1. ve 2. bölümünü geçtiğimiz günlerde yayımladığımız Ertekin Akpınar imzalı Ayşe Şasa röportajının üçüncü bölümünü sunuyoruz.
[Bülent Oran‘ın] Yeşilçam’la ilişkileri nasıldı?
Bülent’in çok enteresan, çok takdir ettiğim bir yanı vardı. Bülent çok popülerdi, çok rağbet gören bir senarist. Ama onun bir prensibi vardı, makul bir avans almadan hiçbir şey düşünmezdi. Bana çok acırdı. Bülent’in, Yeşilçam’la ilişkileri iyiydi. Çünkü çok uyumlu ve sevgi dolu bir insandı. İnsanların hep iyi yanını görürdü ve onların aleyhinde konuşmazdı. O kadar yıl kimsenin aleyhine konuştuğunu hiç duymadım.
Teslim ettiği bir senaryosu değiştirildiğinde de mi konuşmazdı? Yani bir haksızlık karşısında sesini çıkarmaz mıydı?
Yani bir şey yapılmak isteniyorsa onu hep ticari açıdan ele alır, ticari açıdan doğru gördüğü şeyi sonuna kadar savunurdu. Genellikle inisiyatif elinden kaçardı. Çünkü şöyle bir şey vardı: Bülent Oran’a işverenler, “Bu film para kazansın” diye işveren adamlardı. “Bu işi en iyi Bülent biliyor” derlerdi ve Bülent’e bırakırlardı. Benim gibi veya bizim bir takım, sonradan argo tabiriyle ‘entel’ [gülerek] geçinen senaristler gibi sorun çıkarmaya, ondan sonra işte sıra dışı bir şeyler yapmaya kalkmıyordu Bülent. Bütün kurallara uyuyordu. Aynı işi defalarca yazmaktan asla çekinmezdi. İnanılmaz bir şeydi bu. Hayran olunacak bir duygu bu. Müthiş bir kadirşinastı.
Hiç kızmaz mıydı?
Hayır. Asla. Dediğim gibi Bülent’e işverenler zaten ticari amaçlarla bir şey beklerlerdi. O, işinin hakkını verirdi. Şimdi bakın size bir şey söyleyeyim. Yeşilçam’da sanat endişesi taşıyan rejisör veya senaristlerle yapımcıların başı her zaman derde girmiştir. Mesela bir dönem ben senaryo yazarken başıma gelen bir şeyi anlatayım. Atıf Yılmaz’la evli olduğum zamandı. Adı o kadar gerekli olmayan bir prodüktör benim yazdığım senaryo üzerine bir sürü şey söylüyordu. İşte şuraya şöyle bir motif koymak gerekir, burası fazla uzamış, buraya gerek yok vs. vs. Ben çıldırdım tabii. Yazdığım işi o kadar ciddiye alıyorum ki o sözlere çok kızmıştım.
Yazdığınız bir senaryoyu ne kadar ciddiye alıyorsunuz?
Katiyen almıyorum. Hatta kahkahalarla gülüyorum. Ama o dönem müthiş ciddiydim. Zaten o işleri o kadar ciddiye almasam o ıstırabı niye çekeyim ki. Şimdi böyle bir müdahale bana anlamsız geliyor. Zaten siz Yeşilçam’da sinema yapımcılığı yapmış adamların sinemayı ne kadar bildiğini sanıyorsunuz ki? Tamamı sinemadan hiç anlamaz. Ne kadar talihsiz bir şey değil mi? Oysa Batı da biliyorsunuz sinema burjuvazinin tekelindedir. Ama Türkiye’de tüccarların tekelindedir.
Size katılıyorum. Türk sinemasındaki yapımcıların çoğu tüccarlardan oluşuyor.
Tüccar bile demeyelim, taşra esnafından.
Beraber senaryo yazarken, beraber çalışırken nasıldınız Ayşe Hanım?
Kiminle?
Bülent Oran’la.
Bülent’le hiçbir zaman beraber çalışmadım. Bülent’le bir tek Hacı Arif Bey [1982] diye bir çalışma yaptık.
Televizyon için yaptığınız çalışma.
Evet. Onun dışında Bülent’le benim beraber çalıştığımız senaryo olmadı. Çünkü tarzlarımız çok ayrıydı. Üstelik Yeşilçam’da benim senaryo yazdığım dönemde Bülent’le zaten kapılarımız ayrıydı. Hayatlarımız ayrıydı. Daha sonra bir araya geldiğimiz zaman artık senaryolar ya bana geliyordu ya da ona geliyordu. Beraber çalıştığımız tek proje Hacı Arif Bey olmuştu. Onda da çok büyük bir ihtilaflar oldu, kavgalar oldu aramızda.
Neden?
Hiçbir şekilde Bülent’in yazdığı diyaloglardan memnun kalmadım. Kendi yazdığım şeyden de nefret ettim. Yapılmak istenen şeyleri hiç doğru bulmadım. Palas pandıras bir takım tercihlerle yazılmış bir senaryo ortaya çıktı. O çalışma benim için çok üzücü olmuştur.
Bir eş olmanın, bir senaryocu olmanın dışında Bülent Oran sizin için ne ifade ediyordu efendim?
[Elleriyle yüzünü kapatıp uzun süre susuyor] İnsan olarak Bülent, derin bir kişiydi. Bilge bir kişiydi tamamen. Çok bilge bir kişiydi. Yani hayat veren, etrafındaki her şeye hayat veren, yüksek düşünen, yüksek ışık saçan, şifa saçan, sevgi dolu bir insandı. Bu tip insan çok az. Üzerinde tam bir İstanbul beyefendisi havası vardı. Çelebi, olgun, bilgece sevgileri vardı. Ama inanır mısınız Bülent hep müzik eşliğinde, “Ben aptalım, ben aptalım” diye dans ederdi. Dans ederken de, “Ben entelektüel değilim, ben entelektüel değilim” diye kendi uydurduğu şarkısını söylerdi. Hiçbir iddiası yoktu. Hep kendisiyle alay ederdi. Bazen denemelerimi okuturdum. Daha okur okumaz hemen bana düşüncelerini söylerdi. “Şurası eksik, burasını daha iyi yapabilirmişsin” diye işaretler verirdi. Hemen arkasından da, “Ben bir şey anlamam, bilmem, entelektüel değilim sadece ticari senaryolar yazan senaristim” derdi.
Bülent Oran’ın beslendiği kaynaklar nelerdi?
Bülent her şeyi okurdu, çok karışık okurdu. Eline geçen her çeşit metni okurdu. Popüler edebiyat okurdu, avangard şeyler okurdu. Her milletten edebiyat eseri okurdu, Türk edebiyatını çok severdi. Çoğu insan edebiyatı şunu da, bunu da okudum diyebilmek için okurlar. Daha sonra konuşmalarında filan bu durumu kullanırlar. Bülent, hep güzel bir edebiyat yazısını tatmaktan hoşlanırdı. Ne ondan kimseye söz eder, ne de onun lafını ederdi. Bülent daha çok duygularıyla, duyumlarıyla, resimlerle, sözcüklerle yaşardı.
Tek cümleyle tarif etmenizi istesem ne söylersiniz?
Hayatı tatmak isteyen bir adamdı. [Uzun süre bir sessizlik oluyor]
Özlüyor musunuz?
[Susuyor] Şöyle bir şey var. Müthiş bir varlığı var Bülent’in. O kişilik, o zengin beraberlik beni çok değiştirdi. Bunu bana Bülent söylemişti. Çok zengin bir beraberlikti bizimkisi. [Susuyor]
Üzülüyorsanız konuyu değiştirelim.
Hayır, hayır… Hayatımda çok büyük bir korku vardı. Beraberliğimizin başından beri Bülent’le aramızda bir yaş farkı vardı. Bülent’e bir şey olursa, beni hayatım mahvolur. Bir daha ayağa kalkamam. Çünkü beni ayağa o kaldırdı. Çok zor yollardan zor geçtim. Olağanüstü bir sükûnet karşısındaydım. Büyük bir acı, büyük bir felaket ve teslimiyet halinde Allah’ın bana verdiği sabır, geniş hürriyet vardı. Bütün bunları Bülent’le pekiştirdim. Onunla bambaşka şeyleri görmeye başladım.
Peki sonra?
Ölüm diye bir şey yok. İnsan bir âlem değiştiriyor. Başka bir dünyaya geçiyor. Ve oradan onunla bambaşka bir şekilde ortak noktalar buluyorsun. Benim için sanki Bülent hiç ayrılmamış gibi. Bunu ifade etmem çok zor. Çok. Ayrılık gibi bir şey söz konusu olmadı. Gerçekten böyle ölümsüzlüğe olan bir inancım var. [Ayşe Hanım elleriyle yüzünü kapatıyor. Susuyor. Yardımcısına seslenip bir bardak su istiyor.]
Tekrar senaryo çalışmalarınıza dönmek istiyorum. Bir de tabii belirgin bir değişim yaşıyorsunuz.
Yeşilçam Günlüğü kitabımdan sonra kafamda boşlukta kalan bütün bu şeyler yerine oturmaya başladı. İslam’la tanışmamdan, İslamiyet’i anlamaya ve onu yaşamaya başladıktan sonra benim hayatım tamamen değişti. İnsanın inançsızlıktan inanca geçmesi, İslami tabirle hidayet denilen şey bilişsel bir devrim. Bütün bakışınız, bütün perspektifiniz değişiyor. Sinema büyük bir tutkuydu benim için, büyük bir meraktı ve kafamda cevabı verilmemiş bir sürü soru vardı. O soruların hepsinin tek tek cevaplandığını gördüm İslam’a dönüşümden sonra. Gene Yeşilçam Günlüğü’nde küçük notlar halinde bu durumu biraz ima ettim.
Bu durum sizi sakinleştirdi mi efendim?
Çok. İslam’la tanışmadan önce hayatım müthiş bir kaostu. Ve sonunda o bina çöktü. İslam’la tanışınca bütün geçmişimi sildim, bütün bildiklerimi unuttum. Bana soranlara anlattığım bir olay var. 40 yaşında büyük bir İslam evliyası bana, “Her şeyi unut, her şeyi bırak” dedi. Dünyada bütün aradığım şeylerden çok fazlasını İslam da buldum. Bu aslında büyük bir sevgiydi. Bakın, İslam mutasavvıflarının söylediği bir şey var, “Bir dergâha girerken boş testiyle girin testiyi oradan alacağınız bilgiyle doldurursunuz.” Gerçekten daha önceki ön yargılarımı, eğitimi verilen şeyleri silmeyi başardım. Sıfırdan bakıp başlayınca çok hızlı bir kavrayış ve öğrenme sürecine girdim.
Batı tipi bir argüman eğitimiyle yetiştiriliyorsunuz. Sonra da bunları tamamen reddediyorsunuz.
Evet. Çünkü genetik hafızamız ve genetik kodumuzda var. İslam’la tanışmadan önce ben Fatiha Suresi’ni bile bilmezdim. Sonra İslam medeniyetinin idrakine varınca, İslami yaşantının varlığı beni bambaşka bir Ayşe yaptı. Yıllarca sorduğum ve yanıtını bulamadığım soruların birden yanıtını buluverdim. İnsanlarla, bilimle bambaşka sosyal ilişkiler kurdum. Ve bu bütün kapıları açtı. Şunu fark ettim ki, Yeşilçam çok dolaylı olarak da olsa, çok popüler lisanda, çok bulanık bir şekilde de olsa gelenekle bağını o dönemde sürdürmüş. Mesela Kur’an-ı Kerim de bulunan adalet sevgisi, adalet fikri yani öyle ima edilen, iyilerin mükâfat bulacağı ve kötülerin ceza göreceği bugünün modern Batı dünyasının argümanlarına hiç uymaz. Bunlar var işte Türk sinemasında bugün hala insanların nostaljik bir şekilde, “ah ne güzel, ne sıcaktı o filmler” deyişinin altında ahlak var, erdem var, nüanslar var, sevgi var, fedakarlık var.
Bir senaryoyu yazarken kimin tercihleri daha önemlidir?
Yeşilçam’da star olgusu çok önemlidir. Çok ağır ve baskın bir şekilde oyuncular, mesela Türkan Şoray’ın meşhur kuralları vardı. Bütün yapımcılar o kurallardan ürkerdi. İşte o tür oyuncular canımı çok sıkardı. Eğer işin kuralını anlamış olsaydım, gerçekten kolayına inmiş olsaydım böyle bir çatışmaya girmez ve bunalmazdım.
Bugün Yeşilçam’a nasıl bakıyorsunuz efendim? Takip ediyor musunuz?
Bugünkü Yeşilçam hakkında yazılanlara söylenenlere verilen haberlere bakıyorum. Tabii ki ilgimi çekecek bir şey varsa. Rahatsızlığım geçeli çok oldu ama sinemaya gidemiyorum. Kalabalık mekânlarda oturamıyorum. Dikkatim dağılıyor oralarda. Fakat bir şekilde yapılan filmleri bulup izliyorum. Mesela şu aralar iki film izledim. Biri Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak [Ahmet Uluçay, 2004]. Çok müstesna bir film. Diğeri Yavuz Turgul’un Gönül Yarası [2005]. Çok önemli iki film. 1970’li yıllardan başlayarak Türk sinemasında eğlenceli, popüler yanı olan boş filmler yapıldı. Bir kısım Hollywood taklidi aşk filmleriydi. Bunun dışında bir takım özenti filmler yapıldı. Popüler Türk sinemasına sansür girdiği zaman sözüm ona alternatifmiş gibi gözüken tahammül edemeyeceğim kadar saçma sapan filmlerle karşılaştık. Bu filmlerin ne ciddi bir arka planı vardı, ne derinliği, ne fikri ne de entelektüel düzeyi. Batı sinemasını, beğenelim beğenmeyelim en basit popüler konuya bile bir argüman koyuyor, bir fikir koyuyor. Bizde bu yok. Çünkü birçok Türk filminde derinlik, entelektüel kaygı sağlam bir arka plan bulamazsın. Ahmet Uluçay, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde yoksulluğun arkasında büyük bir ruh zenginliği ve ruhsal arayışının izlerini görürsünüz. İki küçük çocuk özelinde bir dünya arayışını ve inceliklerini anlatır. Ve dolayısıyla bizim sahip olduğumuz geçmişimize de bir imada bulunur.
Çok dokunaklı ve çok ince bir duyarlık vardı o filmde. Aynı zamanda yönetmenin hakikat arayışının izlerini görüyorsunuz.
Evet. Mesele tam da bu bahsettiğiniz işte. Yakın dönemlerde bunu yapan dünyada sadece İran filmleri var. Batı sineması, fakirliği bir suç unsuru olarak, bir mazeret olarak gösterir. Fakirlikle, ahlaki düşüş arasında bağlantı kuruyor. Hayır, bence tam tersi… Bizim İslam anlayışı ve medeniyetimizde fakirlik aşılabilir bir şey. Fazilet ve disiplinle bunlar anlatılabilir. Ve yüksek noktalara getirilebilir.
Yazdığınız senaryolarda buna benzer işaretlerden söz edebilir misiniz?
Yazdığım senaryoların hiçbirinden memnun değilim.
Geriye dönüp yazdığınız senaryolara baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Yazdığım senaryolara baktığımda, karanlıkta el yordamıyla bir şeyler yapmışım. Sol eğilimli olduğum dönemde yazdığım senaryolarda bile bayağı ahlaki muhafazakârlık sergilemişim. Ah Güzel İstanbul’da [1966] Sadri Alışık’ın oynadığı role bakın ya da Balatlı Arif [1967] filminde Yılmaz Güney’in oynadığı role bakın ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Bunu biraz açar mısınız?
Yazdığım senaryolarda adeta geleneksel bir tavır sergiliyormuşum. O iki filmi de çok severim. Orada Ayla Algan’ın bazı sahneleri bana çok kötü gelmişti. Filmin sinopsisini Sefa Önal ile çalışmıştım. Ama yazdığım diyaloglarla filme başka bir nitelik kazandırmaya çalıştım. Çok da emek verdim. Fakat yaptığım şeyden memnun olmadım.
Peki, Balatlı Arif?
Çok iddiasız bir filmdi. Ama öyle tatlı bir komedi, mahalle kenarında geçen bir komediydi. Orijinaldir, konusu bana aittir. Ama çok yetkin ve çok şuurlu çalışmalar değildi.
Yılmaz Güney’in Türk sinemasındaki çizgisini nasıl görüyorsunuz?
Yılmaz Güney yaptığı popüler filmlerde bir tip koydu ortaya. Halkın içinden çıkmış bir mazlum görüntüsü vardı. Beslendiği yerel kahramanların motifleri üzerinde taşırdı. Bunlarla ilgili muhakkak bir bağlantısı vardı. Fakat daha sonra yaptığı işlerde sanat sineması meselesine girdi. Ben, Yılmaz’ın o sanat sineması döneminde yaptığı ve Batının dolayısıyla Türk entelektüellerinin ilgisini çeken filmlerde bir ideolojik bir sığlık buluyorum. Yoksa Yılmaz Güney hem oyuncu hem de yönetmen olarak çok büyük bir kabiliyet. Ama hep söylediğim şudur, bu kabiliyetli adam acaba kabiliyetini iyi yönde kullandı mı? Bu hala aklımda bir soru işaretidir. Böyle bir soru hala aklımda var.
1982 yılında sonra birçok özel TV kanalları açıldı. Diziler yapıldı, hala da yapılıyor. Genel olarak TV dizilerine nasıl bakıyorsunuz?
Yeşilçam kendi içinde yıllarca kendi geleneğine bağlı bir alışkanlık refleksi içinde oldu. Aslında alışkanlıklar ne kadar küçük şeylerdir. Ve alışkanlıkları değiştirmek ne kadar zor bir iştir. Yeşilçam işte o küçük nüvelerin bir toplamıydı. Bülent Oran’ın yazdığı senaryolara bakın bu söylediklerimin toplamının ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz. Şimdi sorunuzun yanıtına gelelim. Yeşilçam’dan bu yana ne değişti? Tema, kalıp, eğilimler, konular… Bunların hepsi tekrar edilebilir. O dönemde nasıl bir film yaptıysa bugün de TV dizisi yapıyorlar. Buradan yüksek sanat nasıl çıkar? Bunun için geleneğimizle şuurlu bir bağa girmek gerek. Bunu kendi genetik yapımızla hem seyirci için hem de kendimiz için bu yakınlığı kurmak gerekir.
Bu noktaya gelmişken üniversitede bu alanda eğitim alan öğrencilerin durumunu da konuşalım istiyorum.
Bu alanda bir eğitim almadım. Bu konuda konuşma hakkımı saklı tutmam daha gerçekçi olur. Ben alaydan yetişmiş biriyim. Sinema okulunda teorik bir bilgi öğretilebilir. Sinemanın esası pratiğe dayanan bir şeydir. Tabii bir teorik bilgiyle donanmış olursanız çok iyi ama zaten bu işe alaydan da girseniz eğer bir dil biliyorsanız teori konusunda yazılmış şeyleri zaten okuyabilirsiniz. Okulun size vereceği şeyi yapabilirsiniz. Ama sinemada pratik alanda çalışarak öğrenilecek bilginin ben okulda çalışarak öğrenileceğini hiç sanmıyorum. Buna inanmıyorum.
Bu alanda nasıl beslenmeli, neler yapmalı?
Sinemada her zaman, her şart altında iyi bir şey yapabilmek, orijinal bir şey bulmak, sözü olan bir şey yapabilmek için büyük bir genel kültür, büyük bir sanat kültürüyle donanmış olmak gerek. Bugün sinema okullarında yapılan akademik tartışmalara analizlere bakıyorum hala Batı argümanlarıyla, Batı metodolojisiyle yerli konulara bakmaya çalışıyorlar.
Bir olgu olarak, Türk sineması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türk sineması seyirciyle, Türk halkıyla, Türk olmanın ve Müslüman olmanın realiteleriyle beni karşılaştırdı. Dolayısıyla benim toplumumla daha derinlikli bir bağ kurmamı sağladı. Yoksa bizim eğitim sistemimiz Batıdan gelmiş metotlarla, araçlarla bir takım malzemeler inceleniyor olması gerçekten çok üzücü. Sürekli yapmaya çalıştığım şey geleneğimizin perspektifinden bir yere bakabilmek. Batıya da bakalım ama kendimize de bakmakta daha yarar var.
Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?
Genel olarak sinema dergilerine ve akademik çalışmalara. Üç tane Batı dergisi, ondan sonra dört tane sinema kitabı okuyup, o gözlüklerle meseleye bakmak çok kolay bir şey. Bu noktadan sinema yapılmaz. Orijinal bir şey yapmak istiyorsak, taklitçilik safhasından uzak kalacağız. Hakikate uzak kalacaksak sinema yapmamızın hayatımıza hiçbir yararı yoktur. Sadece kendimizi aldatmış oluruz.
Halit Refiğ’le olan görüşmemizde Türk sineması için şu tespiti yapmıştı: “Batı da ilgi gören bütün Türk filmlerinin tamamı anti-ulusalcıdır.”.
Evet, çok doğru bir tanımlamadır. Türk sinemasında her zaman muhalif olma meselesini karıştırıyorlar. İnsan muhalif olabilmeli, kendi toplumunun her şeyini eleştirebilmeli. Kapitalist bir dünyada Türkiye’yi eleştirerek kime hizmet edebilirsin ki? İşte bunu bir düşünmek gerek. İnsan ülkesini eleştirebilir ama esas mesele bu mu? Bugün asıl kahredici olan dünyada bir tür hegemonya var. İnsan bu kahredici hegemonya kisvesi altında bütün bu eleştirileri rahatça yapabilir. Peki sonuç? Batı dünyası aslında taşranın alışkanlığıdır. İşte bu tuzağa düşenleri ben hayretle karşılıyorum. Eleştiri, soyluluk alametini gösterme ihtiyacıdır. Ama ilkel insanların, ilkel anlayışlarına çok kızıyorum. Bütün bunlar çok üzücü şeyler.
Tekrar senaryo yazmayı düşünüyor musunuz?
Valla zanaatımı yapabilme şansım azaldı. Bu da tercih ettiğim bir hayattan dolayı oldu. Kendi alanımı daralttım. Ama böyle şeylere karşı değilim. Ben hiçbir şey yapamazsam bile danışmanlık yapabilirim. Emek vererek ulaştığım bir düşünce var. Bu şartlara ulaşmak benim için hiç kolay olmadı. Bunun bedelini ödedim. Hala da ödüyorum.
Son yıllarda edebi türde eserler verdiniz.
Evet. Delilik Ülkesinden Notlar** daha çok deneme tarzında ama buna hikâye de diyebilirsiniz. Roman uzun bir süreçtir. Şimdilik bunları yapmayı tercih ediyorum. Şimdi sinemada çok acı olan bir şey var: Sermaye. Yani para olmadan bir iş yapılmıyor. Para olmadan, senaryo ısmarlanmadan, film çekimi söz konusu olmadan senaryo yazmanın bir anlamı yok. Ama film senaryosu yazamıyorsanız siz onları hikâye olarak, roman olarak, deneme olarak yazabilirsiniz. Ben de bunu yapıyorum.
Muhsin Ertuğrul ile başlayan ve bugüne kadar süre gelen Türk sinemasının geleneksel yapısı üzerine neler söylemek istersiniz?
Türk sinemasının orijinal bir olgu ortaya koyabilmesi için kendi medeniyetiyle güçlü bir bağ ortaya koyması gerekmektedir. Ama Türk sineması ve Türk toplumunda geleneklerine bağlılık noktaları çok zayıf duruyor. Bu konuda bir sürü tabu var. Yani doğru bir bağ kurmanın bir sürü resmi ideolojinin koyduğu engeller var. Bizim geleneğimizle barışmamız gerek. Geçmişle barışmak demek; geçmişe dönmek demek, yeniden geçmişi aramak değil. Tam tersine geçmişin birikimlerini bugüne taşımak ve ileriye gidebilmemiz için böyle bir şey yapmamız lazım.
Ayşe Hanım, zaman ayırıp kıymetli düşüncelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
* Yeşilçam Günlüğü, Ayşe Şasa, 1. Baskı Dergah Yay., Geliştirilmiş 2. Baskı Gelenek Yay. 2003, 104 sy.
** Delilik Ülkesinden Notlar, Ayşe Şasa, Timaş Yayınları, 176 sy.Bu röportaj, 2 Mart 2006 yılında Ayşe Şasa’nın, İstanbul Gayrettepe’de bulunan evinde yapılmıştır.