8 yaşından beri babasıyla Amerika’da yaşayan Aziz 17 yaşında liseyi bitirdiğinde babasından bir mektup alır. Babası, ona karşı tüm kanuni sorumluluklarının bittiğini ve artık bir an önce evi terk etmesi gerektiğini yazmaktadır. Peki hayatında kitaplara, klasik müziğe büyük bir yer ayırmış, yüksek mühendislikle iştigal eden aydın bir adamın böyle katı bir karar verebilmesinin ardında ne yatıyordu.
Ege Görgün (Landlord)
Şüphesiz yetiştiği ataerkil aile yapısından gayri ihtiyari onun karakterine de nüfus eden şeyler olmuştu. Bu yüzden bu kadar katı, bu kadar kuralcıydı. Gülümsemek ve ciddiyet arasında bir bağlantı yoktu ona göre. Gülen adam ciddi değil demekti, ciddi adam da gülmezdi. Bu kadar basit. Onu yumuşatacak hiçbir şey yokmuş gibiydi dünyada. Önceki eşinden, yani Aziz’in annesinden boşanır boşanmaz master’ını yaptığı ABD’ye gelmişti. Bu göç Aziz’in ve kardeşinin 15 sene boyunca anne hasreti çekmesiyle sonuçlandı. Bir de annenin yavru hasreti var tabi. Bunu yaptıktan sonra evlada “artık başının çaresine bak” demek ne kadar zor olabilirdi ki. Hele onu böyle davranmaya iten bir de üvey anne varsa ortada.
Aziz üvey annesi yüzünden iyiden iyiye çürüyen aile bağlarının kopmasını metanetle karşılar. Güçlü bir karakteri ve hayata karşı savaşçı bir duruşu vardır. Ama ne yazık ki kardeşi onun gibi değildir. Babasından aynı muameleyi gördükten sonra Aziz kadar kolayca ayakları üstünde durmayı beceremez. Yaşadığı travmalar neticesinde yanlış kararlar verir. Vietnam Savaşı yıllarının yaşandığı ABD’de orduya yazılmak da bunlardan biridir. Vietnam’a gitmez ama Vietnam Sendromu’nu birebir yaşar Aziz’in kardeşi. Ordudan ayrıldığında artık hayatla başa çıkabilecek takati kalmamıştır. 28 yaşında canına kıyar.
Anlattığımız bir Türk filmi olsaydı casting’i ne kadar kolay olurdu değil mi? Üvey anne rolünde Aliye Rona, katı baba rolünde Hulusi Kentmen, yavrularından ayrı kalan anne rolünde Hülya Koçyiğit, küçük Aziz rolünde Sezercik, yetişkin Aziz rolünde Ediz Hun mesela… Mutlaka Aziz Üstel de bunun bir film olmasını tercih ederdi. Ama şimdi geçmişe baktığında her şey ona daha çok bir filmmiş gibi gelse de, tüm bu yaşananlar gerçek, tüm bu yaşananlar bir “Aziz Üstel hayatı”.
“Masal kitaplarındaki, Türk filmlerindeki üvey anne tiplemesinin gerçek olabileceğini o zaman olmasa bile, yıllar sonra geriye baktığımda anladım. Benim hayatım film değil, filmim hayat. Üvey annem çok ağır hasarlara yol açtı bende, gerek özel hayatıma, gerek sosyal hayatıma yansıyan. Sonraları anladım tüm bunları. Bir ara iletişim kurmaya çalıştım ama bunların farkına varınca, kardeşimle bana yaptıklarını daha iyi tahlil edince tüm ilişkimi kestim, bugün nerede olduğunu bilmiyorum, yaşadığım sürece bilmek de istemiyorum.”
Aziz Üstel’i kime sorsanız bilir ama değil mi? Siz de bilirsiniz tabi. İyi tanırız dersiniz belki de. Ben de öyle diyenlerdendim. Ama Aziz Üstel’le sohbet ettikçe onun hakkında ne kadar üstünkörü bilgilerim olduğu ortaya çıktı. Üstelik fena da sayılmazdı hakkındaki bilgilerim. Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ını Türkiye’de ilk kez onun çevirdiğini 90’ların başında okumayı seven bir üniversite öğrencisi olarak çoktan keşfetmiştim. Kitabın adı geçince, “Canıma okumuştu Otomatik Portakal, yepyeni bir dil yaratmak zorunda kalmıştım,” diyen Guguk Kuşu başta olmak üzere pek çok başka kitabı da Türkçeleştirdiğini ben de bu söyleşi vesilesiyle öğrendim ama.
70’lerin başında Türk yazarların kitaplarını yayınlayan en ciddi yayınevi olarak bir kültür merkezi, aydınları bir araya getiren mıknatıs vazifesi gören Bilgi Yayınevi’nde çevirmenliğe başladığında edebiyat ve politika dünyasının çok önemli isimleriyle tanışma fırsatı bulmuş Üstel. Amerika’dan yeni gelmiş hevesli, atılgan bir genç olarak Kemal Tahir’in evine girip çıkmış, onun tarih sohbetlerinden nasiplenmiş. Bülent Ecevit’in ismini duvarlara yazmakla kalmamış Karaoğlan’ın dergisini yayınlanmasında aktif rol almış. İsmail Cem’ler, İlhan Selçuk’lar, İlhami Soysal’lar, Aziz Nesin’ler, Atilla İlhan’lar, Muzaffer İzgü’ler, Doğan Avcıoğlu’lar, Halit Refiğ’ler, Metin Erksan’lar, Selim İleri’lerle ahbaplık yapmış… Cumhuriyet’in de avukatlığını üstlenen ünlü Orhan Apaydın ile zamanın sıkıyönetim komutanından birlikte tekme tokat sıkı bir dayak yemişler. Ortam süpermiş ama açlıktan nefesi kokuyormuş Aziz Üstel’in. Yani edebi işler bugün olduğu gibi o günde para etmiyormuş.
Yalnızca kitap mı zamanında sokakların tenhalaşmasına yol açan Kaçak, Zengin ve Yoksul, Charlie’nin Melekleri, Kaptanlar ve Krallar, Uzay Yolu gibi televizyon dizilerinin çevirisi de onun elinden çıkma. O yılları hatırlayınca trajikomik bir sürü anı geliyor aklına. Birinde sıkı yönetim Türkçeleştirdiği bir çizgi filmde arı horozu sokuyor diye sorguya çekiyor onu. E, tabi arı ANAP’ın, horoz MDP’nin amblemi. Bir diğerinde dizinin kahramanı Yunanistan’a gitti diye huzura çağırılıyor. Ne çizgi filmi, ne de diziyi o çekmiş tabi ama sıkıyönetim “azmış kör” misali tuttuğunu sorguluyor. Yunanistan’ı Portekiz yapıp krizin birinin önüne geçiyorlar. Sahnenin arka planında Yunan bayrağı varmış, Akropol görünüyormuş ne gam. Lizbon’a hoş geldiniz, diye karşılıyorlar adamımızı. Bir başka kıyamet de bir dizide kameranın bir saliselik geçişinde görünen kel bıyıklı adam resmi yüzünden kopuyor. Aziz Üstel sansür kurulunun o resmi nasıl olup da görebildiğini ya da resmin Lenin’e ait olduğunu anlayabildiğini bugün bile çözebilmiş değil.
Sonra dayısının kızı birden önemli bir medyacıyla evleniyor ve Nazlı isminin arkasına bir Ilıcak konduruyor. Böylece Aziz Üstel’in yükselişi başlıyor. Tercüman gazetesinde yan yayınlar genel müdürü olur bir anda. Sonra Günaydın’a geçer ve onu Türkiye’ye tanıtan TRT’deki Gecenin Konukları’na kadar orada kalır. “Netekim” TRT’deki programı Kenan Evren Paşa yüzünden bitirilince 100 katı fazla paraya Star’a transfer olur.
Spor medyasının içindesiniz, Ömer Çavuşoğlu, Ahmet Çakar gibi isimlerle programlara çıktınız, ama centilmenlikten, efendilikten bir gram ödün vermediniz. Bu işin sırrı ne?
Ben şunu gördüm hayatımda; insanlara efendi, nazik , terbiyeli yaklaştığın zaman hep sen kazanıyorsun. Çünkü temelde bütün insanlar böyle. O zaman gardını kaldırmıyorlar sana karşı. İnsanlara insan gibi yaklaşmak gerektiğine inanıyorum, bağırarak çağırarak, parmak ya da yumruk sallayarak tehdit ederek değil. Bir yere varamıyorsunuz böyle çünkü. Hayatta en nefret ettiğim şeydir kavga etmek. Sesimi çok ender yükseltirim ben. Bir de babamın baskıcı tavrından dolayı içimden ona kadar sayıp dilimi ısırmayı öğrendim. Hem artık o kavga gürültülü spor programları da pek kalmadı dikkat edersen.
Ama bizde kavgacı adamlar, kabadayı tavırlılar daha bir rağbet görür. Peşlerine takılır gideriz onların. Bakın başbakanımıza, bakın Fatih Terim’e, Erman Toroğlu’na….
Çünkü biz toplumsal olarak yasaklarla, korkularla yetişmişiz. Biz çocuklarımızı yasaklamalarla terbiye ederiz. Bu yasak, şu yasak diye. Mesela benim çocukluğum halı motiflerini ezberlemekle geçmiştir. Misafirliğe gittiğimiz zaman tembihlerlerdi beni başını kaldırma, kimsenin yüzüne bakma diye. Ben de başım önde eğik otururdum, halı olurdu tek gördüğüm. Sonra okula gittik orada karşımıza çıktı yasaklar, cezalar. Kulak mememiz iki santim uzamıştı. Sonra askerde aynı şey. Bizim zamanımızda dayak yemeden gelen yoktu askerden. Sonra işe girdik amir korkusu. Ömür böyle korku, kuşkuyla geçince biraz böyle efelenen, biraz kabadayı olan bir adamın peşine takılıyoruz. Vay korkusuz adam, diyoruz. Biz neticede son derece bastırılmış ve sindirilmiş insanlarız. Mesela Fatih Terim’in o kabadayıvari, afra tafra hali, tek omzunu düşürmesi, tek kaşını havaya kaldırması biz de Tarkan-Karaoğlan karışımı bir hava uyandırıyor. Fatih Terim’in teknik direktörlüğünden çok delikanlılığını konuşuruz o yüzden. Siyasete de yansır bu. Halkımız “delikanlı” lideri olan bir partiyi çalışan, gelecekle ilgili sağlıklı planları olan partiye rahatlıkla tercih edebilir mesela.
Popüler kültürümüz bile bizi böyle adamları el üstünde tutmamız konusunda yönlendirmiş ve yönlendiriyor galiba. Siz daha iyi hatırlarsınız bir zamanlar Nihal Atsız, Aptullah Ziya Kozanoğlu gibi yazarların Büyük Türk Romanları ne kadar revaçtaydı. Bir döneme damgasını vurdu sözünü ettiğimiz türde bir Türk imajı ortaya koyan bu romanlar. Şimdi o misyonu Kurtlar Vadisi devam ettiriyor sanki.
Biz onları bilinçsizce okuduk. Ben İki Çocuğun Devrialemi, Pardayanlar, Üç Silahşörler’den sonra okudum ilk o tür kitapları. Nihal Atsız’ın Bozkurtlar ve Bozkurtlar Diriliyor’u falan. Onun altında yatan siyasal amaç hakkında hiçbir fikrimiz olmadan okuduk onları. Müthiş bir Türklük aşılayan, hatta Türklüğün üstün bir ırk olduğunun altı keçe uçlu kalemle çizildiği kitaplardı. Sonra Kozanoğlu’nun kitapları ve benzer çizgideki Türk filmleri geldi. Kurt Bey, Kara Murat, Karaoğlan, Malkaçoğlu, Kartal Tibet’in iğreti bir perukla oynadığı Tarkan gibi. O yıllarda öyle görmüyorduk tabi. Bu tür filmler biz de müthiş bir maçizmo oluşturdu. O günün magazin haberlerini hatırla. Türkiye’ye gelen her yabancı kadının ağzından atılırdı başlık. “Türk erkeği gibisi yok”, “Türk erkeği çok güçlü”. O zamanlar sokaktaki adamda sağ eliyle sol omzunu sıvazlama dürtüsü yarattı bu hava. Vay be biz neymişiz! Bizim maçoluğumuzu biraz da oralardan geliyor zaten.
Siz de Türksünüz ama siz de benzer emareler göremiyoruz… Maçoluk yok, kabadayılık yok…
Ben bu topraklarda doğmuş olmaktan çok mutlu , bu ülkeyi gerçekten seven, bu ülkenin ve ülkede yaşayan insanları mutlu olmasını isteyen biriyim her şeyden önce. Bu ülkenin her başarısı beni müthiş heyecanlandırıyor. Mesela Orhan Pamuk’un Nobel alması… Ama o Türklüğe has o kabadayılık benim genlerimde yok ama.
Belki de bu özellikleri çok da özdeşleştirmemek lazım Türklükle. Faşizmin kıyılarına getirebilir bizi bu yaklaşım…
Biz faşizme çok yatkınız zaten. Bir ümmetten ulus yaratıyor Atatürk. Bu müthiş, çok büyük bir iş. Bunu yapabilen başka biri yok dünyada. Bunu yaparken de bazı değerleri öne çıkarmaya mecbur. Türk Dil Kurumu’nun, Türk Tarih Kurumu’nun, 19 Mayıs, 23 Nisan törenlerinin sebebi hep bu. Sürekli olarak bayrağı, bir ulus olmayı ön plana çıkarmak. 72 buçuk milletten oluşuyordu Osmanlı. Ne olursan ol bu ülkede yaşıyorsan Türksün anlayışının oturması gerekiyordu. Başka türlü mümkün değildi bunları gerçekleştirmek. Retrospektif baktığında o dönemin Mussolini İtalyası’yla, Alman nasyonel sosyalist görüşleriyle örtüşüyor. Özellikle Atatürk sonrası dönemle. En basitinden Milli Şef diyorsun. Milli Şef’in Almanca tam çevirisi Führer’dir. O yıllarda okullarda öğrencilerin giydikleri kasketler mesela. Üzerlerinde uluyan bir kurt ve ay vardır. Ziya Gökalp’la başlayan Türkçülüğün devamı. Ama bir ırkçılık yok orada. Musevilere, Hıristiyanlara, Ermenilere, Yahudilere yapılan bir ayrımcılık yok çünkü ortada. Onlar da Türk, hepimiz Türk’üz.
Orhan Pamuk’un Nobel alması size heyecanlandırdı, peki ardından gelen Ermeniler’le ilgili açıklamaları ne hissettirdi size?
Orhan Pamuk’un nahifliğine veriyorum bu açıklamayı. Onda ve kimi aydın kişilerimizde bir özür dileme refleksi var. Geçmişte olan şeylerden dolayı, olmakta olan şeylerden dolayı devamlı bir özür dileme ihtiyacı hissediyorlar. Çünkü onlardaki batılılaşma yapay bir batılılaşma.
Oryantalist buluyorsunuz yani?
Evet bir levant, bir oryantalist havası var orda. Yapmadığın şeyleri bile üstlenip özür dileme refleksini de o küçüklükteki korkulara bağlıyorum ben. Biz de sıra dayağı vardır mesela. Biri kabahat işlese, tüm sınıf dayak yer hani. Dayak yememek için özür dilersin mecburen kabahatli sen olmasan da. Tamamen incelenmemiş, araştırılmamış, kanıtlanmamış bir konuda suçu üstlenip özür dilemeyi bu reflekse bağlıyorum ben. Nazilerin yaptıklarıyla karşılaştırmak ise tamamen insafsızlık. Türkiye Müslüman değil de, Hıristiyan bir ülke olsa bu Ermeni sorunu gündeme getirilir miydi acaba merak ediyorum.
Beyaz Türk diye bir kavram var biliyorsunuz. Siz kendinizi böyle niteler miydiniz?
Ben beyaz Türk, bıyıklı Türk kavramlarını da bir tür ayrımcılık vesilesi olarak görüyorum. Demokrat bir kafaya fevkâlade aykırı bir şey. Beyaz Türk, yeşil Türk, mavi Türk diye bir şey yok. Bu ülkede yaşayan Türkiyeli insanlar var bence. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı var. Dini, dili, ırkı, eğitimi ne olursa olsun. Aynı kaderi paylaşıyoruz en azından. Bir darbeden, bir krizden hepimiz etkileniyoruz. Aydın olmaya çabalamak, sürekli okumak, sürekli araştırmak, bu konulara kafa yormak insanı beyaz Türk yapıyorsa birilerine göre. O zaman kabul ederim. Ama ayrımcılığın her türüne karşıyım.
Okumak Aziz Üstel için hayattaki en önemli şey. “Ölünce en çok neyi özleyeceğim biliyor musun,” diyor. “Kitapları.” (Galatasaray diyecek diye beklediniz değil mi?) Kitapları orijinal dilinden okumayı tercih ediyor. Şu sıralar iki kitap varmış elinde. İkisi de ABD hükümetiyle, dolayısıyla Üstel’in şu sıralardaki ilgi alanı neoconlarla (yeni muhafazakarlar/yeniden doğuşa inan Hıristiyanlar) ilgili. Üstel Taliban’la neocon kafası arasında bir fark olmadığını söylüyor. Onları daha iyi anlayabilmek için de fanatik neocon Ann Coulter’ın kitabını okuyor. İsmi Bush Gelmiş Geçmiş En İyi Başkan’dır minvalinde bir şeymiş. Ann Coulter’ın şöyle bir kitabı da var: Demokratların beyni olsaydı, Cumhuriyetçi Olurlardı. Kitap okumak Galatasaray’dan bile önde geliyor Aziz Üstel İçin.Galatasaray Lisesi mezunu babası 12 yaşındayken Aziz Üstel’in boynuna çok özel bir kolye takmış. Önyüzünde Galatasaray amblemi, arkasında ise Ayet El Kürsü ve Allah Galatasaray’a Zeval Vermesin yazısı olan bu kolyeni bir eşi daha yok Üstel’e göre.“Galatasaraylılık bizim ailenin genlerine işlemiş bir şey. Ama Galatasaray hiçbir zaman hayatımdaki en önemli şey olmadı benim. Önemli faktörlerden biri oldu.”
Orhan Pamukun Fatih Terim’le ilgili de bir söylemi olmuştu. Fatih Terim’in aşırı milliyetçi duruşunun yabancı düşmanlığını körüklediğini söyledi Orhan Pamuk. Ben de şahsen maçların milliyetçi duygulardan çok profesyonel anlayışla, sporcu ruhuyla kazanılmasından taraftarım. Milli duygular profesyonel mücadeleye artı değer katmalı sadece. Fatih Terim oyuncularını ve toplumu motive etmek için milliyetçi damarı fazlaca kullanması sosyal bir hasara yol açıyor mu sizce?
Milliyetçilik bizim genlerimizde olan bir şey. Fatih Terim buna tercüman oluyor sadece. Fatih aşırı milliyetçi olsa Marco’yu Türk yapıp sahaya sürmezdi ama. Bir İngiliz’in oyuncusunu hadi bayrak için, millet için, vatan için diye motive edeceğini hiç sanmıyorum ama biz de var bu. Bana asıl garip gelen Fatih Terim’in bu konuyu maç öncesi bir basın toplantısında gündeme getirmesi.
Aziz Üstel televizyon programına yetişeceği için çok keyifli giden sohbeti bitirmek zorunda kalıyorum. Beş altı bin DVD’den oluşan koleksiyonunu, olağanüstü olduğunu tahmen etteğim kitaplığını karıştırma hayallerim bir başka bahara kalıyor. Tüm salonun duvarlarını kaplayan zengin resim koleksiyonuna hayran hayran bakmakla yetiniyorum. “Tüm paramı bu eve ve bu resimlere harcadım işte,” diyor Aziz Üstel gururla.Aziz Üstel’den bir anı: Netekim, olamaz bir şey!
Cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna davet edilmiştim. Kenan Evren dönemiydi. Sıra halinde teker teker girip el sıkışıyoruz. Sıra bana geldi, Kenan Evren elimden tuttu yanına çekti. Evren, ben, kızı, yanyana duruyoruz. Gelen gidenin elini sıkmaya başladım. Garip bir durum. Mesela sezen aksu geliyor, elimi uzatıyorum. “Aa Aziz…” diyor. Meğer Evren benimle konuşmak istermiş. Bir fırsatını buldu. “Senden hiç memnun değilim,” dedi. “Neden efendim,” diye sordum. “Sen benim karşıma geçiyorsun, bacak bacak üzerine atıp sigara içiyorsun, kahkahalar atıyorsun,” şaşırdım. “Efendim zatıalinizi ilk defa görüyorum. Ben sizin karşınızda ne zaman sigara içtim,” deyince de “Televizyonda içiyorsun” cevabını verdi. “Oraya çıkınca, Kenan paşa o televizyonu seyrediyor diye düşüneceksin.”