Meslektaşı John Ford, Frank Capra için “Amerikan rüyasına inananların ilham kaynağı, büyük bir adam ve büyük bir Amerikalı” demişti. İtalyan asıllı Capra da eserleriyle bu sözlerin hakkını gerçekten verir ancak her şey tozpembe değildir. Capra, Amerikan kâbusunu da ustaca mercek altına alır. John Ford‘un deyişiyle Capra‘yı Amerikan rüyasının temsilcisi gibi görmek aslında bir parça uygunsuzluk içermekte… Nitekim İtalyan asıllı yönetmen, yaşadığı ülkeyi cesurca eleştirmekten de hiçbir zaman kaçınmadı.
Capra filmlerinde sıradan insanların, sıradan gündelik yaşamları vardır ve sıradan gündelik yaşamlarda yaşanan sıra dışı gelişmelerle izleyiciyi, güldürür, duygulandırır, düşündürür hatta yaşama sevinci verir. Saf komedi ve eğlence filmi gibi görünen bu filmlerde politik tavır hiçbir zaman eksik olmaz, eğlencesi ve duygusallığı yanında eleştirel duruşu da göz ardı edilemez.
Sessiz filmler ile sinema kariyerine başlayan Capra, sesli filmlere geçişte en az güçlük çeken yönetmenlerden olsa gerek. Diyalog zenginliği, lafa söze yüklenerek kurduğu yoğun hicivci yapı ile akla gelen ilk isimlerdendir. Bol açılı filmografisinde Arsenic and Old Lace (Arsenik Kurbanları) ise en dikkat çekici filmi diyebilirim.
Joseph Kesselring’in aynı adlı oyunundan Julius J. Epstein tarafından senaryolaştırılarak sinemaya uyarlanan filmin, izleyiciye ulaşma öyküsü de ilgi çekici. Film 1941’de çekilmiş olmasına rağmen Broadway’de sahnelenen oyununun filmin gişesini etkileyeceği kaygısıyla yapımcısı tarafından gösterimi 3 yıl kadar ertelenmiş, filmin sinema seyircisi ile buluşması 1944’de gerçekleşmiş.
Filmin, Boris Karloff‘a benzeyen korkunç karakteri Jonathan Brewster‘i Broadway sahnelerinde Boris Karloff oynarken filmde aynı rol Raymond Massey tarafından canlandırılır. Karloff’’un hikâyedeki misyonu da önemli aslında… Yönetmen Frankenstein ile bütünleşmiş Karloff aracılığı ve filmin iki baş kadın karakterinin diyaloglarına kattığı “insanları korkutmak için film yapmamalılar” sözü ile korku filmlerine atıfta bulunurken, olaylar geliştikçe korku sineması unsurlarını komediyle harmanlayıp, aslında türü de tiye alır ama Capra‘nın tarzının sadece güldürmek ya da laf kalabalığı yaratmak olmadığını biliyoruz. Biliyoruz bilmesine fakat Arsenik Kurbanları neredeyse bildiğimiz Capra‘nın da ötesinde… Tek mekân çılgınlığı ve komedi bir yana, tarihsel bilgi ile de dolu dolu bir film. Mesela yazarınız Panama Kanalı inşa sürecini ilk defa Arsenik Kurbanları’nı izledikten sonra merak etti, araştırmaya başladı.
Teddy dayı, onun Panama Kanalı tutkusu ve Teddy dayının kız kardeşlerinin iyi niyetle bile olsa işlediği cinayetler aracılığı ile Capra, aslında Panama Kanalı’nın yapım sürecine, bu süreçte meydana gelen insan kaybına tepkisini de gösteriyor. Teddy dayı hikâye boyunca kendini Theodore Roosevelt sanıyor, oyuncu seçimi de öylesine başarılı ki, Teddy dayı gerçekten Roosevelt‘e ikizi kadar benziyor. Panama kanalı tarihçesine baktığımızda ise başta sarıhumma olmak üzere birçok nedenle insanların salt delilik sonucu telef (telef nahoş bir tabir aslında fakat sürecin nahoşluğunu ifade edecek daha güçlü bir kelimde de yok) edildiği, kişisel hırslar uğruna umursanmadığı eleştirisine varmak zor değil. Film öylesine incelikli ve öykü o kadar başarılı ki; Panama Kanalı göndermelerine trajik desek uymaz, komik desek olmaz, trajikomik desek yetmez… Polis memurlarının Teddy dayı hakkında kurdukları diyalogda; “Kendini Theodore Roosevelt sanıyor, çok daha kötü biri sanabilirdi” sözünün altından birçok anlam çıkarmak mümkün. Panama Kanalı’nın inşa sürecini incelediğimizde de belgeler diyor ki; Süveyş kanalını açan Ferdinand de Lesseps hemen sonrasında Panama kanalı için girişimde bulunur ancak sıtma ve sarıhumma binlerce kişinin ölümüne sebep olunca bu işten vazgeçer. Sonrasında 1903’de Amerika girişimde bulunur ve kanal başarıyla tamamlanır ancak kanal inşaatında yine binlerce kayıp verilir. Bu kayıplar ise çoğunlukla Afrika ve Karayipler’den getirlen işçiler, yani yalnız ve yoksul insanlardır. Filmde de tonton halalar kimsesiz, yaşlı ve yoksullara iyilik yapar, onları bu beter hayattan kurtarır, bir anlamda tarihte olduğu gibi zehirler, öldürür ve evin bodrumuna yani kendini Roosevelt sanan kardeşlerinin açtığı Panama Kanalına gömerler. Çılgın Teddy dayı da gömülenlerin olağan bir durummuş gibi sarıhummadan öldüklerini sanmaktadır. Bu arada da tarih sayfalarında şöyle bir satır bulunur: “Panama Kanalı Roosevelt’in düşüydü.” Capra’nın geçmişten beslenen ve bugün için kendisi de geçmişte kalan filmi, yıllar sonra Panama Kanalı gerçeğine bakıldığında hala güncelliğini koruyor.
Sinema, bir araç mı amaç mı? Amaç iyi film çekmek, sanata bir eser daha vermek mi? Bugün böylesi inceliklerle donatılmış, politik duruşunu izleyiciye, hayata bir değer katmak için sunan filmlere sıkça rastlayamıyoruz. Bugün artık sinema, az sayıdaki istisnaları hariç, teknoloji yarışında hızla sanat olmaktan, değer yaratmaktan uzaklaşan, kitle manipülasyonu aracına dönüşmekte. Bu yüzden ısrarla ne varsa eskilerde var diyerek keyifli seyirler diliyorum…