Willy Wonka’nın meşhur çikolata fabrikasına giden Altın Bilet’in peşinde Alice’in Tavşan Deliği’ne düşen Punk sevdalısı bir gencin İstanbul sokaklarında yaşadığı bir günü anlatan Mu Tunç imzalı Arada; “Türkiye’nin İlk Punk Filmi” sloganıyla pazarlanarak 17.!f İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde dünya prömiyeri yaptı.
Darbe döneminde askere alındıktan sonra müziği bırakıp kendini ailesine adayan babasıyla ideallerini terk ettiğini iddia edip durmadan çatışan hayalperest Ozan’ın en büyük arzusu, Türkiye’den kurtulup yurt dışına yerleşmek ve istediği müziği yapmaktır. Doğum gününde bir arkadaşı Kaliforniya’ya gidebilmesi için ona bir bilet hediye eder ancak Ozan’ın bileti alması için Merter’deki mahallesini terk edip Nişantaşı, Yeniköy ve Aksaray gibi semtlere giderek orada yaşayan farklı kültürde insanlarla temasa geçmesi, sabah olmadan bilete ulaşması gerekmektedir.
Bundan sonrasını izlemeden okumayın.
Vize gerektirmeyen bir yolculuğa çıkaran ve deniz yoluyla İstanbul’dan Kaliforniya’ya giden bir gemiye bindiren bu sihirli biletin peşinde koşarken Ozan’ın gittiği semtlerde gördüğü insanlar üzerinden Türkiye panoraması çıkarmaya çalışan Mu Tunç’un bu ilk uzun metraj senaryosu ne yazık ki karton karakterler, laf kalabalığı ve hayatı boyunca öğrendiği tüm bilgileri akıtmış gibi durduğu bir didaktiklikten oluşuyor. 90’lı yıllarda Merter’in Punk müzik yapılan bir semtinde Ozan’ın eski müzisyen babasıyla giriştiği kavgayla başlıyor gün. Aynı evde yaşamalarına rağmen uzun zamandır ilk kez görüşüyorlarmış gibi nerden çıktığı belirsiz bu hiddetli tartışma inandırıcılıktan uzak bir giriş. Ozan’ın evinde geçen diğer sahnelerde de “sanat yönetmeni sete ne getirdiyse yakın plan çekelim” mantığıyla gözümüze sokulan objeler (mesela küçük kardeşin yaptığı resim 3 kez yakın plan gösteriliyor) karşımızda amatör bir yönetmen olduğunu anlatıyor. İlk kez yapıyorlarmış gibi başladıkları tartışmalar sonunda o çok düşünceli ve çocukları için kendi hayatından vazgeçen baba kendiyle çelişerek Ozan’ı evden kovuyor, Ozan kankasının plak dükkanına gidiyor, orada upuzun bir “abi bu şarkıcı çok iyi” geyiği yapılıyor ve Zeki Müren, Orhan Gencebay, Selda Bağcan gibi isimlerin yabancı şarkıcılarla kıyası eşliğinde gençler kendi kültürlerini tanımamakla suçlanıyor… Evet Mu Tunç görmüş, geçirmiş, hayattan derslerini almış ve şimdi de izleyicisine bu dersleri dikte etmeye çalışıyor.
Sihirli biletin varlığını öğrendikten sonra filmdeki deyimle “zengin entelektüellerin arka bahçesi” Nişantaşı’na gitmek zorunda kalan Ozan, burada girdiği evde uyuşturucu kafasında bir saksafoncuyla mücadele ederek bir sonraki adresin Yeniköy olduğunu öğreniyor. “Yeniköy’de tüm evler yalı değil mi” önyargısıyla gidip girdiği yalıdaysa merhaba demeden kendine asılan kızlardan zor kurtuluyor. Kızlar “Nişantaşı’ndan değilsin sen, yoksa bilirdim, Bebek’ten olacak kadar zengin durmuyorsun” falan diyorlar. O sırada deniz kenarında Londra sanat camiasıyla İstanbul’u karşılaştıran iki figüranın bitmek bilmeyen yarı İngilizce-yarı Türkçe sohbetini izliyoruz. Burada da senaristimiz bize (film sonrası söyleşide yaptığının aksine) ana dilimizi kullanırken araya İngilizce kelime almamamızı tembihleyip, sanat dünyasının her ülkede aynı kalıplara hapsolduğu bilgisini veriyor.
Yeniköy’deki kendini beğenmiş zengin züppelerinin yanından çıkıp, Talimhane’de bina kapatmış uyuşturucu müptelası seks manyaklarının yanına gidiyoruz. Burada da dejenere olmuş hayatlara bakıp cık cık yapıyor ama Ozan’ın içeri girmelerini hızlandıran figüran kızı nerden tanıdığını öğrenemiyoruz. Aksaray’daki nargilecideyse ülkenin mafyöz tiplerinin yerde oturup nargile içerek kadınlara küfür ettiklerini görüyor ve bir ders daha alıyoruz. Arabasına bindikleri yurdum taksicisini de unutmayalım: Hemşericilik, korsan taksicilik, kadına şiddet, kadın-erkek eşitsizliği dersleri de burada işleniyor.
İlk filmini çeken yönetmenlere sade olmaları, tüm birikimlerini ya da tüm akıllarından geçenleri birden kullanmaya çalışmamaları önerilir. Mu Tunç bunu hiç duymamış gibi eski müzisyen babasıyla Punk müzik yapan ağabeyinin gerçek hikayesini anlatırken hayatı boyunca gördüğü duyduğu her şeyi 88 dakikada paketlemeye çalışmış gibi görünüyor. Maruz kaldığı tüm arkadaş geyiklerini, tüm kahvehane muhabbetlerini, tüm “ülkeyi kurtarıyoruz” sohbetlerini senaryosuna yapıştırmış; bütünlüğü umursamamış, odağını belirlememiş, çok ama çok konuşmak istemiş gibi duruyor. Filmin galasının ardından yapılan söyleşide sahneye çıkan ve arkasındaki yedi kişilik ekibini yok sayıp filmde anlattığı şeyleri bir de değil iki kere daha (hem Türkçe hem İngilizce, moderatör Serra Ciliv’e bile söz hakkı vermedi) yeniden anlatan Mu Tunç için bu projenin çok kişisel, çok özel ve anlamlı olduğu ortada. On üç günde imkansızlıklar içinde çektiğini, çekimlerden on gün önce ameliyat olduğunu ve sete koltuk değneğiyle geldiğini bile anlatan yönetmen “siz bir film izlemediniz, bir inancın parçası oldunuz” diyerek yaptığı işin kişiselliği yüzünden kör olduğunu bariz şekilde ortaya seriyor.
Filmde hiç mi iyi bir şey yok derseniz; sadece başrollerdeki Burak Deniz ve Büşra Develi için bile izlenmeye değer derim. Bu ikili o kadar iyi bir performans sergiliyor ki, çoğu zaman filmin eksilerini unutturuyor. Fakat filmin ışığı çok kötü, bu ikiliyi iyi bir görüntü yönetmeninin sunumuyla izlemek isterdim.