Beni film eleştirmeni diye takdim ettiklerinde, çoğunlukla “Hayır, efendim, ben sinema yazarıyım” diye karşılık veriyorum. Ama benim bile günümde olmadığım zamanlar olabiliyor. Böyle zamanlarda – neyse ki pek sık yaşanmıyor – çiğ süt emmiş her insanın başına gelebilecek bir şey yapıyor ve bu takdimden neredeyse kösnül diyebileceğim bir haz alan egoma biat edip sessizliğimi koruyorum. Egom kısa bir süreliğine de olsa kendi muhteşem anlarını yaşarken, ben nedensiz bir suçluluk ve rahatsızlık duygusuyla cebelleşiyorum.
Ege Görgün (Landlord)
Film eleştirmenliği etiketine mesafeli yaklaşmamın nedenleri üstüne çok kafa yormamıştım aslında. Bu etiketle birlikte gelip üzerime yapışacak, daha doğrusu yapışacağını paranoyaladığım diğer yan etiketlerin (akademik, kuralcı, statükocu, sorumlu, ciddi, hadi söyleyelim sıkıcı) beni, yazma, düşünme, en önemlisi de film beğenme özgürlüğümü kısıtlayacağı endişesi deyip geçiyordum.
Son yıllarda bazı filmler yüzünden kendi içimde yaşadığım ikilemlere bakılırsa bu endişeler hiç de yersiz değildi. Martin Scorsese, Ridley Scott, Michael Mann gibi bana sinemayı sevdiren yönetmenlerin bazı filmleri beni hiç tatmin etmemesine rağmen bu filmlerle ilgili düşüncelerimi gereğinden fazla tedbirli dile getiriyordum misal. Ha durun, yanlış anlaşılmasıın, kimseden, özellikle bu filmleri yerlere göklere sığdıramayan sinema yazarı arkadaşlarımdan, ya da sinemayla onlardan daha şiddetli bir ilişki kuran sinefillerden çekindiğimden değil kesinlikle… Takiyyeci değiliz çok şükür!
Beni tedbirli olmaya iten, benim çok sevmediğim bu filmlerin teknik anlamda neredeyse kusursuz olmasıydı. “Oyunculuğundan görselliğine ve sanat yönetiminden oyuncu yönetimine zafiyet içermeyen bu filmleri beğenmemek gibi hakkım olabilir mi?” sorunsalıydı. Film eleştirmeninin vazife duygusu, sorumluluk bilinci vesaire vesaire…
Scorsese’nin Gangs of New York‘u ilk filmdir beni bu haleti ruhiyeye iten. Ardından Aviator gelir. Ridley Scott’un American Gangster‘ını ve Mann’ın da Miami Vice‘sını sayabilirim.
Aynı ikilem bunun tersi durumlar için de söz konusu olabilirdi tabi. Neyse ki olmadı! Kimi “ciddi” sinema yazarlarına “möhim” gelmeyen korku, aksiyon türünde yapılmış filmlere 5 yıldızı yapıştırdım sayısız kereler. Bu filmler kendi klişe dünyaları içinde 5 yıldızlık yapılamaz mı?
Hasılı kelam benim sadık yarim, kara ninjam, insan istediği filmi sevip sevemeyecekse ben ne anladım bu sinema severlikten? Gel sen film eleştirmeni ol, ben de senin yerine film indereyim rapidshare’den, izleyeyim evimde otura otura…
Nedir beni bu itirafa iten?
Bir neden Michael Mann’ın son filmi Halk Düşmanları (Public Enemies) elbette, ki bu konuya birazdan değineceğiz kısmetse… Ama daha da önemli neden Hasan Ali Toptaş. artık bu itirafın ve iç hesaplaşmanın zamanının geldiğiyle yüzleşmemi sağlayan, Toptaş’ın Doğan Kitap’tan çıkan ve şu sıralar 4 YTL’lik kampanyalı fiyatıyla satılan Harfler ve Notalar adlı kitabında okuduğum Metinler ve Kusurlar adlı yazısı. O yazıdan iki cümle size… Yazarın da başkalarından alıntıladığı cümleler bunlar…
“Kusursuz marifetler kamu teşebbüsleri seviyesine iner.”
Cioran
“Hesaplanmış kusurda aklın izi, kusursuzluktakinden daha derindir.”
Belki de benim sinema keyfimi örseleyen de bu kusursuzluk. kusursuz filmlere alışık değil ki bu bünye. Açık hava sinemalarında Orhan Gencabay, Kemal Sunal, Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses filmleri, ABD’de vizyona girmeyen B tipi sinema filmleri izlerken aşık olmuşum ben sinemaya. Kusursuzluğun kıyısından geçmeyen filmlerde eğlenmiş, heyecanlanmış, ağlamış, korkmuşum.
Bu son derece insani duygular olmadıktan sonra bir film ne kadar kusursuz olursa olsun, bana keyif vermiyor. Yukarıda saydığım filmlerin hiçbirinde bulamadığım şeylerdi bunlar. Gerçek bir olaydan yola çıkılmış, olayların tarihsel seyrine aynen sadık kalınmış olabilir. Ama belgesel mi çekiyorsun be kardeşim. Sinema denen şey, duygusuz olmuyor. Üstelik her hikayede duygu vardır, mühim olan onu bulmak, hikaye katmak ve seyirciye taşımak. Biraz şey gibi bu, adroidlerle insan karşılaştırması gibi. İnsanları fersah fersah aşan zekaya, güce ve performansa sahip android yapmışsınız. Ama adam ne ağlıyor, ne aşık oluyor… Öyle androidin Deckard’ı olurum ben.
Türk sinemasında kopup giden şu yeni gerçekçilik akımını da bu yüzden çok sevmiyorum galiba. Ne kadar iyi bir film yaparsa yapsın, ne kadar ödül alırsa alsın Masumiyet‘i geçen bir film asla yapamayacak bana göre Nuri Bilge Ceylan.
Halk Düşmanları’na düşman mıyım?
Değilim tabi. Michael Mann’dan beklenebileceği gibi kusursuz bir film. Akademik ve teknik açıdan yaklaşırsanız 5 yıldızı vereceksiniz. Ama ben vermem. Gönlümden geçen üç – üç buçuktur. Egoma sorarsınız da, “İcat çıkarma yine, dört ver otur aşşaa diyecektir.
Filmi yere göğe sığdıramayanlara Cumartesi günü yayınladığımız En İyi 10 Gangster Filmi listesindeki filmlerinden herhangi birini, ya da listeye sokuşturamadığım Azap Yolu’nu ya da Heat’i izleyip karşılaştırmalarını salık veririm. Zaten izlemiş olanlara ise sorarım:
Bu filmlerdeki gibi unutulmaz sahneleri, karakterle özdeşleşmeleri, empati kurmaları, duygusal gelgitleri ya da yoğunlaşmaları Halk Düşmanları’nda bulabildiniz mi? Belki yalnızca filmin finalindeki hapishane sahnesinde…
1939 yapımı Raoul Walsh filmi Kükreyen Yirmiler (Roaring Twenties) üstünden gidelim. Aradaki 70 yıllık ciddi farka rağmen Walsh, Mann’ın Halk Düşmanları’ndan çok daha iyi bir film yapmıştır. Tabi işin görselliğinden, çatışma sahnelerinden, kısacası teknik kusursuzluklardan söz etmiyorum.
Kükreyen Yirmiler ve diğerleri
Film Eddie Bartlett (James Cagney) adlı bir gangsterin yükselişini ve çöküşünü konu alır. Hikayenin merkezinde Bartlett olmasına rağmen, onun çevresindeki karakterler George Hally (Humprey Bogart), Jean Sherman (Priscilla Lane), Panama Smith (Gladys George), Lloyd Hart (Jeffrey Lyyn) bizde kalıcı izler bırakırlar. Filmin ardında bu karakterler hakkında bir dosya kağıdı dolusu yazı yazabilirsiniz. Halk Düşmanları’nda John Dillinger (Johnny Depp) dışında hangi karakter – sevgilisi de dahil olmak üzere – sizde kalıcı bir iz bırakıyor.
Kükreyen Yirmiler size dönem hakkında ciddi bir fikir ve informasyon verir. Halk Düşmanları size dönem ve Dillinger hakkında biraz interneti karıştırarak bulamayacağınız hangi bilgiyi ya da yorumu paylaşıyor. (A evet sinemayı çok seviyor.).
Heat’de Neil McCauley (Robert De Niro) öldüğü zamanki kadar üzüldünüz mü Dillinger’ın öldüğüne. Onu gammazlayanlardan nefret ettiniz mi? Kısaca filmle, hikayeyle, karakterlerle duygusal bağ kurabildiniz mi?
Dillinger’dan başka ünlü gangsterler arzı endam etti filmde. Bunlar hakkında ne öğrendiniz. (A evet Bebek Yüzlü Nelson ağır manyakmış.)
Kusursuz ama ruhsuz…
Hollywood zaman zaman bir furya yaratır ve dünyadaki tüm yapım şirketlerin kendilerince bu furyanın peşine takılmaya çalışırlar. Bu furya bazen vampir filmleri olur, bazen felaket filmleri… Şimdiler de sıra gangster filmlerinde… Universal bu furya pastasından en büyük dilimi almak için gayet hesapıl çekmiş ve çektirmiş bu filmi. Ama kendini sağlama almak için, para harcamadan para kazanmanın mümkün olduğunu bilecek kadar da tecrübeli oldukları için büyük bütçeli bir işe girişmiş ve kötü film yapma olasılığı olmayan bir yönetmene emanet etmiş filmi. Hesaplı kitaplı işten çıkacak film de, bu kadar olur işte. Kusursuz ama kusursuzluğundan mütevelli ruhsuz.
Ne demişti Ciaron: Kusursuz marifetler kamu teşebbüsleri seviyesine iner. Rastlantının böylesi sadık yarim, kara ninjam… “Kamu teşebbüsü”nün ingilizcesine bak: Public Enterprise