Kendisini, daha doğrusu filmlerinin hemen hemen tamamını -içeriğe yönelik bazı itirazlarım olsa da- pek sevdiğim, hatta hakkında bir zamanlar şiir dahi döktürdüğüm (Hayır! Aramızda aşk yok!) bir yönetmen olan Lars von Trier, her filminde daha da ileriye taşıdığı insan doğası/içgüdüsü üstüne yaptığı değerli çalışmalarını Antichrist‘le beraber zirveye taşıyor..
Numan Serteli
Bir erkek ile bir kadın (Baba ile Anne, Adem ile Havva, God and Maria!) içgüdülerinin hizmetine amade vaziyette ve algıları dış dünyaya kapalı olarak, canla başla cinsel icrai faaliyette bulunurlarken; uyanan ve kapalı karyolasının kapısını açarak dışarıya çıkan minik çocukları (Evlat, Oğul, Christ!), evi dolaşmaya başlar..
Yatak odasında halvet olmuş vaziyetteki anne ile babasını kısa bi süreliğine umursamazca seyreden çocuk, elindeki oyuncak bebeğiyle odanın açık olan penceresine çıkarak, kendini -adeta bir melek gibi- boşluğa bırakır.. Umalım ki kanatları vardır!
Kadın (Charlotte Gainsbourg) ile erkek (Willem Dafoe), bu dayanılması imkansız elim olayın farkına, anca ‘kadim ibadet’lerinin sonunda varacaklardır..
Buyurunuz: Ölümcül ihmalini (Ya da -günahı boynuna- kastını) bir kanlı urgan gibi sürekli boynunda hisseden (Ya da buna kendini zorlayan) bir annenin hummalı azabına ve ortalama bir erkek olarak, acıya kolayca kendini kaptırmayarak mesafeli durabilen, mesleği icabı (Psikolog) olaya ayrıca daha bi soğukkanlı bakabilen bir babanın hal-i pürmelaline..
Depresyonun katmerlisini yaşayan karısına, “Seni benden gayrısı iyi edemez” diyerek tedavi uygulamaya başlayan adama: “Kolay gelsin birader!” demek isterdik, ama korkarım ki bence bu hiç de kolay gelmeyecektir.. Ne kendisine, ne karısına ne de biz seyircilere!
Onulmaz şiddette bir dehşetle başlayan, daha sonra da o dehşetin devleşerek adeta imparatorluğunu ilan ettiği bu ‘karanlık’ hikayeyi -bir sıra dahilinde- daha fazla anlatmayı anlamsız buluyor; izninizle, şu değersiz yazının bundan sonrasını ‘serbest vezin’ takılarak sürdürmeyi umuyorum..
Önünde Sonunda Toprağa Düşecek Ölü Bir Meşe Palamudusun Sen
Film, yukarıda değinilen önsözle başlar ve finaldeki son sözle de hitama erer.. Geriye kalan ise tamamen ızdırap ve umutsuzluğun ve de ancak dünya ya da hayat ortadan kalktığında sona erebilecek bir muazzam ‘kaos hükümdarlığı’nın saltanatından ibarettir..
Derdini metafor ve sembollerle anlatmak -öteden beri- Lars von Trier’nin şanındandır.. Tam manasıyla olmasa da- düz bir bakışla anlayabilme, işin içinden çıkılabilme ihtimali de bulunan Antichrist, üzerine birazcık bi kafa yormayla bile kişiyi muazzam bir sembol denizinde kulaç atmaya zorlayan bir başyapıt..
Yazının başında filmin kahramanlarından bahsederken parantez içlerine aldığım ‘tarihi’ ve dini kişiliklere göre, bize sunulan hikayeyi her defasında yeniden okumak mümkün.. Hatta daha da fazlasını yapmak..
Ancak bütün bunları uygularken, dine -daha doğrusu- Hıristiyanlığa atıfta bulunmak mutlaka şart tabii.. Hele bir de Antichrist’in, yönetmenin çoğu filminde olduğu gibi, neredeyse başından sonuna Hıristiyanlık eleştirisi yaptığını da göz önüne alırsak..
Özellikle dinin kadına bakışındaki -doğallığı oldukça şüpheli- çarpıklığı vurgulayan yönetmenin, bu eleştirel yaklaşımı -bilindiği üzre- bazılarının gözünde onu bir ‘kadın düşmanı’ haline dahi getirmiştir.. Buna karşın, ortada bir ‘kadim hata’ ya da sürekli tekrarlanan bir ‘suç’ varsa, suçlu bunu gösteren Lars von Trier midir, yoksa bunun böyle olmasını ‘şart koşan’ bizzat dinin ya da onun ortaya koyduğu haliyle Doğa’nın kendisi mi? İlgilileri -bi güzel- düşünmeye davet ediyorum..
Anne ile baba nefslerine uyarak (İşlenen ‘İlk Günah’) Cennet’ten kovulan Adem ile Havva ise; hiçbir günahı olmadığı halde ‘günahkar’ ebeveyni ile birlikte aynı akıbeti yaşayan (Camdan -yani kendi cennetinden- düşen) bebek de, kaderinde ölümden başka seçenek bulunmayan bizlerin, yani zavallı insanlığın ta kendisi olsa gerek..
Peki.. İsa’nın çarmıha gerilme hadisesinde, Tanrı Baba ve Meryem Ana’nın, biricik oğullarının saatlerce süren o işkence yüklü ölüm yolculuğunu, umarsız hatta umursamaz gözlerle seyretmesini; filmdeki annenin, biricik bebeğinin ölüme uçuşuna karşı tepkisiz kalmasına benzeten sadece ben miyim acep?
İnsanın en büyük ve en rahatsız edici ve de en kadim fobilerinden biri olan ‘Terk edilme’ korkusu, Antichrist’in neredeyse bütün atmosferine sinmiş bir koku gibi.. Kadının hallerinde sembolleşen bu korku, onun hem erkeğine hem de çocuğuna uyguladığı işkencelerde alabildiğine barizleşiyor.. Karşılığında en ağır şekilde cezalandırılsa bile bundan vazgeçecek de değildir o!
Hakkında ilk bakışta karar vermekte zorlanmak mümkünse de; insan, son tahlilde anlaşılır ki kötüdür!
Din, dolayısıyla da film, insan evladının kötü olanının -içgüdülerinin esiri- kadın olduğuna; aklı temsil eden erkeğin de -bi şekilde- iyiliğine hükmetse de aslında görülüyor ki bu ezeli ve ebedi hal, gönüllü bir ‘insani’ işbirliğiyle mümkün olabiliyor.. Gayrısı imkansız bu durum, sadece kadın ya da sadece erkeğin varlığıyla açıklanamaz.. Parçalanmasıyla tümden anlamsızlaşan bir birliktelik cinsi bu.. Resmen doğal bir sinerji!
İyilik denen olgu, kötülük yapmayı bir süreliğine ertelemekten doğar sadece.. Göreceli ve geçicidir!
Keşke de öyle olsa- ama bu anlayış asla kötümserlikten kaynaklanmaz: Bildiğimiz ve yaşadığımız kadarıyla, akıl ve de mantığın -bir yerde- yenik düştüğü şu dünyanın tek gerçeği -maalesef- kötülüktür.. Öyleyse ki göründüğü kadar da öyle, doğa da Şeytan’ın mabedi!
Tedavi mekanı olarak seçilen Cennet Bahçesi (Eden)’ndeki evin damına durmaksızın düşen ‘ölü’ meşe palamutlarının takırtısı -bir benzeri yeniden zuhur edecek olsa da- dünyaya sürekli ‘ölmeye doğan’ tüm canlılar için bestelenmiş, ezeli, ebedi ve eceli cenaze marşının aksak ritmi olmalı..
Son Söz
Willem Dafoe, yüzünde taşıdığı yüklüce Holivud defosuyla -iyi oyunculuğuna rağmen- oldukça zor hazmediliyor; oysa Charlotte Gainsbourg, Tabiat Ana’nın tekinsiz evladı ‘Doğa Kız’ rolünü ne de güzel, ne de görkemli taşıyor!
Hemen hemen aynı işlere kafayı takmış, lakin Lars von Trier’nin öfkeli dilinden oldukça uzak bir yönetmen olan Andrey Tarkovsky’ye filmin adanmış olduğunu görmek, özellikle ormanda geçen sahnelerde ustayı hatırlayan seyirciye (Ya da -bilemiyorum- sadece bana!) güzel bir sürpriz oluyor..
Velhasılı kelam- bir sinemasever olarak bu filmi görmezseniz eğer bugüne kadar bin bir itinayla oluşturduğunuz sinema tecrübenizde koskoca bir boşluk oluşturmuş olursunuz.. Lütfen, hemen sinemaya gidin ve böyle bir eksiklikle malul olmayın.. Amen!
(Evet sinemaya gidin! Nerede ve ne şekilde olursa olsun yaratılan hiçbir ‘suni’ ortam, sinema gibi ‘doğal’ bir film mabedinin yerini tutamayacaktır!)
Finalde, cezasını bulan hemcinslerinin yerini doldurmaya gelmişcesine, doğa ananın bağrında adeta miting yapan kadınlar sahnesi, filmin -abartılarak etkisizleştirilmiş- ‘nispeten’ en zayıf simgesel halkasıydı.. Bu -hafiften- talihsiz durumu, her haliyle mükemmel Antichrist’in bir ‘nazar boncuğu’ olarak değerlendiriyor, dolayısıyla da verdiğim notu kırmıyorum..
Öpüldünüz, 10!
Antichrist (Deccal)
Yönetmen : Lars Von Trier
Senaryo : Lars Von Trier
Oyuncular : Willem Dafoe , Charlotte Gainsbourg
Yapım : 2009, Danimarka , 108 dk.