Ülkemizdeki film festivallerinin son yıllarda hem nicelik hem de nitelik olarak gösterdiği gelişim dikkat çekici. Her geçen yıl yeni bir film festivali haberi daha geliyor kulağımıza. Eskiden yalnızca büyük, zengin ve göz önündeki yerlerde görmeye alıştığımız film festivallerinin, Mardin, Kars, Van gibi uzak kentlerde de filizlenmesi yalnızca sinema adına değil, kültür, eğitim, sosyal hayatımızın esenliği adına da sevindirici.
Sinema her yaştan insan için eğlence imkanı sağlayan sıradışı bir şenlik. Hani beylik bir laf vardır, “yediden yetmişe herkes” diye… Sinema seyircisi işte ancak o çok geniş, kalabalığından mütevellit kozmopolit kategoriye sığdırılabilir.
Film festivallerinin seyircisi ise – en azından İstanbul ve Ankara’daki festivallerde, biraz daha farklıdır. Çünkü para değil, sanat yapmanın peşindeki bağımsız yönetmenlerin ya da büyük stüdyoların risk olarak gördüğü genç yönetmenlerin imza attığı bağımsız yapımların; Hollywood yapımlarının ekarte edip de vizyona çıkma şansı olmayan Avrupa ve Dünya sineması örneklerinin; sinema tarihinden derlenmiş eski filmlerin gösterildiği festivaller daha çok sinefil adı verilen, yani sinemayı haftasonu eğlencesi görmeyi bırakıp bir hayat tarzı haline getirmiş türde seyircilerin ilgisini çekmektedir. Bunların dışında farklı gruplar da vardır elbette: vizyonu istila eden Hollwood yapımlarını bir tekerlemenin halkası olarak görmeye başlamış sanatseverler; festivali ilk yılından beri takip eden ritüelist eski tüfek solcular; sırf “festivale gittim” diyebilmek ya da bir aktivite yapmış olmak için bilet alanlar gibi…
Küçük Anadolu kentlerinde, Güneydoğu’da, Doğu Anadolu’da gerçekleşen festivaller ise tamamen farklıdır. Orada bir sanat etkinliği gibi değil, bayram gibi yaşanır film festivalleri. Yani olması gerektiği gibi… Zaten festival kelimesinin bizim kültürümüzdeki tam karşılığı bayram değil midir…
Oralardaki seyirciler daha çok, bu bayram eğlencesinden payına düşeni almak isteyen çocuk hissiyatındadırlar. “Şehre sinema gelmiştir” onlar için. Çünkü genellikle bir sinema salonu dahi yoktur şehirlerinde. Olanlar yıllar önce kapanmıştır.
Kısaca; nasıl bambaşka yaşanıyorsa hayatlar ülkemin bu büyük coğrafyasında, sinema festivallerinde de durum aynıdır.
Türk ve Avrupa sinemasının seçkin örneklerini Türkiye’nin değişik kentlerindeki sinemaseverlere sunmak ve Türk sinemasının da Avrupa’da tanınmasını sağlamak amacıyla ilk kez 1995 yılında gerçekleştirilen Avrupa Filmleri Festivali (2-25 kasım), nam-ı diğer Gezici Festival’in, Genel Yönetmeni Başak Emre bu atmosferi yıllardır bizzat yaşıyor. 13 yıldır 40 bin km’den fazla yol yapan festival vesilesiyle neler tecrübe ettiğini soruyoruz Başak Emre’ye:
“11 yıl içinde seyirci açısından en güzel deneyimimiz sanırım Van oldu. Birçok filmi ayakta izleyen Vanlılar festivalin son günü son seans bittiğinde yarım saat minibüsün yanında son bobinin hazırlanmasını ve yola koyulmamızı beklediler. Sırf el sallamak ve bir yıl sonra tekrar gelme sözünü alabilmek için. Kars’ta Yazı Tura’nın galasında dışarıda kalan yaklaşık 500 izleyici Belediye Başkanı Naif Bey’in ek gösterim sözü üzerine Kasım ayı soğuğunda dışarıda iki saat filmin bitmesini beklediler. 1997 yılında ise Diyarbakır’a gitmeye niyetlenmiştik, gitmeden bir gün önce Diyarbakır Valiliği’nce verilen izin Olağanüstü Hal Valiliği’nce iptal edildi ve festivalin Diyarbakır bölümünü iptal etmek zorunda kaldık. Basın da o zaman bu olaya fazla ilgi göstermedi. 14 yıl içinde Gezici Festival’in yaşadığı tek bürokratik zorluk budur.”
Festivallerin gerçekleştirilme amacı öncelikli olarak para kazanmak değil. Zaten devletin ve yerel yönetimlerin katkıları olmadan festivalleri gerçekleştirmek mümkün değil. Devlet kültürel misyonundan dolayı, yerel yönetimler aynı sebebin yanı sıra kentlerinin tanıtımını yapabilmek için taşın altına sokuyorlar ellerini. Yine de küçük bir festivalse uğraştığınız amatör ruhla işe sarılmadıktan sonra ertesi senelerde festivalin arkasını getirmeniz mümkün değil. Farklı düşünenler de var tabi. Sinema sektörünü en yakından tanıyan sinema yazarlarından Sadi Çilingir onlardan biri:
“Film festivali organizasyonlarının amatör ruhla değil, para kazanma amacıyla yapıldığı kanaatindeyim. Zaman zaman kimi festivallerin “falancanın festivali, benim festivalim, şunun festivali, bunun festivali” şeklinde adlandırılmalarına da içerliyorum. Festival organizasyonlarının kişilere değil, kurumlara verilmesi kanaatindeyim.”
Devlet desteği önemli olsa da, bunun polemiklere yol açan bir konu olduğu su götürmez. Festivallerin Kültür Bakanlığı’ndan aldığı ödeneklerin birbirleriyle kıyaslanması, falanca festivalin filanca festivalden daha fazla ödenek almasının altında bir çapanoğlu aranması artık rutin olmuş sektör kulislerinde. Aynı zamanda akademisyen olan sinema yazarı Özgür Şeyben devlet yardımı konusunda şunları söylüyor; “Devletin festivallere gereğinden fazla destek olduğunu düşünüyorum. Festivaller, düzenlendikleri şehirlerin yerel yönetimleri tarafından sahiplenilse herkes için daha iyi olur. Ayrıca kurulduğu ilk yıldan itibaren kesintisiz destek almak da sorgulanması gereken bir olgu. Bu durum biraz da festivallerin kurumsallaşma adına sorunları olduğunu gösteriyor. Eğer devlet sinema adına hayırlı bir şey yapmak istiyorsa üniversitelerdeki sinema okullarına destek olsun, böylece üretime yönelik bir katkı sağlayarak festivallerin rahatlıkla programlarına dahil edebilecekleri sinema sanatı ürünlerinin de artmasını sağlayabilir. Hem bu desteği festivallerde olduğu gibi sürekli yapmasına da gerek yok. 2008 yılı içerisinde devletin festivallere verdiği parayı bir kereye mahsus sinema okulları arasında bölüştürmek mümkün olsa her şey daha farklı olabilirdi.”
Başak Emre ise bir festivalci gözüyle değerlendiriyor aynı konuyu: “Dünyanın birçok ülkesinde kültür bakanlıklarının yanı sıra yerel yönetimler ve özellikle özel sektör festivallere destek oluyor. Türkiye’de özel sektör İstanbul dışındaki etkinliklerle hemen hemen hiç ilgilenmiyor. Ayrıca kültüre sanata değil daha çok futbola ve diğer spor dallarına ilgi gösteriyor. Son yıllarda bir yeni eğilim de ortaya çıktı. Birçok şirket kendi sanat bölümünü kurarak kendi adıyla anılan kültürel etkinlikler düzenliyor. Yerel yönetimler de kendi kentlerinin adını ön plana çıkaran etkinlikler düzenlemek istiyorlar. Festivallere sağlanacak katkı devlet, yerel yönetimler ve özel sektörce paylaşılmalı.”
Başak Emre’nin değindiği, özel şirketlerin İstanbul dışındaki şehirlerdeki festivallere destek olmaması aslında pek çok farklı versiyonuna sık sık şahit olduğumuz bir Türkiye gerçeği. Üstüne üstlük Emre büyük kentlerde festivallere yönelik ilginin azaldığını, buna mukabil özellikle doğu ve güneydoğuda her geçen yıl daha yoğun bir ilgiyle karşılaştıklarını belirtiyor. Bir rüzgar yakalanmışken, yelkenin iyice doldurulmasına özel sektör de katkıda bulunsa ne güzel olurdu, diye düşünmeden edemiyor insan.
Festival kenti İstanbul ve Uluslararası İstanbul Film Festivali (5-20 Nisan)
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı 27 yıldır süren sinema festivali geleneğini, 1982 senesinde İstanbul Festivali kapsamında düzenlenen 6 günlük film haftasının beklenenden fazla ilgi görmesi üstüne aynı yılın Nisan ayında başlatmıştı. 17 ülkeden 44 filmin katılımıyla gerçekleşen etkinlik o günlerde Sinema Günleri adını taşıyordu. 1989 yılı başında, Uluslararası Film Yapımcıları Dernekleri Federasyonu tarafından “özel konulu, yarışmalı festival” olarak tanınarak, dünya çapında bir festival olma niteliği kazanınca ismi Uluslararası İstanbul Film Festivali olarak değiştirildi. Bugün dünyanın saygın film festivallerinden biri olarak kabul gören İstanbul Film Festivali 1996’dan beri sinema sektöründe önemli yeri olan kişilere “Yaşam Boyu Başarı ve Onur” ödülü veriliyor. Cumhur Canbazoğlu festivalin dünden bugüne geçirdiği evrimi bir sinema yazarı olarak şöyle gözlemlemiş:
“Uluslararası İstanbul Film Festivali ilk yıllarda sinematek işlevi gördükten sonra, sabırla kendi seyircisini kendi yaratarak bugüne geldi. Bunun yanında, sanat filmi pazarını da canlandırarak sektöre katkıda bulundu. Bu arada, uluslararası pazar olamasa da, işin sanat yanını parlatıp, 1 milyon euroluk bütçesiyle ülkenin en önemli etkinliklerinden biri haline geldi; marka oldu.”
28’incisi Nisan 2009’da gerçekleşecek İstanbul Film Festivali’nin İstanbul’a, İstanbullu sinemaseverlere kattıkları göz ardı edilemez. İlk gününden beri festivalin takipçilerinden ve kültür sanat hayatımızın en keyifli demirbaşlarından olan Sevin Okyay da böyle düşünüyor; “Sinematek seyircilerinin, ticari filmler dışındaki filmler hakkında bir ölçüde bilgisi vardı ama diğerlerinin önünde, böyle bir davete icabet etmeye hazır idiyseler eğer, çok geniş ufuklar açtığını düşünüyorum. Çeşitli bölümleriyle, retrospektifleriyle, başka yerlerde göremeyeceğimiz filmleri göstermesi, çeşitli dünya sinemalarını ve yönetmenleri tanıtmasıyla, bence büyük rolü oldu.”
Sinema Yazarları Derneği Başkanı (SİYAD) Murat Özer de İstanbul Festivali’nin önemine vurgu yapıyor; 12 Eylül darbesiyle kapanan dernekler arasında olan Sinematek, 1980 öncesinde alternatif sinema arayışı içindeki sinemaseverleri doyuran bir oluşum olarak dikkat çekiyormuş. Darbe sonrasında sinemaseverlerin açlığını doyuracak girişimin fazla gecikmeden 1982’de İstanbul Festivali kapsamında gösterilen 6 filmle başlaması, bugün 27 yaşını dolduran devasa bir festivalle buluşturdu bizleri. Özellikle benim kuşağımın önce Sinema Günleri, ardından da İstanbul Film Festivali’yle büyüdüğünü, sinema sevgisini bu araçlarla beslediğini düşünürsek, festivalin kültür hayatımıza yaptığı katkının değerini daha da iyi anlamamız mümkün olur. Dünyanın sayılı festivalleri arasındaki yerini alan, her geçen yılda bu özelliğini daha da güçlü biçimde vurgulayan İstanbul Film Festivali, birçok önemli sinema insanının da kente gelerek sinemaseverlerle buluşmasını sağladı, sağlamaya da devam ediyor. Artık alternatif sinemanın kendine son derece sınırlı bir yer bulabildiği ticarî ağ da düşünüldüğünde, yedinci sanatın âşıkları için bir vaha özelliği taşıyor bu festival.”
İstanbul’un kültür yaşamını zenginleştiren iki önemli film festivali daha var: 2002’de start alan Bağımsız Filmler Festivali, İF İstanbul (15-25 Şubat) ve yine İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından gerçekleştirilen Filmekimi (19 –25 Ekim). Murat Özer’e, kent-festival ilişkisi kapsamında bu iki etkinliği soruyoruz; “Sanatın her dalında olduğu gibi yedinci sanatta da doğal olarak İstanbul bir merkez. Bunun sonucunda festivallerin İstanbul ağırlıklı olması normal, çünkü bu etkinlikleri takip eden kitlenin büyük kısmını İstanbullu sanatseverler oluşturuyor. Nasıl ki seyirci kendini garantiye almak istiyor, aynen festival yöneticileri de başka kentlere giderek kendilerine riske atmak istemiyorlar… !F İstanbul’un bağımsız sinemayı taçlandıran yaklaşımı mükemmel; yedinci yılını dolduran bu festival, bu alandaki boşluğu layıkıyla dolduruyor bana göre. Bazılarını sonraki aylarda ticarî salonlarda görüyoruz bu filmlerin ama çoğunu bir daha göremeyeceğimizi de bilerek gidiyoruz festivale… filmekimi ise farklı bir yöntem izliyor; yalnızca bir sinemada bir haftalık bir etkinlik düzenliyor İKSV. İstanbul Film Festivali kadar keşif malzemesi sunmuyor bizlere, bilinen yönetmenlerin son filmlerini koyuyor programına. Çoğu da sonradan ticarî salonlardaki yerini alıyor bu filmlerin. Kendi çapında minik bir sinema şenliği anlayacağınız.”
Güney’in Festivalleri: Altın Portakal ve Altın Koza
Birincisi 1964 yılında gerçekleşen Antalya Altın Portakal Film Festivali, Türk sinemasını ödüllerle tanıştıran en önemli festivalken 2004’de hedeflerini büyüterek rotasını Avrasya, hedefini ise bir dünya festivali olmak şeklinde belirledi. AKSAV (Antalya Kültür Sanat Vakfı) ve TÜRSAK (Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı) işbirliğiyle 2005’te uluslararası platforma adım atan Altın Portakal’ın geçirdiği hızlı evrimin olumlu ve olumsuz yanlarını Ali Ulvi Uyanık’a soruyoruz:
“Olumlu yanı zenginleşen film repertuvarı ama olumsuz yanları ağır basıyor. Az gelişmiş ülke komplekslerini yansıtan çok geniş bir bütçe ile gerçekleştirilen bir şaşaa, gösteriş merakı, Antalya halkına yabancılaştırılan bir organizasyon. Alçakgönüllülük ve filmlerin daha geniş izleyici kesimi ile buluşması yönünde bir çaba yok. Sonuncusunda sinemadaki ilk seanslar iptal edilmişti örneğin. Sanki İstanbul sosyetesinin, sanatçısının, magazincisinin Antalya’da ağırlanması üzerine kurulmuş. Kimse tepki göstermiyor çünkü herkes yararlandığı için memnun. Tabii dünyanın en değerli sanatçılarından bazılarını getirtmesi de- nankörlük yapmayalım- biz sinema yazarları için özellikle, bulunmaz bir armağandı.”
Cumhur Cambazoğlu biraz daha farklı düşünüyor:
“Antalya Altın Portakal yıllarca açılış korteji dışında halktan kopuk, sinemadan çok magazinsel özellikleriyle gündemde kalmaya çalışan bir organizasyondu. Bugün, bir turizm kentine yakışacak şekilde uluslararası yanını sivrilterek, adını dünyaya taşıyacak isabetli seçimlerde bulunarak görüntüyü düzeltmeye başladı.”
Canbazoğlu’nun bir diğer ünlü festival için de görüşleri olumlu. 1969’da başlayan, 1998 yılında Adana depremi sonrası kepenkleri indiren, son yıllarda yoğun bir çabayla tekrar diriltilen Adana Altın Koza Film Festivali için, “Altın Koza Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali’nden bambaşka bir kulvarda seyrediyor. Tribüne oynamayan yöneticileriyle, yerli sinemaya özen gösteren politikalarıyla, cesur seçimleriyle kısa sürede eski parlak günlerine döneceğe benziyor,” diye umutlu konuşuyor. Ali Ulvi Uyanık ise yine benzer bir endişe taşıyor: “Altın Koza, Antalya ile sidik yarışı yapmasa ve kendine özgü bir Türk Sineması Festivali olsa daha önem kazanacak ama yazık ki, bu organizasyon da gösterişe kaymak üzere. Oysa örneğin, en önemli yarışma haline nasıl gelebileceği üzerine kafa yorulmalı. Asıl rolü, sezon başlangıçlarında her zaman Antalya kapıyor; Adana ise gölgede kalıyor. Türk Sineması için önemi ise, para dağıtması. Biliyorsunuz, şu son yıllarda ‘para en önemlisi’ ve Türk Sineması’nı üretenler de ışığa gider gibi paraya doğru yönlenip hesaplarını buna göre yapıyorlar.”
Elbette film festivalleri saydıklarımızda ya da sayacaklarımızdan ibaret değil. Ankara merkezli iki önemli festival: Ankara Uluslararası Film Festivali (13-23 Mart)ve Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali.(8-15 Mayıs); yine İstanbul’da gerçekleşen Uluslararası Sinema ve Tarih Buluşması Film Festivali (14-20 Aralık)ve Uluslararası Komedi Filmleri Festivali (23-29 Kasım). Uluslararası Eskişehir Film Festivali ve Mardin’de gerçekleşen SineMardin ise büyümek için şimdiden sabırsızlanan genç festivallerden… Bu festivallere belgesel ve kısa film festivallerini de eklemek gerekiyor tabi. Akbank Kısa Film Festivali (3-13 Aralık) Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali (3-12 Kasım), 1001 Belgesel Film Festivali(3-2 Ekim), Documentarist (8-13 Temmuz) bunların belli başlıcaları.
Film festivalleri hakkında, onların önemini vurgulamak için ya da herhangi başka bir niyetle söylenecek daha çok şey var. Ama burada sözü sinema yazarı Murat Erşahin’e bırakalım. Son noktayı onun cümleleri koysun. “Film festivalleri, toplumun yara bandıdır. İnsanların pencerenin dışındaki ve içindeki sıradanlıktan kurtulması için, filmler önemli rol oynarlar. Film festivalleri, kültürel yaşamın en popüler alanıdır. Bir kentin, ülkenin kültürel, akademik ve manevi birikimini arttırırlar. Film festivalleri, sanatın başka alanlarına olan ilgiyi de arttırır. Başka ülkelere yolculuk etmek, kültürlerine ve duyarlıklarına dokunmak, yeni öyküler tanımak, yeni insanlarla tanışmak anlamı taşır film festivalleri büyük çoğunluk için. Sinema meraklıları içinse, favori yönetmenleriyle buluşmak ve ruhen zenginleşmek demektir. Sosyal olarak bir alışveriştir.”
Fotoğraflar: Muhsin Akgün
Bu yazı Bayer'in Beyaz dergisi için hazırlanmıştır.