David Gilmour film festivallerinde görev alan, sinema üzerine televizyon programları hazırlayan Kanadalı üretken bir eleştirmen. Hayatının önemli bir bölümünü film izleme eylemine ayırdığına şüphe yok. Sinema tarihinde yüzdüğü sıralarda bir evliliği bitirmiş ve pek çok kez gerçek hayatın sorumlulukları ile izlenmesi gereken filmler arasında kalmış.
Serdar Kökçeoğlu
Acaba bir sinefilden iyi bir baba olur mu diye soracak olsak, söz konusu babanın sahici bir sinefil olması durumunda bunun imkansız olacağını söylersiniz herhalde. Sinema okulunda, sinemayı Brecht‘le beraber anlatan, doksanlı yılların başından itibaren çekilen filmleri izlemediğini söyleyen, sinefilliğin ciddi bir hastalık olduğunu düşündüğünü ve bu anlamda eleştirmenlere acıdığını itiraf eden bir hocamız vardı. Sinema okulunun tehlikeli olduğunu, ‘sinema hastalığına’ yakalanma riskimizin çok fazla olduğunu da söylerdi. Sınıfta epeyce film manyağı vardı ve hocamız için onlar dünyayı değiştirmek yerine DVD alışverişi yapan tembellerden başka bir şey değildi.
Neyse, Gilmour kafasını filmlerden kaldırdığı bir zaman, artık iyice büyümüş olan oğlunun okuldan pek haz etmediğini fark ediyor. Üstelik çalışıp para kazanmak, kendi ayakları üzerinde durmak gibi özgür idealleri de yoktur. Çevrede sürtmek, rap yapmak ve kızları keşfetmek gibi dertleri vardır. Oğlunun uyuşturucu bağımlısı bir serseriye dönüşeceğinden korkan Gilmour derhal evi bir sinema okulunu çevirir ve oğluna haftada üç film izletmeye başlar, şifa niyetine. Babadan harçlık alan, sık sık eve kız atan ve kızlar konusunda ciddi anlamda kafa ütüleyen gencin artık hayatta tek bir sorumluluğu vardır; film izlemek. Eleştirmen baba hassas klasiklerden kült modernlere uzanan bir liste çıkarır; çaktırmadan oğlanı eğitecek, hayatta sağlam bir duruş kazanmanın önemini hatırlatacak filmlerdir bunlar. Büyüme, aşk, güç, yalnızlık gibi konular hakkında sağlam kaynaklardan bilgi alacaktır. Birkaç yıla yayılan bu süreç bazen keyifli bazen sıkıcı geçer. Jesse’yi eğiten sadece filmler olmaz, hayatına girip çıkan kızlardan da çok şey öğrenir. Ama Gilmour’un kendisini başarılı hissetmesini sağlayacak gelişmeler yaşanır, özellikle de okul konusunda. Hem galiba Jesse hayatta ne istediğini bilen, kararlı bir adam olmayı başarır bu sürecin sonunda.
David Gilmour kendi oğluyla geçirdiği dönemi kitaplaştırırken gerçeklere ne kadar sadık kaldı acaba… Detaylı film sohbetlerinin ne kadarının kurmaca olduğunu merak ediyor okuyucu. Bir baba ile oğulun sinema sohbetlerini okumak çok keyifli ama genel olarak sinema konusundaki birikimi ve zevkleri ortada olan babanın bazı saplantılı fikirlerine gülmemek zor doğrusu. Oğluna Onibaba izletecek kadar zevk sahibi bir adamın Ishtar‘ı yere göğe sığdıramaması garip mesela. Film Kulübü, sinemanın eğitici etkileri üzerine yeni şeyler söylemiyor bize. Belki bu anlamda psikologlara ve ailelere örnek olabilir ama kitabın en etkileyici yönü, babanın oğlunu anlamak için gösterdiği çaba. Onun kızlarla ve uyuşturucuyla olan takıntılı ilişkisini anlamak ve çözmek için yoğun bir çaba harcıyor ve oğluna yüzlerce film izleyebileceği zamanı ayırmaktan hiç çekinmiyor. David Gilmour’un David Cronenberg‘e olan sevgisinin ipuçları ise tüm kitaba yayılmış durumda. Zevk sahibi babalar başka oluyor.