Yönetmenliğini Tim Burton’ın üstlendiği “Alice In Wonderland” (Alis Harikalar Diyarında) filmi “Alice Through the Looking Glass” (Alis Harikalar Diyarında: Aynanın İçinden) ile kaldığı yerden devam ediyor. Johnny Depp, Mia Wasikowska, Helena-Bonham Carter ve Anne Hathaway’li oyuncu kadrosuna eklenen iki yeni isim ise Sacha Baron Cohen ve yönetmen koltuğunu devralan James Robin.
Babasının yokluğunda dümene geçen Alice kendi ayakları üzerinde durmayı sürdürür. Ancak eşinin ölümü sonrası kızıyla baş başa kalan annesi, kızının bu farklı yanından memnun değildir ve yatırımlarının geleceğiyle ilgili önemli kararları kızına danışmadan alarak ailesini zor duruma sokar. Kapana kısılan Alice ise hiç ummadığı bir anda yardımına koşan Absolem sayesinde aynanın diğer tarafına, Harikalar Diyarı’na geçerek kurtulur. Uzun süredir görmediği dostlarıyla yeniden görüşme fırsatı bulan Alice, yakın dostu Hatter’ın durumunu öğrendiğinde ise kendi sorunlarını unutur ve arkadaşına yardım etmek için kolları sıvar.
Alice’ın hikâyesine kendi tarzını katan Burton’ın yönetmenliği James Robin’e emanet etmesi, geri adım attığı anlamına gelmiyor elbette. Zira Burton’ın kendi Alice yorumu olan karakterler, tiplemeler ve aralarındaki ilişkilerden oluşan bu dünyanın var olabilmesi için her zaman ona ihtiyaç var. Alice’in yaratıcısı Lewis Carroll’ın karmaşık hikayelerini aslından oldukça farklı bir hayal gücüyle birleştiren, onları anlaşılabilir bir basitliğe indirgerken haliyle içindeki imgeleri ve düşünsel öğeleri de kırpan Burton, bunun çaresi olarak da kendi çıkarımlarını izleyiciye sunma yoluna gitmişti. İlk filmde karakterleri yaratmaya fazlasıyla odaklanan ve devamı için sağlam bir zemin oluşturan Burton, bu sebepten ötürü hikayeyi özgür ve bağımsız kadın merkezine oturtarak diğer anlamda da işini zorlaştıracak düşünsel meselelerden bir süreliğine kurtulmuştu. Fakat sorunsallaştırdığı bu eksiği Alice Through the Looking Glass ile çözmeye başlamış gibi görünüyor Burton (Özellikle Zaman (Time) karakterini bu amaca yönelik sıkça kullanıyor).
Burton’ın en yanlış tercihi, muhtemelen yönetmenliği Robin’e teslim etmesi denebilir. Zira Burton’un zaman ile okyanus arasında kurduğu ilişkiyi abartılı ve bir noktadan itibaren alakasızlaşan giriş sekansıyla anlatması, filmin söylemek istediklerini son üç dört dakikaya sıkıştırmasıyla bütün bozuveriyor. İlkine kıyasla daha elle tutulur bir iş olmasına karşın Burton’ın hakkını yemenin ve başarıyı Robin’e yüklemenin bir anlamı yok, zira o söylenenleri yapan bir Hollywood askerinden ibaret, en azından bu film için. Her halükarda Alice Through the Looking Glass keyifli bir yapım, farklı bir Alice anlatmasına rağmen Kraliçe kardeşlerin arasındaki ilişkiye açıklık getirmesiyle de oldukça heyecan verici.