Fiuvvv! (Islık sesi efekti.) Yıllardır bu kadar yoğun bir hafta geçirdiğimi hatırlamıyorum. Abartmıyorum. Yıllardır… Her gün erken kalk, istisnasız her gün evden çık, 5 basın gösterimine git… Dur, sana hangi filmleri izlediğimi anlatayım!
Beni tanıyanlar bilir, prensip olarak ve kati surette pazartesileri gösterime gitmem. Çünkü pazartesileri trafikte her zamankinden daha yoğun araç, sokakta her zamankinden daha fazla insan, gündelik yaşamda her zamankinden daha fazla stres olduğu yönünde bir önyargım vardır. Ama Pazar akşamı Pazartesi günü dışarı çıkmak için muhtaç olduğum kudrete sahip olduğumu fark ettim. Ansızın beliren bu motivasyonumum ardında yatan şeyleri tahmin edebiliyorum aslında: üst üste iki basın gösterimi olması, SİYAD – Balyoz fotoromanımın etkilerini yerinde incelemek istemem, bir süredir devam eden ev hapsinin ruhumda yarattığı ağırlığı Eminönü’ndeki güvercinlere yem atar gibi İstanbul’a saçıp kurtulma umudu… E üstüne bir de Numan Serteli‘yi görecektik fena mı?
İlk gösterim Kathryn Bigelow‘un yönettiği Oscar adayı Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker) idi. Bigelow, hem sevdiğim bir yönetmen hem de filminden yönetmeninin kadın olduğunu anlamadığım tek kadın yönetmendir. Near Dark (1987), Strange Days (1995) ve Kırılma Noktası (Point Break – 1991) her zaman sitaişle andığım ve öyle anılmasını ikinci bir emre kadar zaruri bulduğum filmlerdir. Özellikle Near Dark vampir sinemasının sıradışı bir örneğidir. Üstelik bu sıradışılığının sırrı “sıradanlığında” gizlidir. Alıştığımız o fantastik vampir filmlerine inat Near Dark’ın vampirleri de sıradandır, hikayesi de. Tomas Alfredson‘un sinema severleri bilcümle tavladığı filmi, Gir Kanıma’nın (Let The Right One In) atasıdır bir anlamda. The Hurt Lucker’ı bu üç filmlik kişisel listeme almakta biraz tereddütlüyüm açıkçası. Teknik anlamda kusursuz, görsel anlamda çarpıcı ama sinema duygusu ve hikayenin vuruculuğu açısından kavruk bir film çünkü.
Gmall’da izlediğimiz bu filmin ardından taksilere doluşup Cevahir Alışmerkezi’nin yolunu tuttuk. Bu arada Numan Serteli‘nin başı çektiği Ters Ninja ekibinin filmin başında sözleşmiş olmamıza rağmen beni geride bırakıp gittiklerini not düşmek isterim. Ama asıl şoku, Gmall’ın kapısında dakikalarca çıkmalarını bekleyip, ardından “nerdesiniz?” demek için kendisine telefon açtığımda yaşadım. Serteli beni arkada bıraktıklarını açıkça beyan ederken sesinden en ufak bir vicdan azabı izi fark edilmiyordu. Hemen ardından söylediği şey de zaten onun pişmanlık duygusunu çok önceleri pişkinlik duygusuyla değiştirdiğini gösteriyordu: “Patron, biz yürüyoruz, bir taksiye atlasan, yoldan da bizi alsan öyle devam etsek!”
Cevahir’de bu kez Levent Kırca‘nın oynadığı, oğlu Oğulcan Kırca‘nın yönettiği Son İstasyon filmini izledik. Sinema yazarlarını büyük bir çoğunluğu nefret etti filmden. Ben etmedim. Kötü filmdi doğru. Ama seyrettiğim çok kötü Türk filmleriyle kıyaslayınca, en azından bir TV dizisi ritmini yakalayan, duygusal anları olan, demode bir dil ve üslupla olsa bile derdini ortaya koyan bu filme biraz torpil geçebilirim. (Bu arada film bugün gösterime girecekken, apar topar Nisan’a atıldı. Gösterime çıkmak için kötü bir hafta seçilmişti zaten. Veda ve Eyvah Eyvah, Son İstasyon’u ezerdi.)
Sevgili ninja, akşam 7 gibi bilgisayarın başına oturdum, rahat rahat yazarım, hallerimi seninle paylaşırım diyordum ama araya yemek, Antalyaspor-Trabzonspor maçı, ardından CNBCE’de gösterilen medya devi Maxwell’i konu alan film girdi. Motivasyonda ve enerjide hasar büyük şu an. Hem birazdan Lost başlayacak. Onun için kısa tutarsam işi, kusuruma bakma…
Salı günü iki Türk filminin gösterimi vardı. İlk film Ata Demirer‘in yazıp oynadığı Eyvah Eyvah’tı. Şaşırtıcı derecede eğlenceliydi. Epey güldük. Ata Demirer çok keyifli bir tip yaratmış. Bu tip filmi baştan sona sürüklüyor. Öyle çok ahım şahım bir hikaye yok ortada ama aksaklıklarını anca salondan çıktıktan sonra düşünüp bulabiliyorsunuz.
İkinci film Zülfü Livaneli‘nin Veda‘sıydı. Hepimiz merak içindeydik. Usta müzisyen, iyi yazar, eski solcu Livaneli bakalım ne yapmıştı. En Kemalist sinema yazarı bile hayalkırıklığıyla çıktı filmden. Çıkışta Hürriyet, Milliyet ve Vatan gazeteleri için sinema yazarlarının görüşlerini alan muhabir arkadaşlar tek bir olumlu cümle kaydedemediler teyplerine. Bunun neticesinde de tüm uğraşları heba oldu. Çünkü yöneticileri belki Zülfü ağabeylerini kollamak için, belki saflarını belirlemek için, belki de öyle talimat aldıkları için bu görüşler yer bulamadı bu gazetelerde. Bir tek Radikal cesaret edebildi bu olumsuz görüşleri okurlarıyla paylaşmaya.
Ben filmi beğenmediğimi söyledim görüşümü soranlara. Çünkü büyük bir lider, büyük bir karakter olsa da, her insan gibi zaafları, hataları, beşeri yönleri vardı Atatürk’ün de. Bir sanatçının, bir sinemacının, en önemlisi bir hikayecinin öznesini anlatırken ona bu açıdan da yakşabilmesi gerekir bana göre. Seyirciye göstermese bile bunların varlığını aklında tutması gerekir ki ayakları yere bassın. Yoksa Livaneli’nin yaptığı gibi bir propaganda filmiyle çıkagelir. Üstelik ikna etmeyen, ikna olması gerekmeyeni bile irrite edebilecek bir propaganda filmiyle… Bir Atatürk filminin elbette öncelikle Atatürk’ün büyüklüğünü, başarılarını göstermesi gerekir. Zaten bir sinema filmininin, hele de epik bir filmin ihtiyaç duyduğu olmazsa olmaz malzemedir bunlar. Ama siz o malzemeyi, neticede bir insanı anlattığınızı unutarak, öznenize duyduğunuz hayranlığı bastıramayarak, bir kesime hoş görünmeye çalışarak ve kötü bir sinema diliyle anlatmaya kalkarsanız iyi bir sinema filmi çekemezsiniz, karakterinizi bir karikatüre indirgersiniz. Ben ne tarihçiyim, ne siyasetçi… Filmi bir sinema yazarı gözüyle değerlendirmek zorundayım. Veda kimi duygusal anlarına ve başarılı sanat yönetimine rağmen vasat bir sanat eseri. Atatürk’ü çok seven biri olarak konuşmam gerekirse de, Atatürk’ün resminin böyle çizilmesi taraftarı olmadığımı, bu tür bir anlatımın Atatürk’ün bize öğrettikleriyle, akılcılığıyla ve prensipleriyle ters düştüğü söylerim.
Elbette Ülkü Adatepe sevecektir bu filmi. Elbette Can Dündar‘ın “zamansız” ama doğruları söyleyen belgeseli Mustafa‘ya veryansın edecektir. Kendisi bu filmleri bir sinema sever olarak değil, Atatürk’ün manevi kızı olarak seyretmektedir. Başka türlüsü de mümkün değildir zaten. Onun duygularına hürmet etmek gerekir. Ama sinema yazarlarının olumsuz görüşlerini hasıraltı edip, Atatürk’ü aslında tam olarak tanıma fırsatı bulamamış Adatepe’nin (Atamız, Ülkü Adatepe 6 yaşındayken ölmüştü.) ağzından çıkan lafları şark kurnazlığıyla manşete taşıyanlara ne demeli…
Çarşamba günü Martin Scorsese‘nin Shutter Island‘ını izlemek için yine Gmall’daydım. Scorsese’nin son filmlerinde kusursuzluğun ve katı gerçekçiliğin, filmlerin sinema duygusunu ve coşkusunu körelttiğini gözlemliyordum. (Aynı tuzağa Halk Düşmanları‘nda Michael Mann da düşmüştü) Bu anlamda Shutter Island’ı Scorsese’nin dönüşü olarak nitelendiriyorum ben. Kusursuzluğun rafa kalktığı, patlamış mısır eşliğinde izlenecek heyecanlı, gerilimli ve keyifli bir film. Film daha ilk dakikalarda sizi içine alıyor. Sonrasında kendinizi kahramanınızın peşi sıra sürüklenirken buluyorsunuz. Filmle ilgili ne daha iyi olurdu diye sorarsanız… Hikayenin karanlık yönüne vurgu yapmak için atmosfer biraz daha meşum (Lovecraftvari bir meşumluk) kılınabilirdi. Filmle ilgili bir diğer sorun, benzer hikayelerin daha önce sık sık sinema taşınmış olmasından mütevellit bazı şeylerin fazla tahmin edilebilir olması. Ama spoiler’a yol açmamak için size şu anda söyleyemeyeceğim o benzer filmleri seyretmediyseniz, Shutter Island sizi uçuracak!