TRT Radyo 1 “Sinema Günlüğü” programı sunucusu, Cinedergi, Kadiköy Life ve Kültür Mafyası yazarı, altyazı ve kitap çevirmeni Melis Zararsız 52. Uluslararası Antalya Film Festivali izlenimlerini Ters Ninja için yazdı!
2008 yılından beri sinema sektöründe yayıncılık yapıyorum. O zamandan beri Türkiye içinde gerçekleştirilen film festivallerinin %80’ine katılmışımdır herhalde: İstanbul, Antalya, Adana, Malatya, Mardin, İzmir, Ankara. Yurtdışı festivallerine gelecek olursak, son beş senedir Cannes Film Festivalini başından sonuna yerinde takip etme fırsatım oldu. Türkiye’de yapılan film festivalleriyle ilgili izlenimim bir süre sonra şöyle oturmuştu: Bir festival ne kadar amatörse, özen de o kadar fazla oluyor. Bir festival ne kadar yıl almışsa, sorun ve sıkıntılar da o oranda artıyor. Beklenense tersidir değil mi? Örneğin Antalya Film Festivaline katıldığım ilk yıllarda aynı zamanda Ankara’da gerçekleştirilen İkinci El Kısa Film Festivali’ne davet edilmiştim ve ister istemez bir kıyasa gitmiştim. Elbette bir organizasyon büyüdükçe sorumlulukların ve bunun getirisi aksaklıkların artması bir açıdan doğal, örneğin bir yerde belki 40 konuğu ağırlarken diğerinde binleri ağırlamak elbette kıyaslanamaz fakat yine de 40-50 yıldır yapılmakta olan festivallerden de artık basit sıkıntılar beklemiyorsunuz. Antalya’ya katıldığım ilk yıllarda farkettiğim sıkıntılar genelde ulaşımla ilgili oluyordu, bir mekandan başka mekana geçmek için bir otobüsü ayarlamakta bile sıkıntı yaşayabiliyorlardı, bazı mekanlar birbirinden çok uzak olabiliyordu ve filmden filme koşarken çok zaman kaybediyor, bazen filmleri kaçırıyorduk. Genelde en büyük ve hala devam eden sorun ise basın mensuplarının yani bizlerin festival konuklarıyla aynı otelde kalamayışımız ve bu yüzden zor biraraya gelişlerimiz. Küçük festivallerde genelde aynı otelde kalınıyor ve örneğin Ankara İkinci El Kısa Film Festivali’nden birinde tam 8 röportaj yaptığımı ve hem festivali hem de filmleri tanıtmak adına çok faydalı röportajlar çıkardığımı hatırlıyorum. Çünkü katılan tüm yönetmen ve oyuncularla birlikte kahvaltılara gidiyor, aynı otelde kalıyor, etkinliklerde birlikte oluyorduk. Bu sene de Antalya’da basın olarak kötü bir otelde kaldık ve yönetmen ve oyunculardan uzaktık. Akşamları gerçekleşen partiler ise aslında biraraya gelmek için güzel ortamlar oluşturuyordu fakat bu partilerin anonsları başarısızdı. Birilerinden duymazsak partilerden de haberimiz olmuyordu. Partiler diyorum ama bu da lütfen ayıplanmasın, hem bu kadar emekten sonra eğlenmek ayıp değil hem de gerçekten biraraya gelip fikir teatisinde bulunabilmemiz için nadir ortamlardan oluyor beğensek de beğenmesek de. Şahsen bir çok yönetmen ve oyuncuyla partilerde söyleşebilme imkanı buldum bir gazeteci olarak.
Festivallerin bir başka sorunu bazen seçkiler oluyor. Örneğin bu sene Malatya Film Festivali’nin özellikle uluslararası seçkisi olumsuz anlamda çok konuşuldu. Neye göre, kime göre seçilmiş olduğu belli olmayan filmler vardı. Bu sene Antalya’nın seçkisi ise oldukça başarılıydı.
Tabii festivallerin tutarsız bir şekilde bir sene başarılı olup diğer sene olamamaları, bir sene iyi giden bir tarafın diğer sene kötü gitme ihtimalleri organizasyonun sürekli el değiştirmesi ve festivallerin belediyelerin elinde olması gibi sebeplere de dayanıyor. İki senedir Antalya Film Festivali organizasyonunun başında Elif Dağdeviren ve ekibi var. Geçen sene organizasyon adına başarılı ve hatta diğer senelerden daha oturaklı, şık görünen bir festival vardı fakat bir o kadar da olaylı bir festivaldi hatırlarsınız, zira yarışan belgesellerden biri son anda festivalden çekilmiş ve sansür tartışmaları alev almıştı. Reyan Tuvi‘nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” filmi 51. Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması listesinden çıkarılmıştı ve birçok jüri üyesi görevlerinden istifa etmişti. SİYAD, bu olaya olan tepkileri sebebiyle bu sene festivale SİYAD jürisi göndermedi mesela. Fakat bu olumsuz koşullara ve önyargılara rağmen aynı ekip aynı şekilde festivalin bu seneki çalışmalarını sahiplendi: Festival genel direktörü Elif Dağdeviren, Film Forum bölümü direktörü Zeynep Atakan, uluslararası danışman ve basın sorumlusu Alin Taşçıyan, geçen seneki sansür olayını bu seneye taşımayarak görevlerini başarıyla yerine getirdiler bu sene de doğrusu. Elif Dağdeviren’in bir markayı alıp makyajlamakta, doğru ve şık bir şekilde sunmakta başarılı bir isim olduğunu düşünüyorum. Cannes’ı yakından yaşamış bir gazeteci olarak daha binlerce fırın ekmek yememiz gerektiğini bilsem de, uluslararası ölçüde görünürlüğü bakımından yine de festivali güzel giydirdiğini söylemeliyim Dağdeviren’in. Jeremy Irons, Catherine Deneuve, Kathleen Turner, Danny De Vito gibi isimleri ülkemize çağırmak ve onlara onur ödülü vermek, Film Forum çalışmaları dolayısıyla yabancı bir çok konuğu ağırlamak, gerçekten faydalı workshop’lar düzenleyerek ulusal ve uluslararası filmcilerin biraraya gelmelerini sağlamak, onlara destek sağlamak, bu büyük detaylardan tutun, festivallerin olmazsa olmazı festival çantalarını/t-shirtlerinin bu sene Kaft gibi bir marka ile çalışılarak daha şıklaştırılması, festival web sitesinin kullanıcı dostu olması, akreditasyonların oradan yapılmaya başlanması gibi bazı küçük detaylar da bu seneki Antalya Film Festivali’ni, hem kendi tarihinde hem de Türkiye’de yapılan film festivalleri tarihinde başka bir yere taşımakta şüphesiz.
Bu arada festivallere çağırılan bir gazeteci olarak, çağırılan basın mensuplarının da çok daha başarılı bir şekilde düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum, festivali çok kapsamlı bir şekilde sunabilecek bazı gazeteciler çağırılmayabiliyor nedense. Festivale çağırılan her basın mensubunun çok verimli çalıştığı da söylenemez ne yazık ki. Bu konuda yurtdışındaki festivaller basın mensubu konuklarını çok başarılı bir şekilde derecelendirirler. Bu konuda örnek almalıyız diye düşünüyorum.
Bu sene festivalin organizasyonuyla ilgili genel olarak belki de tek ve en önemli sıkıntı, kapanış töreninin ve ödüllerin iki ayrı geceye bölünmesiydi. Cumartesi gecesi alınan ödüller, Pazar gecesi alınan ödüller, Uluslararası mı, ulusal mı, en iyi yönetmen mi, yoksa film-yön en iyi yönetmen ödülü mü derken kafalar epey karıştı, ödülleri basına geçmesi gereken basın mensuplarının yani bizlerin işi epey zorlaştı. Bir gecede toplanmalı ve ödüllerin çok net bir biçimde sunulması gerekli diye düşünüyorum. Cam piramitte gerçekleşen ödül töreninde biz basın mensupları epey arkaya oturtulmuştuk ve sahneyi göremeyenler için tasarlanmış olması gereken sağ ve sol ekranlarda neredeyse törenin yarısından fazlasında sadece logolar gösterildi. Bırakın fotoğraf almayı, kimin konuştuğunu bile zor gördük diyebilirim. Esas fiyasko ise A Haber’in canlı yayında uyguladığı sansür oldu. En iyi erkek oyuncu ödülünü “Sarmaşık” filmindeki muhteşem performansıyla alan Nadir Sarıbacak mutluluk ve heyecanla titreyen o samimi ses tonuyla muhteşem bir konuşmaya imza atarken, bizi muhabbet kurtaracak, belki bir duble rakı, belki bir bardak çay ile dediği için kanal canlı yayını kesmiş. Şanslıyız ki biz oradaydık ve bu tüyleri ürperten konuşmayı duyduk, o anı yaşadık. Son yıllarda izlediğim en iyi Türk filmlerinden olan “Sarmaşık” ile en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini alan Tolga Karaçelik ise konuşmasında ödüllerini gazetecilik yaptığı için hapiste olan Can Dündar ve Erdem Gül için aldığını söyledi.
Törenlerde yabancı konuklarımızın konuşmalarının simultane Türkçe çevirilerinde de çok sorun olduğunu söylemek gerek. Bu konuda sunucuların ve çevirmenlerin çok iyi seçilmesi gerekir, madem uluslararası ve şık bir festival düzenliyoruz…
Festivale son günlerinde katılabildim bu arada şahsen. İzleyebildiğim filmler şöyle:
“El Club”: Yarışmayan ama ödüle koşanlar bölümünde gösterilen “El Club”, Pablo Larrain imzalı bir Şili filmi. Dört erkek ve bir kadının bir sahil kasabasında izbe bir evde geçmiş günahlarını aklamak için birlikte yaşamalarını konu alan film, Berlin’de yarışmış. Kilise eleştirisi yapan film, sinematografik açıdan da hikaye kurgusu açısından da başarılı, rahatsız edici derecede gerçeklerle yüzleştirici. Fırsat bulursanız izleyin derim.
“Saklı”: Selim Evci’nin üçüncü uzun metrajı olan film Film-Yön en iyi yönetmen ödülünü aldı bu festivalde. Rahmetli Suha Arın’ın öğrencisi olmak gibi ortak bir yönümüz olduğundan, kısa filmlerini, belgesellerini ve uzun metrajlarını merakla takip ettiğim Evci’nin ilk iki uzun metrajı durağan templou sanat filmleriydi ve çok fazla ünlü oyuncu da barındırmıyordu. Bu filmde başrolde Türkü Turan, İlhan Şeşen, Settar Tanrıöğen gibi isimler var, yan rollerde de tiyatrocu ve dizi oyuncusu bildik isimleri görüyoruz. Filmin konusu, hikaye örgüsü, temposu da bu kez diğer filmlerinden farklı. Gişe hedefli olmasa da popüler sinema türüne daha yakın. Açıkçası Selim Evci’nin en sevdiğim filmi oldu Saklı.
“Azad”: “Sarmaşık” filmi öncesinde izleme şansı bulduğum kısa film “Azad” bu sene ulusal kısa film seçkisinde gösteriliyordu. Yakup Tekintangaç’ın bir önceki filmi “Kapsül”ü de yine Antalya Film Festivali’nin önceki yıllarında izleme fırsatı bulmuştum. Sanırım bu yönetmeni takip etmeliyim çünkü iki kısa filmini de çok beğendim. 17 dakikalık Azad filminde yönetmen çok tatlı ve başarılı bir küçük oyuncu bulmuş kendine. Azad, annesiyle birlikte İstanbul’a göçmek durumunda kalmış, babasını kaybetmiş bir küçük Kürt çocuğu. Her gün işe giderken annesi kapıyı üstüne kapar Azad’ın. Hayal gücü geniş Azad ise evde sıkılmamanın yollarını arar ve bulur da… Yakalarsanız mutlaka izleyin, Cavit Ak duygularını çok güzel ifade edebilmiş, çok tatlı ve yetenekli bir erkek çocuğu.
“Sarmaşık”: Uzun yıllardır izlediğim en başarılı Türk filmlerinden birinin festivalin en iyi filmi seçilmesi ve 4 ödülle dönmesi beni şahsen çok mutlu etti. Yönetmene de söyledim, öyle bir duyguda kaldım ki, sanki bir takım tutuyorum ve benim takımım kazandı. Sanki film ekibindendim, bazı filmler bana böyle hissettirir. “Sarmaşık” vizyona da girdi, ben lafı uzatmak istemiyorum, lütfen gidin ve görün diyorum. Oyunculuklar, mekan seçimleri, filmdeki somut gerçeklerin arasına şiir gibi bezenmiş hayal görüntüleri, kurgu, teknik, diyaloglar… Herşey dört dörtlük. Samimi işler karşılığını bulduğunda çocuk gibi seviniyorum.
“Baskın”: Kısa filmlerinden ve sinema yazılarından tanıdığım genç yönetmen Can Evrenol’un ilk uzun metrajı. Türk korku sinemasını olduğu yerden çok farklı bir yere taşıyan filmi festivalde olmasından mutluluk duyduğum geceyarısı sineması bölümünde izledim, gerim gerim gerildim. Müziklerin ilginç kullanımı da cabası. Tebrikler.
“The Witch”: Geceyarısı sinemasından bir film daha. Robert Eggers imzalı Kanada yapımı film 1600’lü yıllarda Amerika’nın kuzeydoğusunda bulunan New England bölgesinde geçiyor. Cadılık inanışının bir ailede can buluşunu izliyoruz müthiş bir sinematografi içinde. Film aynı zamanda dönem kostümleri ve mekan seçimleri dolayısıyla hiç korku filmi görüntüsünde değil. Romantik bir eski İngiliz dramı izleyecek gibi başlayıp korkudan kalakalmaya hazırsanız bu film size göre olabilir.
Bu arada Uluslararası kategoride en iyi film seçilen Taşa Yazılmış Hatıralar bu sene İstanbul Film Festivali’nde de gösterilecekken son anda Bakur meselelerinden ötürü yarışmadan ve gösterimden çekilmişti, benimse filmi izleme ve yapımcısı Mehmet Aktaş ile röportaj yapma şansım olmuştu, buradan okuyabilirsiniz: http://www.
Not: Herhangi bir sayfasında adımı göremeseniz de, festival kataloğunun İngilizce-Türkçe, Türkçe-İngilizce çevirileri bendenizdendi. İyi okumalar.