Festivaldeki üçüncü günüme iki adam damgasını vurdu. Birini siz de tanıyorsunuz, ötekini ise ben bile tanımıyorum.
Bugün dünya gözüyle sevdiğim bir aktörü gördüğüm gün oldu. Bugün sayısız filmini keyifle izlediğim Danny Glover‘ı gördüm.
Jose Saramago‘nun ünlü romanından Fernando Meirelles‘in sinemaya uyarladığı Körlük vesilesiyle yolu festivale düşen Glover, salona geldiğinde bize olgukça bitkin ve gergin gözüktü. Kıyafet olarak eşofman tadında rahat şeyler giymesini de onun sanatçı ruhuna yorduk. Sonradan kulağımıza siyahi aktörün bagajlarının kaybolduğu çalındı. Kafamızdaki tüm sorular yanıt buldu doğruluğunu teyit edemediğim bu havadis sayesinde.
Körlük festivalde seyrettiğim en iyi yabancı filmlerden ve so yıllarda izlediğim en iyi uyarlamalardan. Oscar’a şimdiden kur yapıyor diyebilirim. Film insanlar arasında ansızıın başlayan bir körlük salgınını konu alıyor. Bu fantastik salgın aslında tarihin gelinen noktasında duyarsızlaşmış, benmekezciliğin sınırına dayanmış ve kötücül huylar geliştirmiş insanların haddini bildiren bir lanet. Bu anlamda film hemen akla Shymalan’ın Mistik Olay’ını akla getiriyor. Tarzlar farklı ama hissiyat aynı.
Diğer çağrışım ise az bilinen bir animeyi gündeme getiriyor: A Wind Named Amnesia. Kozuo Yamazaki’nin bu filmi garip bir rüzgarın tüm insanların hafızasını ve uygarlığı sıfırlamasından sonraki bir dünyayı ve o dünyayı bir kurtuluş ya da bir açıklama ümidiyle arşınlayan bir adamı konu alır.
Salı filmlerinden bir diğeri büyük umutlarla gittiğim ama beklediğimi bulamadığım Pencere – The Window idi. Arjantin Hikayeleri ve Köpek Bonbon gibi filmlerde beni çok etkilemiş Patagonya hikayeleri anlatan Carlos Sorin bu kez 80 yaşındaki toprak sahibi Antonio’nun ölmeden önceki son gününü aktarmış beyaz perdeye.
Günün son flmi Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi’nin Yumurta’dan sonraki halkası Süt idi. Kaplanoğlu yine bildiği yolda ilerleyen bir filmle karşımıza çıkıyor ama bu kez ve ilk kez Kitano tarzı bir mizahla destekliyor filmini. Aynı şekilde filmine sıradışı ve irkiltici bir sahneyle başlaması da Kaplanoğlu’nun hayatın rutin akışına ve sıradan yanına adanmış sineması için oldukça büyük bir yenilik.
Güne damgasını vuran ikinci adamın kim olduğunu merak ettiniz değil mi? Dedim ya, tanımıyorum. Sabah 9.30’da uykumun nispeten güzel bir anında bir takım seslerle uyandım ve karşımda, yani tek başıma kaldığımı düşündüğüm odamda bir adam buldum karşımda.
Mini Bar sayımı yapacaklarmış. Dalmışlar odaya. Resepsiyona indiğimde söyledim tabi, ya uygunsuz bir durumda yakalansaydım diye. “Allah Allah, öyle bir şey olmaması lazım,” dediler. “Oldu, işte,” dedim. 5 yıldızlı otelde kalırsanız, kapınızdan ‘rahatsız etmeyiniz’ kartını eksik etmeyim derim yani ben. Sonra mazallah…