Sinema tarihi, en iyi karar vericinin “zaman” olduğunu gösteren örneklerle doludur. Günümüzde birer sinemasal zirve kabul edilen Vertigo (1958), 2001: A Space Odyssey (1968), The Shining (1980), Blade Runner (1982) gibi filmler ilk gösterildikleri zaman sinema çevrelerinden ve seyirciden yeterli ilgiyi görmemiş, bugünkü sarsılmaz konumlarının yakınına bile yaklaşamamışlardır. The Godfather (1972) ve Matrix (1999) gibi ilk andan zirveye çıkan örnekler de mevcut olsa da bir filmin kaderi çoğunlukla gelecek kuşakların elindedir. Bu gerçeğe rağmen, karşılaştığımız her yeni esere tarihin tozlu sayfalarına gömüleceği ya da geleceğe kalacağı kesinmiş gibi davranır, asıl kararı verecek olan sonraki kuşaklar üzerinde tahakküm kurmaya çalışırız. Kimi zaman görmezden gelinen, düşük bütçeli, etkisi düşük bir film, kimi zaman da oldukça ses getiren, yüksek kalibreli, gündem belirleyen bir eser böyle bir tartışmanın konusu olabiliyor, tıpkı Denis Villeneuve‘ün son filmi Arrival: Geliş gibi. Biz de bu tartışmalara kayıtsız kalmayarak sinemaseverlere Arrival: Geliş‘i sorduk, film hakkındaki fikirlerini belirtmelerini istedik. Nihai kararı veren “gelecek” olsa da bugünkü sonuçların bir kısmı burada, dosyamızda.
Ali Fuat Kısakürek
Dikkat! Bir miktar alay ve sürprizbozan içerir. Efendim, Arrival bir bilimkurgu fenomeni olarak övgülere boğuladursun, benim de dahil olduğum belli azınlık bir kitle yahu cidden aynı filmi mi izledik diye soruyor. (Sormuyoruz aslında, lafın gelişi). Benim bildiğim (ve sevdiğim) bilimkurgu, üzerine kafa yordukça daha da katmanlanan, önerme ve varsayımlarıyla meramı hakkında her defasında farklı bir perspektif sunabilendir, üstüne düşündükçe daha da aptallaşan değil. Arrival için hiçbir şey değil en azından mistisizmden güç alıyor demek isterdim ama o da yok. Senin elinde tüm insanlık için görünürde kaçışsız ve dolayısıyla tüm acıların sebebi zamana dair, onun lineerliğinin dışına çıkabilme iddialı ilgi çekici bir dilbilimsel malzeme var. İletişimin altını çizmeye kalkıyorsun, ama filmin kalbinin attığı evlat acılı sızıya kulak verdiğin yok. Ana kız acele görünüp geçen flashforward karelerden ibaret. Aralarında filmin sonundaki ifşanın hakkını verecek en ufak bir etkileşim yok. Onun yerine, sen kalkıp dünyaya teşrif edeni tüm metaforik kapsamlarından silkip uzaylı istilalı bir global çatışma anlatısına indirgiyorsun. Hayır, ama hâlâ sondaki twistin duygusal etkisinden de medet umar pozisyondasın. Hem pastam dursun hem karnım doysun. Yok canım öyle. Olmuyor da zaten. Olanlar için nasıl oluyor bilmiyorum. Tüm diyalogları, eylemleri bu derece kurgunun hizmetine verilmiş filmleri kof buluyorum ben. Tam tersi olmalı, diyaloglar, eylemler kurguyu inşa etmeli bence. Ve benim takdir edeceğim filmde ölecek kızın, iki bilim insanının çocuğu olduğunun ufacık, mini minnacık bir iması yeterli olmalı. Anlamayan alıklar için sona, bir bebeğimiz olsa ya repliği konmamalı.
Egemen Tokatlıoğlu
Arrival hem göze hem de kalbe hitap eden tabir yerindeyse şiir gibi bir bilim kurgu. Bazı aksak yönleri olmasına rağmen tür adına ziyadesiyle hakkını veriyor.
Haktan Kaan İçel
Arrival‘ı sevmemek mümkün değil. Filme bir uzaylı istilası filmi olarak bakmamak gerekiyor. Çünkü film bilim kurguyu kullanarak aslında doğaya vurgu yapıyor. Metaforla uzaylı olmaktansa dünyalı olmanın gerekliliklerini izleyicisine sunuyor. Militarist öğeleri kullanarak anti-militarist bir yol izliyor. ABD’yi yüceltir gibi yaparak aslında ABD’yi eleştiriyor. Filmin kodlarını tek tek çözdüğünüzde film zengin içeriğiyle sevilmeyi hak ediyor. Bence bu filmi sevmemek için filmi çok düz izlemek gerekiyor. Uzaylılar istila etti, ABD’liler de onlarla konuşuyor sığlığında bir bakış açısı bu filmin mantığına ters…
Güzin Tekeş
Denis Villeneuve, Arrival ile muazzam bir sinematografiyle kotarılmış sıradan bir bilim kurgu çekmenin çok ötesine geçiyor ve filmini panteizmden panenteizme; tasavvuftan monizm’e pek çok felsefi akımın ortak temeline dayandırıyor. Vaktiyle Hallac-ı Mansur‘un, yanlış anlaşıldığı için feci şekilde öldürülmesine yol açan “ene’l-hakk” söylemini günümüzün popüler paralel evrenler teorileriyle birleştirerek seyirciye bambaşka ufuklar açıyor.
Diğer yandan dilde yapılacak değişiklerle düşünce ve hareketleri de değiştirmenin mümkün olduğunu vurgulayıp hiç de fantastik olmayan bir toplumsal dönüşüm öneriyor. (Bknz: Kadın hareketleri ve LGBTİ çalışmaları.) Farkındalık odaklı evrensel düşünce akımlarından habersiz olanların aman canım bu da bilim-kurgu mu şeklindeki yorumlarına fazla kulak asmamak lazım.
Halil İbrahim Sağlam
Denis Villeneuve’un farklı türlere kendi tarzını adapte edebilen yönetmenliği için, uzaylıların dünyayı ziyaretine Sapir-Whorf hipotezi üzerinden dilbilimsel bir yaklaşım uyguladığı için, aksiyon sekanslarından uzak bir bilimkurgu dünyası yarattığı için, uzaylı konseptinde insana dair bir hikaye anlattığı için, atmosfer yaratmada Fincher yetkinliğinde olduğu için, kurgu numaralarıyla Nolan’ı anımsattığı için, felsefik açıdan Aronofsky’in The Fountain’i kadar yoğun olduğu için, açılış – kapanış sekanslarıyla Malick filmlerinin duygusunu yaşattığı için, hikaye konseptiyle Spielberg’e göz kırptığı için, Johansson’un muazzam besteleriyle her saniyesi diken üstünde bir gerilim yaşattığı için, Arthur C. Clarke’ın Çocukluğun Sonu romanını hatırlatan duygusuyla gözlerimizden iki damla yaş süzülmesine sebebiyet verdiği için, Max Richter’ın On the Nature of Daylight bestesinin en çok yakıştığı film olduğu için, Amy Adams için ve Heptapodlar için Arrival’ı çok sevdim.