Türkiye’de sinema yazınını başlatan isimlerden; eleştirmen, gazeteci, yazar gibi ünvanların yanında o bir mimar! Türk Sineması’nın 100. Yılı nedeniyle bu seneki İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı Atilla Dorsay’la buluştuk ve edebiyattan Altın Portakal’daki tartışmalara oradan sınırları aşan sinemamızın başarılarına dek cevabını merak ettiğimiz ne kadar soru varsa bir çırpıda yönelttik…
Bu yıl 33. Kez yapılacak olan Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı’sınız. Tebrik ediyoruz. Bekliyor muydunuz bu ödülü?
Tüyap Onur Ödülü bütün yazarların gözünün üzerinde olduğu, hatta duyduğumuza göre kimi yazarlar arasında kıskançlıklara, bunalımlara sebep olan bir ödül. Dolayısıyla bu ödülün bana verilmesi beni çok mutlu etti. Tabii 50 kitap yazmış bir yazarın belki de böyle bir ödül beklemeye hakkı olabilir ama, gerçekten düşünmüyordum. Çünkü çok seçerek veriyorlar ödülü. Genellikle edebiyat ağırlıklı isimlere veriliyor ödül; hikaye, roman, şiir türünün şampiyonlarına yani. Bu yıl Türk Sinemasının 100. Yılı’nın kutlanması ödülün bana verilmesine en büyük etken oldu onu da biliyordum. Büyük sürpriz oldu. Öyle ki, sevgili dostum Doğan Hızlan bana telefonda bu haberi verdiğinde, bir nisan şakası sandım. Bu beni daha çok üretmeye teşvik eden bir olay olacak. Nitekim hemen festival için yeni 2 kitap hazırladık. Biri benim son 10 yıllık yabancı film eleştirilerimin toplamı. 530 eleştiri seçtik ve Hayatımızı Değiştiren Filmler 3 olarak çıkacak Tüyap’ta.
Atilla Dorsay, yazarımız Ercan Dalkılıç’la birlikte.
Sinemamız bu yıl 100. Yaşını kutluyor. Fakat Burçak Evren’in görüşüne göre; sinemamızın ilk filmi “Ayestefanos’taki Rus abidesinin Yıkılışı” değil, Manaki Kardeşler’in 1905’te çektiği “Yün Eğiren Kadınlar”. Bu görüşe katılıyor musunuz? Sizce Türk Sineması nerede başlıyor?
Burçak Evren, keşke bunu zamanında belirtseydi. Bunun zamanı da 20. Yüzyıla girdiğimiz yıllardı. Çünkü Manaki’ler ilk filmlerini 1900’lü yıllarda yaptılar. O yıllarda böyle bir tartışma olsaydı, herkes tedbirini alırdı. Şimdi aradan yıllar geçmiş ve biz Nijat Özön’ün klasik olmuş o sıralamasına uyarak 100. Yılı kutlamaya hazırlanıyoruz. Evren birdenbire böyle bir idda atıyor ortaya. Ortaya koyduğu şeylerde doğru yanlar var; Manaki Kardeşler’in sinemaya katkıları önemlidir. Bütün bir Osmanlı Dönemi Sineması’nı da tümüyle yabana atmamak lazım. Zaten Osmanlı Dönemi’nde başladı sinemamız, 1914’te. Daha da geriye götürebilirdi belki ama dediğim gibi çok geç kalmış ve zamanlaması maalesef yanlış bir iddia bu.
Sinemamızın 100. Yılı’nda Türkiye’nin en saygın ve köklü festivali Altın Portakal’da yaşanan sansür vakası ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Yaşanan sansür olayını çok önemsemedim. Bir kere teknolojinin geldiği şu noktada ciddi anlamda bir sansür uygulamak, ki sinema üzerinde olanaksız. Teknoloji öyle yaygın ki, her filmin her ortamda izlenebilmesi olanağı var. Filmler dolaşan, evlerimize giren nesleler haline geldi. Eskisi gibi yalnız sinema salonunda veyahut da sınırlı sayıda TV kanalında değil, yüzlerce TV kanalında film seyretme olanağı var. Filmleri DVD’de izleme ve tam özgürlükle seyretme imkanı var. Teknoloji üzerinde tam bir kontrol, denetim, sansür uygulanması da olanıklı değil. Twitter’da, Facebook’ta sansür uygulanmaya çalışılıyor, sonuç ortada. Dünyanın hiçir yerinde başarılamıyor. Dolayısıyla eskisi gibi görkemli bir sansür olması mümkün değil. Sansür de, sadece bir belgeselin bir satırı için yapıldı. Buna rağmen protestoya katılıyorum. Çünkü sansürün küçüğü, büyüğü olmaz. Küçük bir sansür olayı için hoşgörü gösterirsiniz, yarın bir bakmışsınız daha da büyümüş. Bu çok önemli bir sansür değildi. Gerekli tepkiyi gördü. Hatta özür de dilendi, festivallerin yönetici kurulları tarafından. Çok büyütme taraftarı değilim. Bizler sansürü gerçekten yaşadık: Ben 1977 yılında, aralarında Türkan Şoray, Cüneyt Arkın, Fatma Girik, dünya kadar yönetmen ve sinemacının da bulunduğu grupla birlikte o dönemin Milliyetçi Cephe koalisyonunun inanılmaz sansürünü protesto etmek için İstanbul’dan Ankara’ya yürüdüğümüzü hatırlarım. İşte oydu sansür. Ya da yasaklanan filmlerin çokluğu yüzünden, 1979 yılında hem de bu sefer Ecevit iktidarı zamanında Antalya Film Festivali’nin yapılamadığını da hatırlıyoruz. Onlara kıyasla bugünkü sansürü çok büyütmek doğru değil.
Sinemızda önceki yıllara nazaran üretim gözle görülür bir şekilde arttı. Her yıl 100’den fazla film çekiliyor. Nitelik olarak da pek itibar edemeyeceğimiz filmler bunların birçoğu. Buna mukabil gişede aslan payını 3-5 film paylaşıyor. Nicelik ve nitelik arasında ciddi bir uçurum farkı var. Sizce sinemamız nereye gidiyor?
Türk Sineması, kendi ülkesinde gişe rakamlarının %50’sinden fazlasını ulusal sinemanın ele geçirdiği aşağı yukarı tek ülke. Fransa gibi, çok önemli bir sineması olan ve sinemasıyla da çok gurur duyan bir ülkede bile yabancı filmler (Amerikan ağırlıklı) %50’nin üzerinde hasılat getiriyor. Bizde %60 civarında şu anda Türk fimlerinin hasılat oranı, bu çok önemli. İki faktör var; Türk halkı kendi ulusal kimliğini merak etme ve araştırma dönemine girdi. Genel anlamda tarihe olan ilgimiz, ki son 10 yılın eseridir kabaca, bunun bir göstergesi. Eskiden kimse tarih okumazdı, bilmezdi ve kimse tarihle ilgilenmezdi. Dolayısıyla kendi kültürümüze ve sinemamıza yeniden ilgi duymaya başladık. Neredeyse Yeşilçam dönemindeki kadar. Üstelik Yeşilçam Dönemi’nden daha kaliteli işler yapılıyor. Kimse alınmasın ama bugünkü sinema daha düzeyli. Gişe filmleri dediğimiz filmlerde bile ciddi bir kalite yükselmesi var. Yılmaz Erdoğan’ın, Ata Demirer’in ve Cem Yılmaz’ın katıldığı/oynadığı filmler aslıdna düzeyli komedi örnekleri, kabul etmek lazım. Yılmaz Erdoğan’ın Kelebeğin Rüyası son derece, ciddi bir yaratıcı sinema örneğiydi. Buna mukabil bir yaratıcı yönetmenler kuşağı var: Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim gibi isimler gayet yaratıcı işler yapıyorlar. Onlar popüler filmlerin rakamlarına yaklaşamıyorlar, ama ciddiye alınması gereken bir ilgi toplayabiliyorlar. Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi, ki bence tam bir başyapıt, Kış Uykusu gişede yarım milyona yakın seyirci gördü. O zor, 3 saat 20 dakikalık diyaloglara dayalı filmi insanlara para vererek izledi. Bu bile önemli bir gösterge.
Yılmaz Güney’in 1982’de “Yol” filmiyle kazandığı Altın Palmiye’yi, Nuri Bilge Ceylan “Kış Uykusu”yla ikinci kez ülkemize getirdi. Sizce devamı gelir mi, öncekinde olduğu gibi daha uzun yıllar bekler miyiz?
Her dakika dışarıdan ödül haberleri geliyor. Uzun yıllar beklemeyiz bence. Hemen Altın Ayı ya da Altın Palmiye gelmeyebilir ama dünyada bir sürü festival var, hepsi de kendine göre önem taşıyor. Oralardan bize daha çok ödül çıkacak.
Son dönemde edebiyattan beslenmeye başladı yeniden sinemacılarımız. Bu gelişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Klasik Yeşilçam döneminde edebiyatçıların kendileri sinemayla ilgilenmediler. Çünkü aydınlar da ilgilenmiyordu sinemayla. Uyarlamalar da zaman zaman çok kötü oldu. Mesela Orhan Kemal’den doğru düzgün uyarlama yapılamadı. Her şeye rağmen; Bereketli Topraklar Üzerinde bir başyapıttır. Ama onun dışında Sokaklardan Bir Kız veya şimdi adını hatırlamadığım bir takım son derece kötü uyarlamalar var. Yaşar Kemal’den tek bir dört başı mamur uyarlama yapılamadı. Çok büyük yazardır ve büyük yazarları sinemalaştırmak zordur. Marquez’den de yapılamadı nitekim. Aydınlar doğrudan doğruya sinemaya kendi eserlerinin uyarlamasını yahut senaryo yazmaya kapılırlar. Ayrıca zor romanlar filme uyarlama yaptık. Biraz geçmişe gidersek Anayurt Oteli gibi başyapıtı bir romanın, neredeyse romandan da başarılı olan uyarlaması az başarı değildir. Cumalı’nın Susuz Yaz‘ı da, kısa romanı, uzun hikayeyi aşan bir başarıya ulaşmıştır. Bunlar çok iyi örnekler. Günümüzde yazar-yönetmenler ortaya çıktı. Nuri Bilge Ceylan bütün filmlerini yazdı, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz… kendi filmlerini yazıyorlar da aynı zamanda. Zor romanlara, çağdaş romanlara el atılıyor. İyi uyarlamalar yapıldı ve yapılacak. Ben çok umutluyum bu konuda.
Emek Sineması’nın yıkılışına karşı duruşunuz sonrası size karşı bazı tepkiler geliştiğini biliyoruz. Sinema camiası üzerine düşen görevi hakkıyla yerine getirdi mi bu süreçte sizce?
Ben bu konuda çok ön planda oldum. Çok yazı yazdım. Zaten bunları kitap haline (Emek Yoksa Ben de Yokum) de getirdim.Yaptıklarımla gurur duyuyorum. Sinema dünyası yeterince katılmadı. Buna karşın yeni kuşaklar, genç kuşaklar inanılmaz, benim beklemediğim bir şekilde protestoya katıldılar. Hatta bu protestoyu bizzat kendileri oluşturdular. Ben de birkaç yürüyüşe katıldım, başlarını gençler çekiyordu. Emek dönemini tam yaşamamış, böyle kültürel bir nedenle yürüyeceklerini tahmin etmediğim geniş bir kitle Emek protestosuna katıldı. Ama ne yazık ki Emek’i kurtaramadık. Ben de malum kamuoyuna verdiğim söz gereği (yazılı) gazeteciliği bıraktım. Başka mecralarda devam ediyorum. Ama ne oldu: Benim kişisel kanaatim ve sanıyorum ki herkes tarafından paylaşılıyor. Emek protestosu, Gezi eylemlerinin provasını oluşturdu adeta. Aralarında en fazla 2 aylık bir fark var. Emek’in yıkılmaya başlaması Nisan başıydı, Gezi olayları da Mayıs sonunda başladı. Dolayısıyla aralarında 2 ay bile olmayan bir sürecin sonunda Gezi olayları başladığı zaman yine aynı mantık çerçevesinde, yani yine organize olmayan, politik ve ideolojik bir temelli değil, Emek’te kültürel, Gezi olaylarında ekolojik korumacılığa, doğayı korumaya yönelik nedenlerle yine sayısız genç insan bir araya geldi. Polise, otoriteye karşı, merkezi hükümetin ve onun maşası olan yerel yönetimin keyfi uygulamalarına karşı direndi. Gezi olayları sonunda o güzelim park kurtuldu! Bu benim hayatımın en büyük sevinçlerinden biridir. Ve benim açımdan Gezi olayları Türk demokrasi tarihinin kilometre taşıdır. Aynı sonuç alınabilseydi Emek’i de kurtarabilirdik, Emek’in talihsizliği ilk prova, ilk deneyim olması oldu. Gerekli taviz verilmedi, alınamadı. Şimdi hükümet o kadar katılaştı ki, Validebağ konusunda da, ki Gezi olaylarına çok benziyor, yalnız bir farkı var Gezi olaylarında gençler vardı, Validebağ olaylarında bakıyorsun kimilerinin yaşı 80’e varan farklı bir kitle geliyor, orada da doğayı korumaya çalışıyor. Bence Validebağ olaylarında da geziye benzer bir sonuç alınacak. O kalabalık, kitle o kadar cesur, kararlı ve gözüpek ki, otorite Validebağ’ına dokunamayacak.
Bütün dünyada sponsor ve sinema ilişkisi artık zorunlu bir hal aldı neredeyse. Fakat bizim ülkemizde sponsorlar sanki daha vandal; sinema sanatını ezip geçiyorlar adeta. Çoğu zaman ürün filme mi yerleştirilmiş, film mi ürüne yerleştirilmiş, ayırt edememeye başladık…
Ürün yerleştirme yöntemlerinin daha sofistike olması lazım. Kör kör parmağım gözüne tarzında olması kabul edilemez. Bunu zamanla herkes öğrenecek. Seyirci de aptal değil, protestolar geliyor.
Sinema yazarları yazacak bir mecra bulmakta zorlanıyor, buldukları mecralarda da tutunmakta güçlük çekiyorlar. Birçok sinema yazarı işsiz, hayatını idame ettirmek için ek işler yapmak zorunda. Sinema yazarlığının içine düştüğü bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce ne yapmalı?
Sinema yazarları bir durumun içine düşmüş değil. Durum hep öyleydi. Tam tersine belli ölçüde çıktı. Çünkü en azından kendi varlığını, kendi konumunu topluma kabul ettirdi. Sinema yazarlığı eskiden yoktu. Şimdi hiç olmazsa böyle bir mesleğin olduğu biliniyor. O kadar da marjinal değiliz. Dediğin şu açıdan doğru; bu gerçekten insana hayatını kazandırmaya yetecek bir meslek değil. Hep yan işler yapma gereği var. Yine de bu kuşak çok dirençli çıktı. Bir sürü genç insan, çok yetenekli, çok zeki insanlar, başka işler yapsalar eminim gayet iyi paralar kazanacaklardı ama, ille de ve inatla sinema yazarlığı yapmayı sürdürüyorlar. Onların sayesinde zaten derneğimiz 100 kişiye ulaştı ve belli bir güç odağı oluşturdu. Ama tabii bu yeterli değil. Bütün dünyada sinema yazarlığı belli ölçüde yara aldı, onu da söyleyeyim. Eleştiri kavramı gelişti ama promosyonla, tanıtımla çok karıştı. İnsanlar film tanıtımlarını sinema eleştirisi diye okuyor. Yine de ülkemizde sinema yazarlığı biraz kurumsallaştı sanıyorum. Bunda benim bir hayli katkı payım var. Bu işi kurumsallaştırmayı baştan beri amaçlamıştım. Ama aynı biçimde bu işi gündelik basında başlatan Tuncan Okan, kitaplarıyla büyük bir temel sağlayan Agah Özgüç, daha sonra gündelik basında olsun, dergilerde olsun yazan sayısız değerli kalem, çok iyi işler yaptılar. Her şeye rağmen belli bir noktaya gelindi.
Altın Portakal’daki sansür vakası sonrası, sizin kurduğunuz ve aynı zamanda Onursal Başkanı olduğunuz SİYAD’da bazı tartışmalar, görüş ayrılıkları yaşandı. 75 civarı üye katılmama kararı kararı olmasına rağmen festivalde SİYAD ödülü verilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
SİYAD bundan çok yara almadı. Sadece Alin Taşçıyan’ın istifasıyla sonuçlandı süreç. Alin Taçıyan’la birkaç kere telefonla konuştum. İstifa etmekten vazgeçirmeye çalıştım. Haklı olarak istemedi, çünkü SİYAD’ın önemli bir kesiminden sansüre karşı yeterli derecede karşı çıkmadığı için büyük bir tepki almıştı. Alin inatçı biridir, kendi düşünceleri, ilkeleri vardır. İstediğin kadar tartış, onlardan bir milim taviz vermez. Oysa biraz taviz verebilseydi, ortalığı biraz yumuşatsaydı başkanlıkta kalabilirdi. Çok sevdiğimiz bir insan, ayrıca çok başarılı bir sinema yazarı. Ama istemedi, o, kendi doğrularını tercih etti, hakkıdır. SİYAD emin ellerdedir. Alin’e bundan sonraki hayatında başarılar diliyorum. Şunu söylemem lazım: SİYAD önemli bir çatıdır, bazen yağmur yağar, yara alır, fakat her şeye rağmen bir çatıdır, bence ne olursa olsun o çatının altında olunmalıdır.
Fotoğraflar: Doğan Kemancı