Bandanası, dur durak bilmeyen, hızlı konuşması ve en önemlisi renkli t-shirtleriyle TV dünyasının fenomeni Ali Ece’yi tanımayanız hala kaldı mı? Ayak Oyunlarından Akıl Oyunlarına Futbol kitabıyla bir de rafları şenlendiren Ali Ece’ye edebiyattan müziğe kadar uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik… Tadını çıkarın!
Seni tüm Türkiye spor yorumcusu olarak tanısa da, biz senin kültür dünyasının içinden geldiğini biliyoruz. Bir popüler futbol kültürü kitabı olarak tanımlayabileceğimiz “Ayak Oyunlarından Akıl Oyunlarına Futbol” adlı kitap çok gecikti bize kalırsa. Bu gecikmenin sebebini ve kitabın ortaya çıkış serüvenini paylaşır mısın bizimle?
Son 6 yılda o kadar çok çalışmak zorunda kaldım ki kitap yazacak değil okuyacak zaman bulabildim ancak. Ben ne kadar yazacaksak onun en az 10 katı okumamız ya da bir konu hakkında ne kadar konuşacaksak onun en az 10 katı konunun uzmanlarını, konuya en yüksek seviyede kafa patlatanları dinlemek gerektiğini düşünüyorum. Kitapta yazdığımın en az 10 katı kadar okuduktan ve başta program arkadaşlarım, meslektaşlarım ve hayranlar olmak üzere onları dinledikten sonra yazmaya cesaret ettim.
Bir de ülkemizin Gösteri Toplumu’na dönüşmesi sürecinde –ben katılmasam ve böyle hissetmesem de- bir “celebrity” ünlü olma durumu var. Belki 5 sene önce daha iyi bir futbol kitabı yazabilecek birikim ve yeteneğe sahiptim ama insanlar o zaman daha az ünlü olduğum için kitaba daha az ilgi göstereceklerdi. Böyle birçok benden daha az ünlü arkadaşımızın yazdıkları hak ettikleri ilgiyi bulmadı. İlgi manyağı falan değilim ama müzik ve daha önceki kitap yazma deneyimlerimden aldığım dersle gerçekçi şekilde bu kez bu “celebrity” statümü yazdığım kitap lehine kullanmak istedim. Maddi beklentim yok denecek kadar az, önemli olan yayılması, başka kitapların yazılmasında bir gram da olsa ilham verebilmesi. Maddi açıdan her kitabın satışından bana gelen parayla tırnak kadar bir gitar-bağlama penası bile alınmıyor!
İşin aslı bundan 4 sene önce Münir Üstün benimle tanışmak istedi ve hal hatır sorar sormaz “Ali abi futbol kitabı yaz, ben yayınlarım” dedi. Ben de kendisine “İyi de nasıl bir kitap yazıyım?” diye sordum. Münir kısaca “Sen ne yazarsan ben yayınlarım” dedi. “Ben zaten kendi içimden geldiğinden farklı yazamam maalesef” diyerek kabul ettim. Kitabı ise 6 ay önce kalem ve klavye ile yazmaya başladım. Lakin sürekli TV ve radyo programları, sokakta, mailde futbol üzerine beyin egzersizleri ve gazetelere, internet sitelerine maç analizleri, futbol yazıları derken aslında son 5 yıldır futbol üzerine kafa patlattığım tüm konuları kitapta bir araya getirip geliştirmeye çalıştım. Derledim toplamaya çalıştım.
Klasik bir futbol kitabı gibi değil “Ayak Oyunlarından Akıl Oyunlarına Futbol”, müzik, sinema gibi alanlar dâhil daldan dala atlaya atlaya ilerleyen eğlenceli bir anlatımı var. Bunun başka örnekleri var mı dünyada?
Aslında hepsi aynı ağacın dalları… O yüzden aynı ağacı daha iyi betimleyebilmek için de daldan dala gezmek gerekiyor diye düşünüyorum. Müzik konusuna gelirsek, kitaptaki müzik vurgusunu müzisyen ya da müzik delisi olduğum için yapmıyorum. Herkes futbolun endüstrisinden pazarlamasından bahsediyor ama birkaç yıl öncesine kadar statlarda çalan müziklerle futbol arasındaki bağlantı Serdar Ortaç ile Kasabian arasındaki bağlantı kadardı. Futbolu daha iyi pazarlamalıyız diyenler halen arabada radyoda ne çalarsa onu dinliyor, seçmiyor üstüne kafa patlatmıyor. Diğer sektörlerdeki pazarlamada reklamlarda ise tam tersine büyük zihinsel mesai harcanıyor.
Saha içine gelelim: Almanya, İngiltere ve İspanya’daki statlara bakınca ise her maç öncesi saatlerce çalınacak şarkı listesi üstüne kafa patlatıyorlar. İnsanları harekete geçirmek, motive etmek, onlara hizmet etmek gerek. Onu bırak, her ligin kendi müziği olmalı. Bizimkiler dizisindeki Halil Pazarlama’nın bile müziği vardı! Semt pazarına gidince pazarcıların en başta kulağa garip gelen bağırışlarını yadırgarsınız ama zamanla alışır ne almak istiyorsanız o garip bağırışa göre de tezgâhına gider alırsınız. Türkiye Basketbol Milli Takımı ve Athena’nın “12 Dev Adam”ı arasındaki sıkı ilişkide olduğu gibi!
Ben bu konuda tabii ki tek değilim. İngiltere, Almanya, Brezilya, Arjantin, İtalya, Fransa gibi bizim Türkiye’ninkinden daha çok izlenen liglere bakınca hepsinde müzik ve eğlence, lig pazarlamasının kilit açan boyutlarından birisi. Eğlenceli anlatım diline gelirsek, ben Türkçe dışında İngilizce, Fransızca biliyorum ve L’Equipe, FourFourTwo, Guardian, France Football, Times gibi mecralardan da futbol okuyorum, anlatım dilleri gayet eğlenceli. Tıpkı Türk futbol yazarlığının uçbeyleri İslam Çupi ve Doğan Koloğlu’nun futbol yazım dilleri gibi!
Bir keresinde eşime Liverpool maçı izlerken “Tamam, Jordan Henderson bir Gerrard değil ama Julio Alves kadar da kötü değil; Stone Roses’ın ‘Second Coming’ albümü gibi bir şey” demiştim. Sonra genç arkadaşlardan birisi 6-7 ay sonra Guardian’dan bir futbol yazısını paylaştı, orada benden 10 yaş küçük bambaşka bir milletten ve kültürden gelen bir meslektaş “Henderson, ‘Second Coming’ gibi en iyisi değil ama daha önceki kadar da muhteşem olmadığı için çok da iyi bulunmuyor” demişti. Hem “Oh ya o kadar da deli değilmişim” deyip rahatladım, hem de “Kerataya bak önce ben buldum ama onun yazdığı gazete daha çok okunuyor, yazdığı dili de bütün dünya okuyor” diye hissedip kıskandım.
Almanya ve İngiltere futbolu kitabın temelini oluşturuyor diyebiliriz. Neden bu iki ülke üzerine kurdun kitabın yapısını?
Çünkü Almanya bize Türklerin genetik olarak futbolda gelişemez olduğunu iddia eden yalanı yıkıyor. Yetiştirirsen olur işte Mesut Özil, işte İlkay Gündoğan işte Hakan Çalhanoğlu ve yüzlerce Almanya’da yetişmiş Türk oyuncu. Almanya’da yetişmiş Alman ya da diğer etnik kökenlerden oyunculardan eksikleri yok hatta fazlaları var. Sorun oyuncuda değil yöneticide, Almanya bunu gösteriyor.
Neden İngiltere çünkü dünyada olduğu gibi Türkiye’de de en popüler lig. Üstelik bunu en iyi futbol oynanan lige sahip olmadan başarıyorlar. Bir de herkes sürekli “Efendim, İngiltere Premier Lig’de böyle değil!” diye başlayan cümlelerle Türk futbolunu eleştiriyor. Kitapta İngiltere Premier Lig’in ne kadar geri seviyeden başladığını anlatıyorum. Yani bir günde Premier Lig olunmuyor. Bizdeki yönetemeyici kafasıyla hiç olunmuyor.
Almanya ile İngiltere arasındaki rekabet de Avrupa’nın en çekişmeli değil ama en popüler rekabeti. Premier Lig’in kurulduğu ilk sezonda İngilizlerin çoğu Dünya Savaşları’na sebep halen Alman, Fransız, İtalyan düşmanıydı. Şimdi bakıyorsun ligin en büyük yıldızları hep bu 3 “eski düşman”dan. “Efendim, İngiltere Premier Lig’de böyle değil!” diye ahkâm kesip gerisini getirmeyenlerin önce bunu anlaması gerekiyor. Rekabet iyidir, husumet ise çürütür!
Senin “Ayın En Güzel Hali” ve “12 Azize’ye 12 Ağıt” adlı iki tane romanın da var. Edebiyat ile ilişkin ne durumda şu anda?
Edebiyat ile ilişki durumum karmaşık artık. Okuduğum kitapların % 51’i futbol, kalanın yarısı da müzikle ilgili. Futbol ve müzik kitaplarının içinde ne kadar edebiyat varsa, o kadar edebiyatla içli dışlı olabiliyorum. Tabii halen Ece Ayhan, İlhan Berk, Albert Camus, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sartre, Aldous Huxley, Dostoyevski’yi tekrar tekrar okumaya devam ediyorum. Yeni Türk edebiyatından Emrah Serbes, Hakan Günday ve Orçun Türkay’da kaldım. Daha yeni iyi şeyler çıkmışsa, önerin okuyayım. Ne de olsa bir süre TV programı yapmayacağım, okumak için daha çok zamanım olacak.
Son olarak yazın-dışı bir soru sormak istiyorum; senin ayrıca devam eden müzik çalışmaların olduğunu biliyoruz. Müzik çalışmaları ne âlemde?
Dinar Bandosu’ndan ayrıldıktan sonra 16 yeni beste yaptım. Tüm enstrümanları kendim çalıp kendim kaydediyorum. Haliyle biraz uzun zaman alıyor. Çaldıkça, kaydettikçe yeni şeyler öğreniyorum. Solo albüm, miks aşamasına geldi. Tabii ayrı ayrı evlerde kaydedildiği için haliyle biraz dağınıklar. Moğollar’dan tanıdığınız süper orgcu Serhat Ersöz şahane bir tonmaisterdir de! Artık top Serhat abide!
Bir ara TV programından sonra Tuna Kiremitçi ile karşılaştık ayaküstü sohbet ettik, beraber bir şey yapsak mı diye konuştuk ama orada kaldı. Erkin Koray haklıymış: “Tek başınasın”. Sahnede çalmayı özlüyor muyum? Çok değil. Önce basçıydım, kısa süre orgcu oldum sonra herkes gitarcı olarak tanıdı. Şimdi davulları bile kendim çalıp kaydediyorum, org, bas, gitarın yanı sıra bir sürü yeni enstrüman öğrenmeye çalışıyorum. Lakin ilk günden beri müzikte tek istediğim herhangi bir aleti çok iyi çalmak değil, kafamdaki müziği tamamen kendi çaldıklarımla kaydetmek. Hayatımda ilk kez bu hayalimi gerçekleştirmeye çok yakınım. Gerisi önemsiz. Solo albümü plak olarak basacağım, kitapta olduğu gibi kaç tane satmış, kaç para gelmiş gram umurumda değil. Yeni kuşağa bir şeyler bırakmamız gerek. Gökyüzüne bir avuç tohum saçalım, tarlada daha gürbüz ürünler çıksın. Benden öncekilerden böyle öğrendim.