Bilgisayar delisi olan Benjamin’in bir hacker grubuna katılması ve eylemler sonucununda başına açtığı sorunları çözmek için giriştiği çabayı anlatan “Ben Kimim” (“Who Am I – Kein System Ist Sicher“) psikolojik derinliğe sahip, mantıktan çok sapmayan keyifli, yoğun ve akılda kalıcı bir aksiyon. Akıllarda sorular bırakan, senaryosu kuvvetli bir yapım.
Günümüz Alman sineması artık üçe ayrılmış durumda: Vizyon filmleri, festival filmleri ve “Berlin” filmleri. Vizyon filmleri genellikle Alman mizah anlayışına hitap eden, diğer kültürlerin pek de tercih etmediği yapımlarken festival filmleri sinemanın yedinci sanat olduğunu hatırlatır niteliğe sahip. “Berlin” filmleri ise bu tarzların dışında, kendine has nitelikleri olan farklı yapımlar.
Berlin filmleri daha ziyade Hollywood’un Avrupa’sı diyebileceğimiz, iki kıtadan özellikler taşıyan bir harman. Bunun birçok sebebi var tabi ki. Bunlardan ilki kuşkusuz Berlin’in New York, Londra, Paris, İstanbul gibi dünyanın sayılı metropollerinden biri olması. II. Dünya Savaşı’nda aldığı yaralara rağmen geçmişte yapılmış olan ve hala da devam eden yatırımlarla her gün daha da gelişen bu merkez, bütün bunların yanı sıra kültürel zenginlikleriyle de farklı bir havaya sahip. Eğitim, sanat ve şehircilik bakımından oldukça zengin olan, bu nedenle de her yaşa farklı dünyalar sunabilen böylesi kozmopolit bir şehirde haliyle sinema da farklı alternatiflere sahip oluyor. Savaşlar görmüş ve bunlardan ders çıkarmayı başarmış bir toplumun içinde birbirinden farklı birçok kültürle harmanlanan sinema sektörü daha yüksek verimde ürünler sunuyor.
2014 yapımı olan ve büyük kısmı Berlin’de geçen Who Am I – Kein System Ist Sicher filmi de Berlin filmlerinden biri. Hollywood-vari konusu ve senaryosuna karşın hem anlatım hem de karakterler olarak Avrupai görüntü çizen yapım, esasen bir aksiyon filmi. Fakat detaylara takıldıkça farklı alanlara temas ediyor olmasıyla unutulup gidecek boş yapımlardan kendini ayırıyor.
Çevresindeki dünya tarafından dışlanmış, özgüven yoksunu Benjamin’in bu yalnızlığından kurtulmak için kendini bilgisayarına ve ardından da bilgisayarın sunduğu sanal dünyanın inceliklerine, yani kodlara vermiş bir gençtir. Sevdiği kız için üniversitenin sistemine girip soruları çalmaya kalkışan, ancak yakalanan bu pizza dağıtıcısı genç, aldığı toplumsal hizmet cezası sırasında Max ile tanışır. Havalı ve kendisinin aksine özgüven sahibi olan Max’ten etkilenen Benjamin, Max’in oluşturduğu hacker ekibine katılır. Birçok eylem yapan, adeta fenomen haline gelen bu ekip yine de Anonymous gibi tehditkar bir grup olarak görülmemekte ve idolleri olan hacker tarafından küçümsenmektedir. Hem sanal dünyaya hem de idollerine kendilerini kanıtlamak için daha büyük eylemlere girişmeye karar veren ekip girilmez olarak nitelendirilen Alman İstihbarat Teşkilatı’na sızıp kendilerini kanıtlamak ister. Fakat işler beklendiği gibi gitmez ve başlarına açılan dertlerden kurtulmak için ummadıkları eylemlere girişirler.
Filmin hacker temalı bir aksiyon filmi olması yakın zamanlarda izlediğim fakat abartılarından ötürü beğenemediğim Blackhat filmini aklıma getirdi izlemeden önce ve açıkçası benzer bir yapım görmekten fazlasıyla korktum. Fakat beklentilerimin çok aksine film belli başlı abartılarına rağmen mantık sınırlarının dışına çıkmayan, aksiyonunda “hayır canım bu kadar da olmaz” dedirtmeyen ve konusuyla da dikkat çekmeyi başaran bir yapım. Değinilmesi gereken birçok noktasına karşın sürprizi bozulmasın diye yazının devamında değineceğim filmi kesinlikle tavsiye ederim. İzledikten sonra da akıllara gelecek o tek sorunun cevabını da aşağıda yer alacak incelemenin sonunda vereceğim.
***Yazının devamı sürpriz bozan (spoiler) içermektedir!
Giriş sekansını saymazsak film bize ilk olarak bir geek (bilgisayar delisi olarak da Türkçeleştirebileceğimiz) sunuyor. Bu ilk bölümde bir yandan ana karakteri bizlere tanıtırken bir yandan da geek kelimesinin hem anlamını hem de geekler hakkındaki basmakalıp düşüncelere değiniyor. Yalnız olan, çevresindekilerce dışlanan ve dışlandığı bu dünyayı bırakıp var olabildiği, bir kimlik edinebildiği sanal dünyayı tercih eden Benjamin birçok filmde gördüğümüz sıradan bir geek görüntüsü çizerken; Max, Paul ve Stephan bunun tam aksi yönde, pek de alışık olmadığımız tipler olarak karşımıza çıkıyor. Film de zaten bu eleştiriyle, kalıplaşmış önyargılardan uzaklaşıp gerçekçi bir yapıya geçişiyle izleyiciyi yakalıyor. Keza MRX’in üç kuralı da senaryoya olan katkısının yanında filmin bu yönünü de vurgulama görevi görüyor.
Filmin ikinci bölümünde Benjamin’in gerçek dünyada eyleme geçişini ve hareketini görüyoruz. Bu bölümde doğal olarak sanal dünyanın kesinlikle sunamadığı bir gerçek kullanılıyor: Aşk. Marie karakteri hem tümüyle gerçek dünyaya ait oluşuyla sanal dünyada elde edilemezken hem de Benjamin’in bilgisayarla tanışmadığı döneme, yani yalnızlığına hiçbir çare bulamadığı çocukluğuna ait oluşuyla da sanalda telafisini bulamayacağı bir figür haline geliyor. Bu güçlü motivasyonla ve de tabi ki “süper kahraman” içgüdüsüyle Benjamin harekete geçiyor.
Filmin üçüncü bölümünde Benjamin’in önce Max ile, ardından da Paul ve Stephan ile tanışıp ekibe katılması ve birlikte eylemler gerçekleştirmesi işleniyor. Masumane başlayan bu eylemler sanal dünyanda beklenen etkiyi yaratamayınca, yani başta MRX olmak üzere sanal yer altı dünyasınca pek ciddiye alınmayınca, bir kimlik edinme mücadelesi olan bu eylemler şiddetini arttırıyor.
Filmin dördüncü bölümü gerçekle sanalın artık iyice birbirine karıştığı ve sanal dünyadaki suç nitelikli kötücül eylemlerin hayat geçtiği bir süreci işliyor. Bu süreç boyunca bir yandan suçun nasıl işlenebildiği üzerinden bir aksiyon yaratılıp film hareketlenirken bir yandan da bu suçların nasıl ve ne kadar kolay işlenebileceği gösteriliyor. Abartı da olsa gerçeklik payı olan bu eylemler sürecince film bir yandan da hikayesel olarak farklı bir yöne doğru kayıyor.
Filmin beşinci bölümü Benjamin’in yakalanmasını ve hastalığının gün yüzüne çıkmasını anlatıyor. Fakat bu noktada altıncı bölüm olan sonla ilginç bir ilişkilendirme var. Filmin iki sahnesinde (en azından ben iki sahnede gördüm) beşinci bir karakter dikkat çekiyor. İlk olarak çatıdaki sahnede, ikinci olarak da Hanne ve Benjamin’in arabada olduğu sahnede arka planda CLAY maskeli bir karakter görülüyor. Nerden çıktığı anlaşılmayan ve ekibin diğer üyelerinden de bağımsız olan bu karakter aslında Benjamin’in de annesi gibi çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip olduğunu gösteriyor. Fakat filmin soru olarak bırakmak istediği ve başardığı meseleye, diğer üyelerin gerçek olup olmadığına dair bir cevap vermiyor. Yine de özellikle Max’in Benjamin ile olan farklılıklarına, Benjamin’in onla olan ilişkisine bakıldığında, her görevde Benjamin’in ön planda olmasıyla onun da hayal olduğu yorumuna ulaşılabiliyor. Özellikle Marie ile Max’in öpüşmesi, ancak Marie’nin eve Benjamin’i görmek için gelmesi bu ihtimali büyük ölçüde doğruluyor. Yönetmen Baran bo Odar’ın filmin açık uçlu bitirdiğini, ekibin gerçek olup olmadığı yorumunu seyirciye bıraktığını söylemesine rağmen bahsettiğim bütün bu etkenlerin, çoklu kişilik bozukluğu ile şizofreniyi filmde kesin olarak ayırmasının ve Odar’ın bir röportajda Marie’nin Benjamin hariç hiçbir üyeyle göz göze gelmediğini, hiçbirini ciddiye almadığını belirtmesinin sonucunda Benjamin’in hasta olduğu doğrulanıyor. Fakat yine de bu doğrunun kesin olmadığı da bir gerçek, yalnızca bize verilenler gözünden bakıldığında doğru görünüyor. Zaten filmin de adı Who Am I, yani filmin akıllarda soru işareti bırakmaya çalıştığının kanıtı.