Sonra bana soruyorlar, basın gösterimlerine niye gelmiyorsun diye. Salı günü gideyim dedim de, bakın başıma neler geldi neler…
Salı günü üç basın gösterimi, bir de Gala vardı. E bir de üstüne yarım gün tatil… Ekabirlik ninjaya yakışmaz dedim ve niyet ettim Asya kıtasından Avrupa kıtasına uzanan zorlu bir seyahate çıkmaya…
Sabah gösterilecek iki film çakışıyordu ama Sınıf – The Class filmini Antalya Altın Portakal Festivali’nde izlediğim için istikametimi Gayrettepe’de arşı alayı delercesine yükselen Astoria namlı tüketim ve para çarçur merkezine çevirdim. Taylandlı kardeş yönetmenler Oxide ve Danny Pang‘in epey önce seyrettiğim Bangkok Dangerous filminin Hollywood versiyonu gösteriliyordu. Yönetmenleri aynı kalmış ama kadroya bir adet Nicolas Cage ilave edilmiş bu film 10.30’da başlayacaktı. İşi sağlama almak için 8.30 civarı ikamet ettiğim Kozyatağı semtindeki fakirhanemden çıktım. Biri kara, öteki deniz, kalanlar ray üstü taşıtı olmak üzere tam dört vasıta kullanarak ve Avrupa Yakası ağzıyla “gerizekalının başkanı” ibaresini hak eden birilerinin E5 üzerinde yaptığı çalışma yüzünden 2 saatin yüzde 70’ini Kozyatağı-Üsküdar arasındaki taş çatlasa 10 kilometrelik yolda harcayarak menzile vardım. Filmin bir beş dakikasını kaçırdım sanırım.
Film kötü değildi. Ama yine de, aslında Pang Biraderler’in öyle ahım şahım yönetmenler olmadıklarını açık eder bir seviyedeydi. Bana biraz Tony Scott özentisi bir iş gibi geldi. Biraz da araya Micheal Mann serpiştirmişler ama ortaya orijinal bir şey çıkaramamışlar. Beş üzerinden üç verir geçerim nihayetinde.
Filmden çıktığımda günün en kötü geçen zaman aralığının artık geride kaldığını söyledim kendime. 2 saatlik bir İstanbul şehiriçi seyahatinden daha kötü ne olabilirdi ki hayatta?
Çok erken karar vermişim.
Önce D&R’a uğrayıp 2.5 YTL gibi komik bir fiyata satılan DVD’lerden iki tane seçtim kendime. (Tobe Hooper‘ın Korku Karnavalı ve Jessica Sharzer‘ın Speak’i.) 1.99’a bir de VCD aldım. (Bir hint filmi: Santosh Sivan‘ın Terörist’i.) Sonra ikinci filmi izlemek üzere Cevahir tüketim ve para çarçur merkezine yollandım. Yeme içme faslını geride bıraktıktan sonra beklentiye hiç girmeden, pek iyi bir şeyle karşılaşmayı umut etmeden, biraz gülümsemeyi kar saymaya hazır, rint bir ruh hali içinde ve nihayetinde kesinlikle önyargısız filme girdim.
Sinemanın trafik polisi olmaya niyetim yok ama ben üst üste üç kötü film çekenin film çekme ehliyetinin elinden alınması taraftarıyım. Sinemanın selahayeti için, sinemasever bünyelerin korunması için böylesi şart. Böyle ütopik bir prosedür olsa inanın Ulaş Ak‘ın paçayı kurtarması imkansızdı. Üstelik daha ikinci filmini çekmiş bir yönetmen olmasına rağmen. Nekrüt o kadar kötü bir film anlayacağınız….
Popüler sinemaya karşı değilim. Ben sevmesem de yeni sürüm Hababam Sınıfları’na, Maskeli, Kombinezonlu Beşler’e de okey, hatta Recep İvedik’ler çoğalsın, Burhan Altıntop’lar film olsun… Tamam popüler olsun, avam olsun, basit olsun ama en azından şu sinema denen uğraşa, o uğraşa gönül veren insanlara ihanet etmesin, insanları keriz yerine koymasın… Bu kadardır dileğim yani…
Hadi, senaryon berbat, bir filmin hiç devamlılığı da mı olmaz be kardeşim… İki karakter ilk kez karşılaşıyor. “Sen niye zırt pırt karşıma çıkıyorsun?” Belli ki montajda gitmiş o bölüm, ama minareyi çaldın bari, kılıfı hazırla. Bir başka karakter bir bakıyoruz nehire girmiş beline kadar böbürleniyor. “Ben neymişim, ben ne kuvvetliymişim?” Hiçbir şey anlamıyoruz. Sonlarda bir yerlerde öğreniyoruz, yağlı güreşlere katılmış zahar. Hatta bir de kadınlar hamamı macerası yaşamış. Montajda o bölümler de gitmiş. Film boyunca devam eden devamlılık aksaklıkları… Usta, kafadan üç buçuk saatlik blok film çekmiş yani. Sonra iki saate indirmek için kapamış gözü, vurmuş makası…
Filmin mizah duygusu deseniz… Hep belden aşağı, en ufak bir zeka pırıltısı arz etmeyen, ancak kör cahillerin eğlenceli bulabileceği espriler… 70’ler sinemasındaki seks furyası hariç hiçbir ekolle, gelenekle benzerlik taşımayan bir sığlık… İlaveten osuran köylü kadınlar, karısından yüz bulamayınca eşeğiyle halvet olan köylü erkekler… Tamam, köylümüzün eğitim seviyesi düşük ama bu kadar da aşağılama olmaz ki yahu… Bu da bir tür bölücülük bana sorarsanız…
Usta tiyatrocu Erol Günaydın’da var Nekrüt’te, ama onun yer aldığı hikayenin filme sırf “biraz da” duygusallık katmak için konulduğu o kadar belli ki. Samimiyetsizlik, köylü kurnazlığı o derece anlayacağınız…
Kendime mi acıyayım, sinemaya mı acıyayım? Yapımcıya mı yazık, yoksa dalgaya düşüp bu filme gidecek olan seyircilere mi?
Sert bir yazı mı oldu? Böyle bir filme az bile… Bu kadar kötü bir film seyrettiğimi pek hatırlamıyorum. Kişisel kötü filmler listemin başında yer alan Ali Özgentürk‘ün Kalbin Zamanı, Biket İlhan‘ın Ayın Karanlık Yüzü, Mesut Uçakan‘ın Anne ya da Leyla, Emret Komutanım ve Dünyayı Kurtaran Adam 2 filmleri bile Nekrüt’ün yanında Oscarlık işler gibi kalıyorlar. Nekrüt, Sinan Çetin‘in Romantik’i ile kapışır ancak herhalde.
Diğer yandan Nekrüt sinema öğrencileri için bir deniz feneri işlevi görebilir. Deniz fenerleri gemileri felakete sürükleyecek kayalıkları işaretlemek için kullanılırlar ya, o hesap. (bu filmden de bir artı değer çıkardım ya, bravo bana.)