BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Bir Film Hakkında

25.YIL: Dövüş Kulübü / Fight Club / 1999

Giriş: Bu seride, çeyrek asır önce hayatımıza girerek kimilerimizde derin izler bırakmış ya da hâlâ bazı özellikleri dolayısıyla unutamadığımız ve üzerinde konuştuğumuz filmleri, Türkiye’de vizyona girdiği yıllardaki yazılarımla anımsayacağız. Bu filmleri, bazen yazının tamamı, bazen de birkaç paragrafla anacağız. Belki bugün yazsam farklı yaklaşacağım filmler de olabilir.


“İyice örselen ve yeniden doğ!”

Kapitalizm ‘post modern faşizm’ değil mi aslında! Yani, istersen kredi kartı faizlerine gömülme, cep telefonu ile geyik muhabbetleri yapma, taksitle sahip olduğun son model cipinle çarpık çurpuk yollarda havanı atma, ‘maskelerin’ takıldığı işyeri yemeklerine gitme, yalan söyleme, dedikodu yapma ve daha fazla para için rakiplerinin gözünü oyma ve de zayıflama! Sıkıyorsa tüm bunları yapma ve dışlan! Zaten çevrene yabancısın ve yalnızsın ama uymacılık seni ayakta tutuyor işte! Hizmete devam edeceksin. Yoksa…

Yoksa romanın / filmin genç adamı gibi olursun.

Genç adam (Edward Norton), şehirlerarası iş koşuşturmalarında havalimanı yalnızlıklarını yaşayan, bunalan, sıkılan, markalar okyanusunda tükenen, geceleri terden sırılsıklam olmuş vaziyette uyanan daha doğrusu bir türlü uyuyamayan, oturduğu dairenin mobilyalarını değiştirip yenilemek ‘zorunda olan’, tüketen, çeşitli sorunları ihtiva eden grup terapilerinde ‘kaçak’ olarak bulunup rahatlamaya çalışan, yine tüketen, bir türlü tam tatmine ulaşamayan ama yine tüketen, umut eden çağdaşımız. Özgür olduğunu zannetme özgürlüğü var. Ve bir gün… Tyler Durden (Brad Pitt) ile tanışır. Umutlarını bitirir; gerçek özgürlükler başlar.

Tyler, dibe, en dibe onu da çeker: ”İnsan kendi ruhuyla savaşıyorsa dibe vurmalıdır”! Nasıl? İçindeki şiddeti kendine ve başkalarına uygulayarak vurursun! Düşmüş bir aristokrat karısı gibi etkileyen ve bir gölgeymişçesine erkek gururundan içeriye süzülüveren Maria Singer (Helena Bonham Carter) denli dirençli olamayanlar ve Tyler’ın peşinde bar bodrumlarında en şiddetli acıları yaşayarak bedenlerini örseleyenler gibi… Sonra, sana dayatılanları yok etmeye başlarsın! ”Dövüş Kulübü”, olmayan alternatifi yani kendi alternatif kaosunu yaratır!

1962 Washington doğumlu Chuck Palahniuk’un arkadaşlarıyla devam ettiği edebiyat grubunda yazdığı kısa öykünün, üç ayda, Dövüş Kulübü adlı yer altı klasiğine dönüşmesi (1996) ve bugüne dek çektiği altı uzun metrajlı filmi de önemli tartışmaların odakları olan David Fincher tarafından sinemaya aktarılması (1999), bir şans. İçine girmek üzere olduğumuz yeni bin yılın gidişatını değerlendirmemiz açısından bir şans. Herkesin, tüketimin dünyayı da tüketen çirkin yüzü hakkında düşünmesi için bir şans. Ve Palahniuk’un duygusuz iş dünyasına yönelik keskin eleştirilerini değerlendirmek açısından bir şans. Çok az film bu denli sert, etkili ve seyirciye yumruk atar niteliktedir.

‘81’de ILM bünyesinde görev alan, MadonnaRolling Stones gibi devlerin video – kliplerinden, 91’de Alien 3 adlı büyük yapıma sıçrayan, sonra da Se7en (94) ile seri cinayet mühendislerinin zekâlarıyla bağlantılı sorular soran ve The Game de (96) hareketli bir bulmacanın – entrikanın içinde izleyenin kaybolmasına yol açan David Fincher’ın en iyi filmini belirlemek gerekirse?  Dövüş KulübüSe7en ile birlikte sinema tarihinin de en iyi iki filmidir. Çünkü Fincher, senaryo denilen metni sinema yapıtına dönüştürürken, çarpıcı öykü ve temaların görsel karşılıklarını hep farklı / yeni biçimde yakalamıştır.

Dövüş Kulübü’nde, yapım tasarımcısı Alex McDowell, kaos ve karşı – kaos tanımını setleriyle-sanat yönetimiyle somutlaştırırken, Jeff Cronenweth bu tanımı, görüntüleriyle çetrefil ruhsal boyutlara taşımış: Perdede gözünüzle gördüğünüz nesneler, inanılmaz bir sıkıntı, karmaşıklık duygusuyla içinize akmaktadır. Rahatsız eden soru şudur: Her şeyin, usulca ya da cilalanarak ya da iştahlarımız kabartılarak ya da hırslarımız iyice körüklenerek ya da zaaflarımızla oynanarak dikte edildiği / dayatıldığı bu uysallaştırılıp, uyuşturulduğumuz bütünsellikte tek çıkış dibe vurmaksa, sonrası da anarşizm olabilir mi?

Finalde esaslı kazığı ilk kez yiyen kredi kartları merkezlerinin ‘çöküş’ü yüreğimizi soğutsa da, bu soru da rahatsız etmektedir. Ama iyi bir film de rahatsız eder zaten değil mi?

Gün geçtikçe filmin üzerimizdeki etkisini daha baskın hissediyoruz. Bu duyguda oyuncuların payı büyük kuşkusuz: İlk uzun metrajlı filmi İlk Korku / Primal Fear ile (96) başlayan kariyeri boyunca, ‘kendisi’ olarak katıldığı programlar ve bir seslendirme dışında oyuncu olarak hiç televizyon çalışması yapmayan yani tamamen sinemaya odaklanan Edward Norton, kesinlikle en değerli ve saygın isimlerinden… Brad Pitt, yakışıklı-seksi erkek etiketini soldurarak, dünyanın en risk alabilen cesur ve önemli sanatçılarından biri oldu. Helena Bonham Carter ise karakter yelpazesini en fazla açabilen oyunculardan; kendine özgü büyüsünü daha da arttırmasını bildi. Bu filmin en iyi ‘cast’ çalışmalarından birine sahip olduğu bir gerçektir. Bugün çevremize baktığımızda belki de her zamankinden daha fazla dibe vurmaya ihtiyacımız olduğunu duyumsamamızın müsebbipleri arasında Dövüş Kulübü (sadece ‘ses etkileri kurgusu’ dalında Oscar ödülüne aday oldu) ve oyuncuları da vardır. (Ali Ulvi Uyanık)

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et