Bir röportaj okuyacaksınız. Hayatımın en anlamlı ve en zor röportajlarından birisini… Bunun nedenlerini anlatmam çok zor. O kadar zor ki, zorluğun katsayısını anlatacak cümlelerim de yok. Sadece o an’ı anlatan ruh ağırlığımla birkaç kırık dökük cümleler yazabilirim. Başlayayım o ağırlığı anlatmaya… Yedi yaşında bir kız çocuğu kâğıda şunları yazıyor: “Ben yalnız bir çocuğum, bunu bulan lütfen beni arasın.” Notu şişenin içine koyduktan sonra denize atıyor. Henüz yedi yaşında. Yedi diyorum bak. Yedi yaşında…
Gayrettepe’de, İstanbul’a yükseklerden bakan bir dairedeyim. Salonda Ayşe Şasa’yı bekliyordum. O sakinlikte müthiş bir huzur vardı. Aynı zamanda adını bir türlü koyamadığım bir hüzün. Huzur ve hüzün o salonda duran ikiz kardeş gibiydiler. Sonbahardı, rüzgâr esiyordu. Röportaj sorularım, aklımdan uçup gitmişti.
Uzun, çok uzun boylu, zarafet abidesi kadın salona geldiğinde ayağa kalktım. “Lütfen rahatsız olmayın” deyişindeki sıcaklığı ve dinginliği hala unutamıyorum. Röportaja başlayınca hipnoz olmuş gibiydim. Çileli bir hayattan, derin ve ulvi bir bilgeliğe doğru yaptığı yolculuğu o kadar berrak anlatıyordu ki Ayşe Şasa insanın nutkunun tutulmamasının imkânı yoktu. Bir evde değil de sanki Kaf Dağı’ndaydım.
Yazdığı ve şişenin içine koyup denize attığı notu hatırlattığımda şunları söyledi: “O günlerde yaşamımın çok çileli geçeceğini biliyordum.” Bir röportaj okuyacaksınız. Gayrettepe’den, İstanbul’a bakan bir evde yapılmış röportaj. Yapayalnız bir çocuğun büyürken yaşadığı çileyi anlatan bir röportaj…
Derin, yoğun ve ağır ‘mesele’lelerin içinde yorgun bir ömürdü yaşadığı. Hiç ama hiç azımsanmayacak kadar ağırdı yaşadıkları. O’nu anlamak için bu az şey değil.
Soru sordukça aldığım yanıtların ağırlığında ruhum parçalanıyordu. Soruları bırakıp cevaplarla baş başa kaldığımda infilak edecek gibiydim. Yaşadığı kalabalıklar içinde ağaçtan düşen bir yaprak gibiydi Ayşe Şasa.
Bir röportaj okuyacaksınız. Hayatını bir sanat eserine dönüştürmüş bir senarist/yazarla -yıllar önce- yaptığım bir röportajı okuyacaksınız.
Vefatını duyduğumda derin çok derin bir acı duydum. O acı hala duruyor. O, bu mahşerin içinde en aziz bir yalnızlığı yaşadı. Zihni, bir Türkiye Tarihi gibiydi… Vefatını duyduğumda kendi kendime şunları mırıldandım: Acıları, ağrıları, yalnızlığı ve hüznü dindi…
Yedi yaşında bir kız çocuğu kâğıda şunları yazıyor: “Ben yalnız bir çocuğum, bunu bulan lütfen beni arasın.” Notu şişenin içine koyduktan sonra denize atıyor. Henüz yedi yaşında.
1941 yılında İstanbul’da doğmuşsunuz. 1960 yılında Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden mezunsunuz. Nasıl bir çevre içindeydiniz? O yıllarda neler okurdunuz? Neleri izlerdiniz?
Daha ziyade kolej çevresindeydim. Arnavutköy Kız Koleji çok iyi bir liseydi. Felsefe dersleri vardı. Felsefeye merakım oldukça fazlaydı. Felsefe kitapları okuyordum. Ama o kitaplar aklımı karıştırıyordu. Bu arada, Kafka gibi, Beckett, Ionesco, James Joyce gibi yazarları okurdum. Sait Faik okurdum. Çok severdim bu metinleri. Ama şöyle de bir durum vardı. Türk kültürüyle benim bağlantım zayıftı, çok zayıftı. Çünkü kolejde Amerikan, İngiliz Anglosakson kültürüyle yetiştim. Kendi toplumumuza ait, kendi edebiyatımızın geçmişine, medeniyet tarihine ait eğitim hiçbir şekilde verilmedi. Verildiyse de çok az maruf derslerinde verilmiştir. Çok kötü saman kâğıtlarına basılı tasavvuf bilgisi mesela, basmakalıp bir şekilde veriliyordu. Hiçbir şeyi anlamadan geçiyorduk. Hâlbuki anlasak belki her şeye daha farklı bakabilirdik. Örneğin o dönem Türkiye’ye gelen Amerikan filmlerini farklı bir açıdan izleyebilirdik. Çok bunalımlı, sıkıntılı bir ilk gençlik dönemi yaşıyordum. Ve o dönemde tutunacak bir dal arıyordum. Kendime bir çıkış bulmaya çalışıyordum. Sanata merakım var fakat kafam çok karışık. Bütün bilgilerim Anglosakson, yani beslendiğim kaynaklar avangard. Kısacası, Anglosakson edebiyatı… İngiliz klasikleri, Amerikan klasikleri okumuşuz fakat Türk klasikleriyle ilgili çok az bilgi almışız.
Sinemayla olan bağınız ne dereceydi?
Sinemada da, Amerikan filmleri dışında bir şeyler olmadığı için biriken bir sürü soruya yanıt bulamıyordum. Cevat Çapan, akademide dersler veriyordu. Cevat’ın evine gidip sorular soruyordum. Bana sinema dergileri, sinema kitapları veriyordu. Sinemanın sanat olduğunu bana Cevat anlattı. Çünkü ben o Amerikan filmlerine de ilgi duymuyordum. Sonra bir merak başladı bende. Kitaplar, dergiler, Sight&Sound dergisi vs. vs. Sinemacı olurum gibi bir hevese kapılıyordum. O dönemde, okulu bitirme yolundayım. Orada bir oyun yazdım. Avangard bir oyun böyle naif bir şey. O oyun ilgi çekti, çok acayip bir şekilde ilgi çekti. Okul dışından insanları cezbetti filan, profesyonelleri.
Oyun okulda mı sergilendi?
Evet. Cevat [Çapan] bir yazı yazdı Pazar Postası’nda, işte böyle bir halka oluştu etrafımda, bana övgü yağdıran bir halka oluştu. Ama bu beni ürküttü, çok ürküttü.
Neden?
Çünkü her zaman ifade ettiğim gibi ben çok eksik olduğumu, cahil olduğumu biliyordum. Yani bu kadar övgü fazlaydı. Kabiliyetimin olduğunun farkındaydım. Bu övgüler yazdığım metnin herhalde ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu. Ama çok basit ve eksikti. Çok cahildim eksiktim birçok konuda. Sonra Kemal Tahir’le tanıştırdılar beni. Kemal Tahir’e dediler ki, oyun yazıyor bu kız falan, o da bana -ne yazdığımı sormadan- “Maskaralık yaptığın sürece seni ciddiye alırlar, seni başlarının üstünde taşırlar. Ciddi bir şey yaparsan kimse yüzüne bakmaz, ona göre yolunu seç,” dedi. Bu işe böyle girmelisin. Müthiş bir sarsıntı yaşadım. Bu cümle bende yerini buldu. Böylelikle, Kemal Tahir’i dinlemeye başladım. Konuşmalarında hiç o güne kadar bilmediğim şeylerden bahsediyordu: Türk edebiyatından, Osmanlı tarihinden, Türk geleneklerinden… Bütün bunlar bilmediğim şeylerdi. Bir de yine Kemal Tahir beni o kadar etkiledi ki o zamanki çocuk kafamla dedim ki, “Bana yazar olacaksın diyorlar bütün insanlar. Yazarlık yap, tiyatro yaz, roman yaz. Böyle bir insan bilir kendini, birikimiyle, hayat tecrübesiyle orijinalitesiyle. Ben nasıl yazar olurum yani dedim… Bu kafayla gidersem hiçbir şey yapamam dedim.” Sonra yeterince olgunluğumun olmadığının farkına vardım. “Bu halimle ne sinemayı, ne senaristliği, ne tiyatroyu ne de roman yazmayı bu yaşta düşünemem” dedim.
Buna kendiniz mi karar verdiniz? Yoksa bu kararınızda başka etkenler var mıydı?
Kendim karar verdim. Bunu da vermemin bir sebebi ailemle çok uç sorunlarım vardı. Çocukluktan gelen çatışmalarım vardı. Varlıklı bir aile olduğu halde babam beni tazyik ederdi harçlık konusunda. Para kazanmalıydım. Kendime göre ekonomik tedbirler alabilmek istiyordum. Bunu çok düşündüm. O sırada Halit Refiğ, sinema meraklısı olduğumu duyunca Yasak Aşk [1961] diye bir senaryonun diyalog yazımı için bir şans tanıdı. Diyalog yazdım, beğenmediler ama bayağı iyi bir para verdiler. Bu beni çok etkiledi. Yani bu işte bir para da var, profesyonel bir iş, müthiş bir çözüm gibi geldi.
Sinemacı olmaya karar veriyorsunuz…
Evet, sinemacı olmaya karar verdim. Fakat o dönemde sinema okulları dünyada yeni kuruluyordu. Berlin’de bir sinema okulu vardı. Oraya gideyim dedim fakat o sırada yurt dışından gelen ünlü bir kameraman, İstanbul’da bir film çekmek istiyordu. Tanıştık. Benim film çekmek, dışarıda sinema okumak istediğimi duyunca bana dedi ki, “sinema okulları zengin çocukları için büyük bir tuzaktır”. “Sen” dedi “bu mesleği hafife al, imreniyorum sizin ülkenizdeki şartlara, taşı toprağı yıka yıka işin pratiğine girersin, en iyi şekilde öğrenirsin.”
O dönemde, Halil diye bir hocam vardı. Çok bilgili, her şeye karşı ilgili bilge bir insandı. Dedi ki, “Türkiye’de her alan nasılsa, dünyada da öyle. Üniversiteye gitme sakın sen kabiliyetli bir çocuksun, bir altın bilezik edin kendine”. Bütün bunlar beni ikna etmedi. Atlayıp gittim Londra’ya. Londra’da böyle ufacık bir yer, okuyacağım okul bir arka sokaktaydı. Londra’ya da içim ısınmadı, kalktım geldim. Gene o dönemde sinema düşünürken, Atilla Tokatlı, Denize İnen Sokak [1960] diye bir film yapmıştı ve çok dedikodulara sebep olmuştu.
Neden?
Bir kısım insanlar onun bir dahi olduğunu, bir kısmıysa bir şarlatan olduğunu iddia ediyordu. Denize İnen Sokak o yıllar için avangard bir filmdi. Türk sineması için hiç alışılmamış bir filmdi. O dönemde onun yaşadığı drama bir sempati duydum, bilahare Atilla ile kısa bir evliliğimiz oldu bir yıllık filan.
Yanılmıyorsam o yıllarda Vedat Türkali’ye asistanlık yaptığınız bir dönem var.
O dönemde ailemle çatışmalarım daha da büyüdüğü için ailem beni evden attı. Hayatımı kazanmamı yani bana bir ders vermek için, “git bakalım hayatını kazan nasıl oluyormuş” dediler. Çeşitli işler yapmaya çalıştım. Fakat sonunda bir şans çıktı önüme; Vedat Türkali, asistanlık teklif etti.
Biraz o çalışmalarınızdan bahsedelim istiyorum.
Çok sevindim tabii. Yani yapmak istediğim sinemayla ilgili, hem bir zanaat öğreneceğim hem de harçlığımı kazanacağım. Canı gönülden o işe dört elle sarıldım. Vedat Türkali’nin yanında iki-üç yıl çalıştım. Şöyle bir şey yapılıyordu; yönetmen, senarist ve başka kişiler toplanıp senaryo çalışıyorlardı. Bir de sansür senaryosu diye enteresan bir şey vardı o dönem. Yani yapılacak filmin kısa bir özeti senaryo olarak, kaleme alınır sansür kuruluna gönderilir, sansür belgesi alınırdı. Daha sonra o film yapılırdı. Yine o sahneler uygun bir şekilde çekilirdi. Böyle bir çeşit danışıklı dövüş. O sansür kuruluna gidecek senaryoları ben yazardım. Bu çalışmalara katılarak zanaatı öğrenmeye başladım.
Kemal Tahir, “Maskaralık yaptığın sürece seni baş tacı ederler” dedikten sonra, onunla olan diyaloğunuz nasıldı?
Kemal Tahir çok etkiledi beni. Bir çeşit manevi babam gibiydi. Kendime böyle bir rehber seçtim, manevi annemse Kemal Tahir’in eşiydi. Haftada bir kere evlerine giderdim. Kemal Tahir’in sohbetlerini dinlerdim. Gece yatısına kalırdım. Bu durum, Kemal Tahir’in vefatına kadar -aşağı yukarı on üç yıl- sürdü. Çok yoğun bir etkileşim oldu. Kemal Tahir sinemacılara çok büyük ilgi duyuyordu, sinemaya da. Geçim ve kazanç için yazdığı senaryoları çok fazla önemsemezdi. Çok fazla da senaryo yazmadı, fakat sinemacılarla çok iyi ilişkileri vardı. Kemal Tahir, her defasında Türk sineması üzerine bir takım çalışmalar yapılması gerektiğini söylüyordu. Bu işlerin araştırılmasını düşünülmesini çok önemsiyordu. Bu konulara çok kafa yoruyordu.
Kemal Tahir, sizin okumalarınıza yön veriyor muydu?
Tabii ki yön veriyordu. Şöyle ki ben bütün Anglosakson alanda yazılmış edebiyatı biliyordum. Ama ağır bir geçim sıkıntısı vardı hayatımın o döneminde. Bir de ağır bir sinir zafiyeti de var daha o yaşlarımda. Daha sonra ileride patlak verecek aynı hastalıklar. Ama bir yandan senaryo yazmaya devam ediyordum. Bu arada en çok yapmaya çalıştığım şey Kemal Tahir’in konularını yakalayabilmek için bir miktar tarih kitabı, bir miktar sanat tarihi, böyle karmakarışık Türk medeniyeti üzerine, Türk kültürü üzerine derinleşebilmek için bir takım şeyler okumaya çalışıyordum. Tabii şimdi dönüp geriye baktığım zaman o yıllarda büyük bir dram yaşıyordum. Çünkü kendi inancıma göre bu dram çok sene sonra yine benim tarafımdan aşıldı.
Bahsettiğiniz dramın sebebini konuşmak ister misiniz?
Tabii. Dramın sebebi şu; Kemal Tahir çok iyi niyetli bir düşünür, çok bilgili bir insandı. Fakat çıkış yolu itibariyle Marksist ideolojiden çıktığı için ve seküler, dünyevi bir metodolojiyle yaklaştığı için her çeşit metafizik onun hayatında bir tür tabuydu. Kemal Tahir yaptığı çalışmalarda; Osmanlı medeniyetiyle, İslam kültürünü ve İslamiyet’in konumlanışını, belirleyici yanını bir hayli ıskalamış oluyordu. Yani bir türlü Osmanlıyı arıyor, kurumlarında, kişilerinde, olaylarında bir takım özellikler arıyor. Ama asıl temel, asıl büyük temel İslam medeniyeti, İslam unsuruyla ilgili bir bağlantı kuramaması. Bir türlü kuramıyordu. Kuramadığı için bütün bu şeyler çok lirik kalıyor ve karışıklıklar, çelişkiler çıkıyordu ortaya. İşte yine o dönemde, kafaları karıştırıyordu. Kafalar çok karışıktı. Zaten Kemal Tahir’in yakın dönemde yazdıklarına bakanlar sürekli bir boğuşma, bir çırpınma ve bir değişim içinde olduğunu, bir iki şeyin peşinde koştuğunu görüyorlar. Üç gün önce siyah dediğine, beş gün sonra beyaz diyor. Tabii bu durum ‘bir zemin kayması’na yol açıyor.
Bunları konuşur muydunuz?
Daha çok pasif bir şekilde dinliyordum. O dönemde benim haddim değil bu işler. Kendisi yetkin bir şekilde bu işlerin üzerinde çabalıyordu. Etrafında yani ona bu konuda ayak uyduracak tartışma yapacak seviyede insan neredeyse yoktu. Metin Erksan, Halit Refiğ filan daha iddialı bir şekilde söze giriyorlardı ama onun asıl yapmak istediği şeyle bağlantı kuramıyorlardı bence, yani haddim olmayarak söylüyorum bunu.
Anlattıklarınız, Kemal Tahir’in senaryosunu yazdığı Halit Refiğ’in yönettiği, Haremde Dört Kadın[1965] filmi dönemine denk düşüyor değil mi?
Evet. Halit [Refiğ] bir miktar ulusal sinema konusunda Kemal Tahir’in söylediklerinden yararlandı. O çalışma, o zaman hepimizi çok etkiledi. Ulusal sinema konusundan bahsediyorum.
Anlıyorum…
Haremde Dört Kadın teorik bir arayışın sonucunda ortaya çıkmış filmdi. Bugünkü bakış açımdan o dönem benim için bir başlangıç. Bence o başlangıç, az önce söylediğim sebepten ötürü çok seküler kaldı, yani çok dünyevi. Türk sinemasını belirleyen, çok uzaktan ve çok dolaylı da olsa İslam ve İslam medeniyetine olan bağlantısına bakılamadı. Bunun tabii biz ismini koyamadık o dönem. Koyamayınca, mesela efsanelerin ondan sonra masalların, menkıbe, bilhassa menakıpname denilen şeylerin dahası bu unsurların Türk sineması üzerindeki iletişimi yani Türk kültürüyle de kurduğu ve kurabileceği bağlantıları çok iyi anlayamadık. Tabii bütün bunları anlayabilmek için, benim daha çok çırpınmam ve arayış içinde olmam gerekiyordu ve ancak 50 yaşında, 52 yaşında bütün bu konuları tekrar ele aldım. Yeşilçam Günlüğü* kitabımda bütün bunları anlattım. Tabii ki bambaşka bir açıdan…
Bu kadar büyük tartışmaların içinde bulunurken sinema üzerine teorik yazılar yazıyor muydunuz?
Hayır, hiçbir şekilde… Yazma konusuna gelince orada dehşet bir korkuya kapıldım. Sinema dışında bir şey yapmaya çalışmadım hiçbir şekilde. Hep düşünmeye çalıştım ama en çok sinema ve senaryo üzerine. Söylemeye çalıştığım kuramsal bir yapıydı. Yani Türk sinemasının geleneği nedir? Türk sineması kendi geleneğiyle nasıl bağlantı kuruyor? Türk halkıyla nasıl derinleşebilir? Gibi gibi… Hep bu tür sorular vardı bende. Ama bunların hiçbirini o dönemde cevaplayabildiğimi söyleyemeyeceğim.
Vedat Türkali’yle çalışmaya başladınız…
Evet, oraya dönelim. Vedat Bey’le iki-üç yıl çalıştıktan sonra kendimi senaryo yazmaya daha yakın hissediyordum. O dönem, Atıf Yılmaz’la bir evliliğim vardı. Hem asistanlık yapıyordum hem de bir sürü senaryolarında çalışıyordum. Böylelikle kendi senaryolarımı yazmaya başladım. Fakat burada büyük eksikliklerimi hissetmeye devam ettim.
Senarist olmaya karar vermişsiniz…
Zaten kararlıydım. Bu işi yapabilecek bir duruma gelmiştim. Yani yazabilecek bir duruma geldim. Senaryolar yazdım, her bir senaryo benim için bir denemeydi, deneydi. Fakat sözünü ettiğim o büyük akıl karışıklığı aşağı yukarı dokuz, on yıl devam etti. Sürekli bir senaryodan diğer bir senaryoya geçiş yaptım. Hiçbir şekilde kendi yeterliliğimle ilgili olarak tatmin olmadım. Kendimi büyük bir boşlukta hissediyordum.
DEVAM EDECEK…