Ömrümüz savaşlarla geçiyor, klişe tabiriyle “Hayat bir mücadele.” Bu nedenle savaş kavramını başlı başına kötülememiz mümkün değil, ancak savaşın bir uzmanlık, bir meslek, hatta bir sınıf haline gelmesi ile işin rengi değişiyor. Çünkü düşmanları sindirmek, defetmek, yok etmek gibi amaçlarla kurulan ordular, meşruiyetlerini korumak için düşmanın varlığına mecburdurlar. Düşmanın somut varlığına da gerek yoktur; hem içte hem dışta daima potansiyel tehlike mevcuttur, bu potansiyel eninde sonunda kinetik bir hal alacaktır. Zaten “barış” dediğimiz şey iki savaş arasında geçen süre değil midir?
Bu barış dönemleri potansiyel tehlikelere karşı ordunun potansiyelinin de sürekli arttırılması ile geçer. İstihbarat gibi yılanın başını küçükken ezme faaliyetleri haricinde, teknolojik ve taktiksel gelişim süreci durmaksızın devam eder. Çünkü tehlikenin ne zaman ve nereden geleceği hiç bilinmez. Herkes birbirini en umulmadık zamanda ve noktada bertaraf etmek ister. Bu nedenle paranoya, askerlik mesleğinin en doğal tezahürüdür.
Bu paranoya nedeniyle Amerikalıların psişik alanda çalışmalar yaptığına inanan Ruslar psişik alanda çalışmalar yapmaya karar verebilirler ve aslında psişik alanda çalışmalar yapmayan Amerikalılar, buna rağmen Rusların psişik alanda çalışmalar yapması üzerine, onlardan geri kalmamak için psişik alanda çalışma yapmaya başlayabilirler(!).
Özel Kuvvetler filminin dramatik yapısını şekillendiren temel neden yukarıda açıkladığım gibi, aslında kuyuya atılan taş hikâyesi. Taşın atıldığı kuyu ordu olunca, kırk akıllının yetmeyeceği aşikâr.
Bir generalin konsantrasyondan doğan garip yüz ifadesiyle bir duvara bakıp ardından koşarak o duvara çarpmasıyla başlıyor film. Sadece bu sahnenin Bir Şirket Komedisi (The Hudsucker Proxy, 1994) filmindeki intihar sahnesini çağrıştırmasıyla değil, en absürd durum ve olayları aktarırken bile gerçeklik zemininden ayrılmaması ve bu sayede seyirciyi filmin gerçekliği ile gündelik gerçeklik arasında tereddütte bırakan yapısıyla da Coen Kardeşleri anımsatıyor.
Bu unsuru biraz daha açalım: CIA, FBI ve Amerikan ordusunun psişik ajan/asker kullandığına yönelik iddialar X-Files avcıları tarafından uzun zamandır dile getirilmekte. Olasılık hesaplarının sıfıra yakın kesirlerine sığınarak, yani kesin kanıt sunmasa bile “Neden olmasın?” mantığıyla varlığını sürdüren bu fenomen Bob Wilton’ın (Ewan McGregor) hayatına henüz gazeteciliğinin baharındayken giriyor. Elbette bu iddiayı deli saçması olarak maziye gömüyor. Daha sonra meslektaşının ani ölümü ve sevgilisi tarafından terk edilmesi gibi nedenlerle hayatına anlam katmak, eski sevgilisine kendini göstermek üzere iliştirilmiş gazeteciler (embedded journalism) ordusuna katılıyor. Burada tanıştığı Lyn Cassady (George Clooney) ve garip işaretler, mazinin sandığında saklı psişik fenomenin kolayca çıkmasını sağlıyor. Bill Django’nun (Jeff Bridges) ordu kurumunun paranoid yapısı sayesinde hayata geçirdiği Yeni Dünya Ordusu’nu, bu orduya mensup Jedi savaşçıları’nı bu aşamadan sonra öğreniyoruz. Elbette Jedilar varsa Sithler de olacaktır, Larry Hooper (Kevin Spacey) ilerleyen zamanla hikâyeye dahil oluyor.
Film boyunca psişik ordu hikâyesinin, daha doğrusu iddia edilen fenomenlerin gerçekliği hep muallakta kalıyor. Bunun en büyük sebebi filmleri izlerken filmin gerçekliğinin gündelik gerçekliğimizden farklı olduğuna, kendi iç mantığına sadık olduğu sürece en fantastik, en absürd olay ve durumları bile yadırgamamız gerektiğine dair önkabulümüz. Bir film pembe ejderhaların maceralarını anlatıyorsa bunu yadırgamaz, seyrederken kendimizi filmin gerçekliğine teslim ederiz. Bu nedenle filmin karakterleri bakışlarıyla bir keçinin kalbini durdurabileceğini, bulutları dağıtabileceğini, öngörüyle kişilerin yerlerini kilometrelerce uzaktan tespit edebileceğini söylediğinde kabul etmeye hazırız. Ancak her kabul hamlemiz bir şekilde boşa çıkarılıyor. Bu tür anlarda fantastik değil, gündelik gerçekliğe bağlı olduğunu gösteren film, seyirciyle oynadığı bu postmodern oyundan çıkarıyor mizahını.
Gerçeklik zemini üzerindeki bu dans doğal olarak gerçekliğin ne olduğuna dair düşünmeye itiyor bizi. Filmin kendisi de bundan geri kalmıyor. Cevabını ise Larry Hooper’ın Dim Mak (Titreyen Avuç) vuruşu yüzünden öleceğine inanan Lyn Cassady’nin ağzından veriyor: Kanser olmuşum. Doktorlar öyle diyor. Farklı bakış açıları. Bir gerçekliğe takılan farklı isimler.
Buna göre ne kadar farklı adlandırmalar, açıklamalar getirilse de sonuçta bir gerçekliğin, hakikatin var olduğu ortaya çıkıyor. Gerçeklik üzerine akıl yürütmeler, spekülasyonlar bitmek bilmiyor, çünkü gerçekliği dolayımsız (kelimelerin, hikâyelerin vs aracılığı olmaksızın) kavrayamıyoruz. Hayatımızı sürdürürken içten içe hakikati arzuluyor, ama onu her gün yeniden yaratıyoruz. Adlandırma savaşlarında sahip olduğumuz gerçeklikleri feda ediyoruz; ölüm, savaş, yoksulluk vb.
Özel Kuvvetler, bin bir türlü haklı gerekçelerin, gündelik gerçekliğin içinde süren adlandırma savaşlarının arkasına sığınarak varlığını daim kılan ordu kurumunun, bizi artık naif bir söylence haline gelen barıştan uzak tuttuğunu gösteriyor. Bill Django’nun savaşmadan savaşmayı, böylece kan dökülmesini engellemeyi amaçlayan felsefesi, savaşmaya programlanmış, düzenekleri buna göre tasarlanmış ordunun içinde hiçbir zaman barınamaz. Öfke, Karanlık Taraf’a giden yoldur ve ordunun kendisi bir öfke mekanizmasıdır.