Bu kez ‘kısa olması’ hususunda gayet iddialı olduğum iş bu yazının hemen başında söylemeliyim ki: 2008 yılı yapımı olan Changeling ve Gran Torino gibi iki iyi filmden sonra, 2009’u da Invictus gibi oldukça büyük bir prodüksiyonla ve de başarıyla kapattığını gördüğüm Clint Eastwood‘a ‘yaşlı’ demenin caiz olmadığına dair eski fetvamı, güncelliyorum..
Numan Serteli
Usta sinemacı bu son filminde, Irkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’nde onlarca yıl hüküm sürmüş ‘apartheid’ rejimine karşı savaşmış Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’nin kurucusu ve en büyük lideri olan Nelson Mandela‘ya kamerasını doğrultmuş..
Geleneksel lakabıyla Madiba, 27 yıllık uzun ve işkence dolu bir süreç olan mahpusluğunun ardından özgürlüğüne kavuşmuş ve 1994’te de cumhurbaşkanı seçilmiştir..
Mandela (Morgan Freeman), demokrasinin bir nimeti olarak, çoğunlukta olan siyahların oylarıyla ‘kolaylıkla’ iktidara gelir gelmesine ancak, iç savaştan yeni çıkmış bir ülke şartları içerisindeki Güney Afrika, resmen olmasa da zihnen ve fikren ikiye bölünmüş gibidir..
Eastwood usta, bu mühim gerçeği bize filmin daha en başında, gayet güzel ve de ne anlamlı bir sekansla gösterecektir: Bir spor tesisinin de bulunduğu geniş bir alanın ortasından geçen yolun bir yanındaki düzlükte zenci çocuklar -bildiğimiz- futbol topunun peşinde toz-toprak içinde koşuşturmakta; diğer taraftaki tesiste de beyaz gençlerden oluşan oyuncular ragbi oynamaktadır.. Hapisten yeni çıkmış Mandela ve adamları işte o yoldan arabayla geçerken, her iki taraf da oyunlarını bırakıp yoldan geçmekte olan bu konvoya bakarlar..
Tamamı zencilerden oluşan çelimsiz çocuklar Madiba’larına büyük tezahüratta bulunurken, iyi semirmiş ragbicilerin koçu, karşılarındaki ‘ülke manzarasına’ bariz bir endişeyle bakarak: “Memleketimiz teröristlerin eline geçmiştir, hepimize geçmiş olsun arkadaşlar” karamsarlığını dillendirmektedir..
Beyazların azınlıkta olması bu bölünmenin -ilk bakışta- önemsiz gibi görünmesine yol açabilir belki ama malum tarihi ve elbette ekonomik sebepler yüzünden, her alanda ‘yetişmiş’ beyazların yokluğunda, bu harap ülkenin kalkınabilmesi mümkün değildir ki..
Kendisine ve ezilen halkına onlarca yıl işkence yaparak büyük acılar yaşatanları -adeta bir Hz.İsa mütevazılığı ve samimiyetiyle- affetmesini bilen siyahi başkanın, bu fiili gerçeğin gayet farkında olduğunu, daha cumhurbaşkanlığının ilk icraat gününde ortaya koyar: Ülkesinin birliği ve ilerlemesi uğruna -her büyük lider gibi- gayet politik ve de pragmatik davranabileceğini de gösteren Mandela; kendi kadrosunu ve korumalarını, önceki başkandan miras kalan memurlarla ve de beyaz korumalarla karıştırıverir.. Böylelikle, yakın bi zamanda ülkenin genelinde yapacaklarının işaretini daha o an vermiştir..
Mandela Bizi Şampiyon Yap
Meselelere yaklaşımıyla, bir nevi Güney Afrika’nın Atatürk’ü portresi çizen Mandela, Turgut Özal zamanında kendisine verilmek istenen Atatürk Ödülü’nü, ‘Türkiye’deki insan haklarına yönelik baskıları’ gerekçe göstererek reddetmesinin altında yatanlar, bu filmi izledikten sonra daha anlamlı bi hale geliyor..
Ve şüphesiz ki Mandela’nın birlik ve beraberlik için giriştiği çabaları pek güzel anlatan bu film, ‘açılım’ yapma hevesiyle her şeyi eline yüzüne bulaştıran bugünkü iktidara ya da gelecekteki iktidarlara, hatta -vatana, millete hizmet anlayışıyla yanıp tutuşan- tüm politikacılara, ders alınması gereken bir ibret vesikası gibi de durmakta..
Keşke bu saydığım kadrolar -hatta en iyisi- komple TBMM, bu filmi izlemeye mahkum edilebilse! Onun demek istediklerine vakıf olarak elbette.. Yoksa bütün filmi, ragbicilerin topa tepük atmalarından ibaret görmelerinden de korkarım doğrusu..
Eastwood, filminin akış şablonunu da, mevzunun genel anlayışına uygun olarak, ikili açıdan geliştiriyor ve ilerde bir noktada da pek güzel bi şekilde birleştiriyor.. Bir tarafı, ülkenin ama -şimdilik- daha çok siyahların lideri Mandela ve onun ezilen halkı; diğer tarafı da, ‘Springboks’ adıyla maruf Güney Afrika rugby milli takımının kaptanı François Pienaar (Matt Damon) ve takımın -şimdilik- tek taraftar rengini oluşturan beyazlar oluşturur..
Normal olarak- daha çok Mandela’nın -iktidarını bile tehlikeye atarcasına gösterdiği- çabaları ve onun yoldaşlık isteğini geri çevirmeyen Pienaar’ın desteğiyle milli takım başarıya, parçalanmış bir ülke de yeniden kurulacak birliğine doğru koşmaktadır..
Öte yandan, ilk bakışta pek akla gelmeyen, ‘spor birleştirir ancak -mümkünse- kazanırsan’ gibi oldukça ironik bir gerçeği göz ardı etmemekte de yarar vardır tabii..
Dünya çapında bir siyasi liderin portresinden ve tarihi gerçeklerden yola çıkan John Carlin‘in kitabından Anthony Peckham‘ın senaryolaştırdığı filmden bir başyapıt çıkmış gibi görünmüyor; lakin Clint Eastwood, hemen her eserinde göze çarpan -seyircisini de iyice alıştırdığı- vasatın epey üstü bir başarıyı burada da aynen tekrarlıyor..
Filme getirilebilecek tek eleştiri, ‘pek de elzem olmayan’ uzunluktaki süresine olabilir.. Bilenler belki etkilenmiştir ama -bencileyin- rugby cahillerine itiş kakış ya da her fırsatta oval topa şut atma olarak yansıyan maç sahnelerinin süresi kısa kesileymiş, pek de bir şey kaybedilmezmiş galiba..
Öte yandan, yönünü, final maçını idrak eden stada çevirmiş bir yolcu uçağının yarattığı bir anlık heyecan dışında, oldukça durağan ilerleyen bu filme, aynı maçların hareket kazandırdığı da başka bi gerçek..
Son olarak unutmadan ekleyecek olursam: Morgan Freeman’ın ‘En iyi erkek oyuncu’ Oscar adaylığı gayet anlaşılır bir durum arz ederken, Matt Damon’ın ki biraz fazla zorlama geldi bana.. Onu da hemen söyleyeyim..
Aferin, 7