Türkiye’nin Oscar yarışına soktuğu Ayla 60 yıllık dokunaklı ve gerçek bir hikâye anlatıyor. Kore Savaşı sırasında Türk Ordusu’ndan bir astsubay ile Koreli bir kız çocuğunun kurduğu ilişkiyi konu eden yapım büyük bütçeli bir dönem filmi.
Ayla savaş filmi yapısını Hollywood kurallarına sadık kalarak kuruyor. Günlük hayatı yaşarken mutlu mesut resmedilen karakterler birbirinden tatlı mizansenler içinde seyirciye sevdirildikten sonra bir kısmı savaşa gönderiliyor, bir kısmı da yol gözlüyor. Cephede kahramanlık ve örnek davranış sembolüne dönüşen karakterler için asil bir şekilde endişelenirken soğuk kanlılığı korumak geride kalanlara düşüyor. Bir iki gişeye oynamış, popüler Hollywood savaş filmi gördüyseniz Ayla’da ne izleyeceğinizi tahmin edebilir ve “bunun bir yerli yapım olduğunu unutmamak lazım” cümlesini de kurarsak kafanızda filmin tamamını izlemeden oynatabilirsiniz.
Maraşlı Astsubay Süleyman Dilbirliği’nin yaşamını konu eden Ayla’nın gerçekten de anlatmaya değer bir öyküsü var. İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili söylenmedik, perdeye aktarılmadık irili ufaklı hikâye bırakmayan Hollywood’un Dilbirliği’ninkine benzer bir öyküyü ağzından sular akıtarak filme çekeceğini tahmin etmek zor değil. Yerli sinemacılarımız da büyük bütçeyle yola çıkıp hikâyenin gerekliliklerini yerine getirebilen bir iş çıkarmakta en azından prodüksiyon anlamında başarılı olmuş, tebrikler. Oyuncular, kostümler, müzik (müzik kullanımı değil, müzik), set tasarımları gibi öğeler hep yerli film ortalamasının üzerinde. Ne var ki bir sinema filminin bel kemiği sayılabilecek yönetmenlik-senaryo-kurgu üçlüsü feci şekilde başarısız.
Ayla’nın ilk problemi anlatacağı hikâyeyi konsantre bir hale sokamamış olması. 60 yıllık süreci konu eden senaryo neyi atlaması neye daha fazla ekran süresi vermesi gerektiği konusunda çuvallamış. Filmin ilk yarım saati başka bir filmin geniş özeti gibi. Kore Savaşı döneminden kalma gibi görünen perdenin kararması aracılığıyla gerçekleşen sahne geçişlerinin de kösteğiyle ritmi bozuk, afallatan bir giriş izliyoruz. Bazı sahneler çok kısa tutulmuş, neredeyse oyuncunun lafı yarım kalıyor, bazı sahneler romantize edilmek için uzatılmış, diğerlerinden süre çalıyor derken ilk perde epey üzüyor. Askerlerin cepheye gidişiyle görüntü yönetmeninin başarısı belirginleşip yerli sinemada örneği az olan kalitede muharebe setleri görmemizle beraber film ritmini buluyır fakat ne yazık ki bu sefer de yönetmen doğru kareler yakalayamıyor ve oyuncularını ortada bırakıyor. Özellikle erkek ana karakterlerin saldırı altında koşturdukları çok kötü çekilmiş bir sahne var ki, insan “herhalde yönetmeni arıyorlar” diye düşünüyor.
Filmin yönetmenlik-senaryo problemleri bir iki ufak sorunla sınırlı değil, hemen her sahnede ya birinin ya diğerinin hataları göze çarpıyor. Dış sesin yaptığı bir alıntının sahibini yazmak mesela çok garip bir tercih. Ya da Maraşlı Süleyman karakterini şivesiz oynatmak, sürekli “kurban olurum, anam” gibi hitaplar söyletmek yörenin “gadasını aldığım” gibi ikonik hitapları olduğunu düşününce “derslerine çalışmamışlar” hissiyatı veriyor. Şiveli oynayan tek karakterin hem Trakya şivesi yapıyor oluşu hem de kekeme olması üzerinden mizah malzemesi edilmesiyse yine korkunç bir tercih. 1950 senesinde resmi kurumlarda “Geri dönüş almamız uzun sürebilir” gibi cümlelerle konuşulduğunu da hiç sanmıyorum. Dönem filmi yaparken bunun getirdiği zorlukları “yok sayarak” aşmışlar sanırım. Bu teknik hatalar dışında Türk askerinin Kore Savaşı’na neden gittiği, savaşın neden başladığı, komünist Türk subayın aklından geçenler ya da dönemin politik rüzgârı gibi konulara da kesinlikle girilmiyor. Tek amaç ağlatmak.
Sonuç olarak Ayla’nın problemleri saymakla bitmez ancak yine de Fahir Atakoğlu ve İsmail Hacıoğlu’nun hatırına ve kıymetli hikâyeyi öğrenebilmek için izlemenizi tavsiye ediyorum. Baştan sona ağlayarak izlemeniz olası, mendilleri hazır edin.