Beat Kuşağı, lanetlenmeyi bilmeden, lanetlenen insanların hikâyesini anlatır. Bu hikâyenin aktörleri; Jack Kerouac, William Burroughs ve Allen Ginsberg, 1960’lı yıllarda insanlara alkol ve uyuşturucunun etkisiyle ‘yapay bir cennet’ vaat ediyorlardı. Bu yapay cennet, yaşanan hayatı kendi mutsuzluğunun taşlarıyla örüyordu. Artık, hayattan nefret etmeyi bilen bir hayat; şiiriyle, sinemasıyla ve müziğiyle ortaya çıkıyordu. Janc’lar, getto’lar da uyuşturucunun etkisiyle mutsuzluklarından silkiniyordu. Dennis Hooper, uyuşturucunun ve müziğin etkisiyle Easy Rider’ı (1969) yaptığında, bu mutsuzluk hikâyesi Amerika’ya gerçek köklerinin nerelerde olduğunu anlatıyordu: Biraz uyuşturucu, biraz alkol, biraz da sigara kötü bir şey değildi! Artık saç uzatmak, vücuduna dövme yaparak pejmürde elbiselerle motosiklete binmek moda olmanın ötesinde, hayata karşı bir duruş şekli olmaya başlıyordu. Alt sınıfların öfkesi ya dudakta bir sigara dumanı ya motosikletin pedalına basılan bir gaz ya da topluma duyulan öfkenin bilinçaltı temellerini inşaa ediyordu. Yaşanan hayat gittikçe ya bir acıyı ya da bir hüznü işaret ediyordu.
Amerikan hükümeti ilk sigara yasağını başlattığı yıllar da Hollywood, buna karşılık olarak Ret Kit’in ağzındaki sigarayı çıkartıp yerine küçük bir dal parçasını koyarak buna karşılık vermişti. Charlie Chaplin ise bir filminde sigara içtiğinde rahatsız olduğunu belirterek öksürüp duruyordu. Hollywood, gittikçe her filminde Amerika’nın bir tür özgürlükler ülkesi olduğu anlatılıyordu ama bu o kadar da kolay değildi! Zaten özgürlük dediğimiz şey gittikçe Hollywood’un gösteri dünyasında bir sigara paketi fiyatına alınıp satılabilecek bir hale gelmişti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden ‘Amerikan Rüyası’nı canlandırmak için yapılan müzikal filmler, çocuk filmleri veya Amerikan ailesinin kutsandığı filmlerin hiçbirinde kahramanın veya figüranın sigara içmemesi de tam bu nokta da bir rastlantı değil, sonuç’tur.
John Ford beyazperdeyi kanla sulayan beyaz Amerikalıların tarihini anlattığı üçlemesi olan, Kan Kalesi (Ford Apache, 1948), Sarı Kurdelalı Kız (She Wore a Yellow Ribbon, 1949), Kahramanlar Diyarı (Rio Grande, 1950) filmlerinde idol oyuncusu John Wayne’e çoğunlukla sigara içirmemişti, ama Kızılderileri reislerini mağlup ettiğinde, onlarla zorunlu uzlaşmalar sağlayıp hep beraber barış çubuğu tüttürürdüler. Yıllar sonra, batının o ıssız bozkırlarında parlak suratlı ve şık giyimli John Wayne’nin yerini alan kirli sakallı, keskin bakışlı, yalnız ve biraz pejmürde giysili Clint Eastwood’a, Hollywood bu defa o istemese de sigara içirtecekti. Batının ıssız topraklarında yıllar önce Red Kit’in ağzından çıkan sigara, Eastwood’un ağzında tekrar geri dönüyordu. Hollywood, kahramanlarına özgürlüğün ve maceranın tadını yaşatmaya kararlıydı! Ama bu macera kahramanına sadece zaferi işaret etmiyordu. Hiç kimse mutlu değildi ve artık kahramanlar yenilgiyle tanışmıştı! Sergio Leone, bize filmlerinde Clint Eastwood gibi kahramanlarının sürekli hedefe nişan alırken ağzından da hiç düşürmediği sigarasını gösteriyordu. Leone, bu yakın planlarda bize silah ve sigaranın bir güç, dahası bir erkeklik sembolü olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Hollywood, western filmlerinde Charles Bronson, Le Van Cliff, Eli Wallach gibi baskın erkek kahramanları ağzındaki sigarayı daha uzun zaman planlarla göstermeye başlamıştı. Av ve avcı karakterleri sürekli yer değiştirerek, gittikçe sıkıntılarını sigara ile bertaraf etmeye başlamışlardı. Zaten ağızdaki sigara bitince, eller silahlara gidiyordu.
Modern hayatın gittikçe sertleşmeye başlamasıyla, kahramanlar düellolarda veya baskınlarda yaralanmaya başlamıştı. Bu dönüşümün en iyi ipuçlarını gangsterlerin dünyalarına bakarak okuyabiliriz. Francis Ford Coppola’nın Baba-I-II-III (The Godfather, 1972-1974-1990) filmleri serisinde Don Corleone, kararlarını almadan önce sigarasından bir nefes çeker. Omuzu hep geride, başı hep yukarıdadır. Sigaranın dumanını eğer rakipleriyle karşı karşıyaysa meydan okur gibi onların üzerine, dostları ile beraber ise hafif aşağıya doğru üfler. Mafya da sigara statüyü değil, hep bir iddiayı ya da iktidar olmanın görkemli ifadesini dile getiriyordu. Ve mafyanın bütün üyeleri sigaralarını genelde kapalı ve kumar oynanan loş mekânlarda içiyorlardı. Kumar ve içkinin karanlığında kaybolan takım elbiseli katiller sigaranın dumanıyla daha da karalığa boğulduklarında, hayatlarının da biraz muğlâklığı ve sisin içinde yavaş yavaş eriyorlardı. Kahramanlar ne kadar aydınlık mekânlarda dolaşırlarsa o kadar da sigaranın ve hayatın dumanından uzaklaşıyorlardı!
Hollywood, başlangıçta güç ve erkeklik sembolü olan sigarayı zamanla acının ve hüznün simgesi haline dönüştürmeye başardı. Şüphesiz bu konum Amerikan sinemasında ki kahramanların filmlerine öznenin parçalanması olarak yansıdı. Martin Scorsese’nin Taksi Şoförü (Taxi Driver, 1976) filmindeki kahramanı Travis (Robert De Niro) sigara içmediği halde bu parçalanmayı en şiddetli yaşayanlardan biriydi. Aynaların ve gecenin mavisinde kaybolmaya yüz tutan her sokak serserisi, önce sigaranın dumanında kayboluyordu. Vietnam’dan dönen Travis, sokakların da uyuşturucu çeteleri, alkolikler ve sürekli sigara içen insanlarla dolu olduğunu görünce filmin finaline doğru toptan bir temizliğe başlayacaktı! Bu da, Mc Carty uzantısı olan muhafazakârlığın eleştirisiydi işte! Ne de olsa Travis, Vietnam’da Amerika’nın çıkarları ve halkının iyiliği için çarpışmış ve sağ olarak geri dönmüştü. O’na göre bu pislik temizlenmeliydi! Yine Scorsese, Paranın Rengi (Color Of The Money, 1986) filminin giriş sekansını bir kül tablasındaki yanan sigaranın dumanından başlatıyordu. Bu görkemli sahnenin başlangıcı bize birazdan olacak olayların ne kadar çok uçucu olabileceğini işaret ediyordu.
Jack Nicholson, Hector Babenco’nun Sonsuz Matem (Ironweed, 1987) filminde ağzından hiç düşürmediği sigarasıyla sanki kendi toplumsal statüsünün yasını tutuyordu. Bu yas, film boyunca hiç bitmeyecek bir ayinin küçük bir parçasıydı aslında. Sürekli değişen sadece aktörlerdi! Burt Lancester gidiyordu, James Caburn geliyordu. Kısacası, hayat hep aynı hayattı! Dünya gittikçe içine sıkıştırıldığımız ve küçük bir oyun parçası olmaya başlayan yuvarlak bir küreydi işte! Sonsuz Matem, yaşanılan hayatın nasıl lanetlendiğini ve lanetlenen insanların nasıl bir hayat sürdüğünün hikâyesini anlatıyordu. Jack Nicholson bir köşe başında yaslandığı duvardan içtiği sigaranın dumanına bakarak yavaş yavaş eğilerek yere oturmaya çalıştığında az önce kendi öldürdüğü bir arkadaşının hayaletini sokaklarda gördüğü için kendini bir türlü affedemez. Oysa, o hayat kendisi gibi ölen ya da affetmeyen bireylerle doludur. Jack Nicholson gibi film kahramanların hayatına sirayet eden acımasızlık, ölmenin ve öldürmenin ötesinde iki kelimeye eş düşer: Hüzün ve acı!
Steve Buscemi, bir filmde “Amerika, özgürlükler ülkesidir! Ama o özgürlük sadece sigaranın dumanındadır” der. Bazı filmler sadece anlattığı gibi görünür, ama sigara içen kahramanlar asla sigara içtiği gibi görünmezler!