi de birbirinden farklıdır.” Yani bir ilişki ya da evlilikle ilgili genel geçer kurallar konulamaz, her ilişki kurallarını kendisi yaratır. Filmin bu mesajı pek de yeni olmamakla birlikte, filmin genelinde bu mesajın işlendiğini söylemek de fazlaca iyimser bir tespit aslında.
Peki bu koskoca iki buçuk saatte neler oluyor? Filmin artık orta yaşın da üstünde 4 kadın kahramanı, birbirlerinin evlilikleri ile ilgili konularda sürekli toplantılar yapıyorlar. Geri kalan zamanlarında da alışveriş yapıp, her sahnede farklı kıyafetler giyerek ortalıkta salınıyorlar. Sonra da uzun zamandır beraber tatil yapmadık diyerek, hep beraber Abu Dabi’ye, bir şeyhin davetlisi olarak tatile gidiyorlar. Burada da, şehri gezmedikleri sahnelerde, ilişkileri hakkındaki gevezeliklerine yine farklı kıyafetlerle devam ediyorlar. Bir tanesi burada eski sevgilisiyle karşılaşıyor, onunla öpüştükten sonra vicdan azabı çekerek, kocasına bunu söyleyip söylememek arasında çok ciddi gel gitler yaşıyor. Bir tanesi, kocasının seksi dadıyla kendisini aldatabileceği kuşkusunu taşıyor. Grubun tek bekarı olan Samantha da, sevişgen tavırlarına Abu Dabi’de de devam ediyor, ve plajda öpüştüğü için tutuklanıyor. Hatırladığım kadarıyla dördüncü kadının pek kayda değer bir derdi yok, o genelde diğerlerini dinleyip onlara öğütler veriyor.
Film yalnızca kötü değil, aynı zamanda kötü niyetli
Film bu kadarla kalsa, doğru düzgün bir hikayesi olmayan, kötü bir film olarak geçiştirilebilirdi. Ancak film hem çok başarısız, hem de söylem olarak tehlikeli bir biçimde muhafazakar ve oryantalist. Neden mi? Öncelikle, film güya bir kadın filmi, yani birbirinden özgür ve kendine güvenen 4 kadın kahramanıyla, kadınların istedikleri zaman toplumsal yapıda kendilerini gerçekleştirebilecekleri, güçlü kadın modeller sunuyorlar izleyiciye. Ancak, filmdeki kadınlar, erkek egemen sisteme karşı geldikleri için değil, ona uyum gösterdikleri için güçlüler, ya da öyle görünüyorlar. Nasıl mı, en basitinden, onları güçlü kılan, kendilerine güven duymalarını sağlayan en önemli unsur birbirinden pahalı kıyafetler taşımaları ve diledikleri gibi giyinebilmeleri. Yani bir gösteriş dünyasında, bir imaj evreninde yaşıyorlar. Öyle ki bu durumu sürekli devam ettirmek zorundalar aslında, yani hep güzel, hep şık olmak zorundalar ki, bu şekilde edindikleri sosyal statülerini kaybetmesinler. Ve aslında filmdeki birçok sahneden, aslında bu gösteriş dolu evrenin arka planında hepsinin çok kırılgan bir yapıları olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü kendilerine önemli bir pozisyon edindikleri bu dünya, ekonomik olarak aslında erkekler tarafından da finanse ediliyor, yani bir şekilde paranın kaynağı erkekler aslında. Ve şeyhin onları misafir etmekten vazgeçtikleri, ve otel parasını ödeyemedikleri için apar topar otelden ayrılmaları gibi, apar topar bulundukları statüyü de kaybetmekten korkuyorlar. Yani filmde sunulan güçlü kadın modeli, aslında erkek egemen kültüre uyumlu bir kadın modeli.
Gay esprileri artık rahatsız ediyor
Filmi söylem olarak gerici ve muhafazakar kılan ikinci bir neden de, filmdeki “gay” esprileri. Espri diyorum ama, filmin başından sonuna kadar gülebildiğim tek bir sahne bile hatırlamıyorum. Filmin kahramanları kadınlar, arka planda da onları finanse eden(maddi ve manevi) koca ya da sevgilileri var. Ama bir de “gay” karakterler var ki, filmdeki güçlü kadınlarımız, güya çok modern oldukları için ve çeşitli ortamlarda “benim bir gay arkadaşım var” diyebilmek için, gaylerle iyi anlaşıyorlar. Ama bu anlaşma, onlara karşı duydukları evcil hayvan sevgisinden kaynaklanıyor aslında. Filmde gaylerle ilgili yapılan espriler, gerçekten onların toplumsal varlığını tanımaktan ziyade, onları rencide etmeye, ve onlara karşı olan genel toplumsal yargıdan beslenmeye hizmet ediyor.
Filmin Abu Dabi’de geçen sahneleri, Batı’nın Doğu algısını, Doğu’ya bakış açısını, oryantalizmi anlatan bir ders gibi aslında. Öncelikle Batı için, özel olarak da ABD için Doğu’yu değerlendirme kriteri “Ya çemberin içindesin, ya da dışında” mantığı. ABD emperyalizmine karşı değilsen, hatta ona uyumluysan, ona yardım ve hizmet ediyorsan, Batı’ya öykünüp onlar gibi olmak istiyorsan “müttefik”sin, ve egzotik bir eğlence hazzının objesi, turistik bir gezinin rehberi ya da oryantalist bir sosyal araştırmanın nesnesisin, ötesi yok. Ama çemberin dışına çıkar çıkmaz, teröristsin, ve empatiyi bırak en ufak bir sempatiyi bile haketmiyorsun.
Cici Arap – Yobaz Arap
Kadın kahramanlarımız, şıklıklarından ödün vermeden egzotizmin doruklarında geziler yaparlar Abu Dabi’de. Gündüz çöller, develer, baharat dükkanları, gece lüks oteller, gece kulüpleri. Petrol zengini Abu Dabi’nin, küçük bir New York’u andıran şatafatlı şehir merkezini, lüks mekanları ve otelleri beğenirler. Ama yoksulluğu da görmezden gelmezler, onlara hizmet eden uşaklarına, karısına gidebilsin diye bahşiş bırakırlar yufka yürekli kahramanlarımız. Başörtüsü kullanılabilir bir aksesuar gibi gelir onlara, ama çarşafa anlam veremezler. Peçesinin altından patates kızartması yiyen kadını, öpüşmeyi ve sevişmeyi yasaklayan kanunları, hiç modern olmadığı için eleştirirler. Modernizmin Batılılaşma ile eşanlamlı olduğunu hatırlatmama gerek yok elbette. Çarşaflarının altına son moda kıyafetler giyen ve Amerikan Best Seller kitaplarıyla okuma kulübü kuran “feminist” Arap kadınlarıyla da hemen kaynaşıverirler. Çünkü olması gereken budur, modernlik budur. Onları kovalayan kızgın yobaz Müslüman erkeklerden kaçarken, bu kulüpte rahat bir nefes alırlar.
Filmin bazı sahneler nedeniyle müslümanları kızdırdığı söyleniyor. Muhtemelen namaza giden cemaatin önünde Samantha’nın “modernizm” krizi geçirdiği sahneden bahsediyorlardır. Hakaret ettiğini falan düşünüyorlardır. Ama asıl hakaret bu sahnelerde değil, filmdeki genel “Doğu” söyleminde. Asıl karşı çıkılması ve eleştirilmesi gereken de bu söylemin kendisi, o sahnelerden ziyade.
Sonuç itibarıyla, “moda filmleri” diye adlandırılabilecek zorlama bir türün örneği “Sex and the City 2”. Bu tür moda firmaları tarafından finanse ediliyor, ve devasa bir boyutta olan moda piyasasına hizmet ediyor. Bu türün en aklı başında, en eğlenceli filmi, en izlenilesi filmi bana kalırsa “Şeytan Marka Giyer”( The Devil Wears Prada, 2006) idi. “Sex and the City” serisi, hiçbir bölümünü izlemediğim aynı adlı dizinin popülerliğinin kaymağını yeme gayretinden öte bir şey değil bana kalırsa. Çünkü zahmet edip, bir konu bile uydurmamışlar filme.
Sex and the City 2
Yönetmen: Michael Patrick King
Senaryo: Michael Patrick King
Yapım: ABD, 2010, 146 dk.
Oyuncular: Sarah Jessica Parker, Kim Cattrall, Kristin Davis, Cynthia Nixon