Ryan Murphy ve Ian Brennan’ın 1 Mayıs 2020’de Netflix’te gösterimi başlayan 7 bölümlük yeni mini-dizisi Hollywood; İkinci Dünya Savaşı sonrası Los Angeles’ını, yaratıcılarının “keşke böyle olsaydı” dediği bir alternatif tarih yazarak yeniden şekillendiriyor.
Cesur FX dizisi Nip/Tuck (2003-2010) ile tanıdığımız Murphy iki sinema macerası da olumsuz sonuçlanıp tamamen TV’ye odaklanalı 10 yıl oluyor. Netflix iş birliğinin ardından her yıl yeni bir dizi ya da sezonla karşımıza çıkan Murphy’nin kariyerini ve geldiği noktayı çok iyi özetleyen Hollywood; isim yazmasa da arkasında kimin olduğunu kolayca anlayabileceğiniz bir iş. Murphy; The Politician’dan David Corenswet’i, Glee’den Darren Criss’i, The Normal Heart’dan Joe Mantello’yu, American Horror Story’den Dylan McDermott’u alıp, favori yazar ve yönetmen kadrosuyla ırkçılık ve ayrımcılığa karşı duran bir tür glee kulübü yaratmış.
Senaryo kısaca şöyle: Yıldız olmak için Hollywood’a gelmiş genç ve yakışıklı erkekler “yırtana kadar” jigololuk yapıyor, bedenlerini “big shot”ların önüne seriyor ve sıralarının gelmesini bekliyorlar. “Savaşa giderken ani bir kararla evlenmiş olmak” gibi yüzeysel hayat hikayeleri var. Yazarlar belli ki karakterleri derinleştirmekle ilgilenmemiş. Acı-tatlı geçmişleri bir iki cümleyle geçiştiriliyor ve her biri Amerikan Rüyası’nın neferleri olarak tektipleştiriliyor. Dizide arada girip çıkan avukatları saymazsak kötü karakter de yok. Zengin ve yaşlı kadınlar ya da piyasayı ellerinde tutan güçlü adamlar idealist gençlere kolayca yardım elini uzatıyor ve herkes dost ya da arkadaş olup parıltılı rüyalara dalıyor. Tacizci menajer bile kısa sürede hatasını anlayıp af dileniyor ve toplum yararına çalışmaya başlıyor. Ne diyebiliriz ki, masallarda her şey olabilir.
Hollywood izlemesi kolay, sabun köpüğü gibi hafif ve sunduğu şekerlerle de cezbedici. İlk bölümün tamamen jigololuk üzerine kurulmuş olmasıysa bir tür izleyici elemesi. Ryan Murphy’nin sık sık queerbaiting yapmakla suçlandığını duymuşsunuzdur. İzleyicisinin hatırı sayılır kısmının kuir olduğunu düşünmek için yeterli sebebimiz olmakla birlikte oltasını Hollywood kadar belli ettiği başka bir işi olmadığından, bugüne kadar suçlamalara katılmıyordum. Ne var ki Hollywood’un ilk beş bölümünde görülen özensizliği, yüzeyselliği ve çalakalem senaryosu tamamen izleyiciyi yumuşak karnından vurmak üzerine kurulu. 70 yıl öncesinin Los Angeles’ına günümüz Amerika’sından ırkçılık ve azınlık hakları üzerine ders vermesi de Murphy’e kızanları bu kez haklı çıkartıyor. Yarı-Asyalı yönetmen, ilk kadın stüdyo yöneticisi, ilk siyahi kadın başrol, adı jeneriğe yazılan ilk siyahi senarist ve hatta iyi niyetli yeteneksiz beyaz erkek oyuncularla oluşturduğu dışlanmışlar kulübü; nerden baksanız sahte bir mutluluk oyununu andırıyor. Rakiplerin birbirine yardım ettiği, hırsların hiçe sayıldığı, en azılı tacizci menajerin bile oyuncularına bir noktadan sonra babalık yaptığını ima eden senaryo yer yer içler acısı, yer yer mide bulandırıcı. “Bari kötü insanları aklamasalardı da masal dinliyoruz diyerek geçiştirseydik” şeklinde düşündüm ilk beş bölümü izlerken. Gelin görün ki Ryan Murphy sadece pilot bölümü yazmakla yetinmemiş ve vizyonunu tüm seriye yaymış ve ilk beş bölümün günahlarını son iki bölümde bir şekilde unutturmayı başarmış.
Olaylar, Hollywood tabelasından atlayarak intihar eden hayali bir aktrisin yaşamını konu eden bir filmin çekim sürecinde geçiyor. 1950 tarihli, Rock Hudson’ın da rol aldığı Peggy filminin isminden türetilmiş bu hayali filmin çekimlerinin arasına Rüzgâr Gibi Geçti gibi gerçek filmler ve Vivien Leigh gibi gerçek aktrisler sıkıştırılmış. İzlerken beyin jimnastiği yaparak yemek masasında oturan Hitchcock’dan, yarısı değiştirilmiş isimlere uzanıyor ya da tamamen yeniden yazılmış bir tarihi anlamlandırmaya çalışıyoruz. Slate’in What’s Real and What’s Not in Ryan Murphy’s Hollywood başlıklı makalesi merak edenler için birçok soruyu cevaplıyor. Tüm bu benzerliklerin sinemaseverler için takibi keyifli ve sonraki bölüme geçmek için cezbedici olduğunu kabul etmek gerek.
Daha önce de söylediğim gibi Hollywood Ryan Murphy izleyicisi için can sıkıcı derecede tanıdık başlıyor, -#metoo hiç yaşanmamış gibi- tacizi şeker pembesi bir şey gibi gösterdiği kısımlar sinir bozuyor ama son iki bölümde sunulan fantezi dünyası, hayali film yapmak olan benim gibi insanların gardını düşürüp izleyicisini tatlı düşlerin koynuna taşıyor. Inglourious Basterds misali tarihi yeniden yazan dizi; 20. Oscar Ödüllerini yarı Filipinli bir yönetmene, ilk başrolünde renkli bir kadına, Asyalı bir aktrise, açık eşcinsel siyahi bir senariste ve bir kadın stüdyo yöneticisine veriyor. Kırmızı halıda el ele yürüyen eşcinsel çift ve başarıya ulaşan renkli insanların umut ve güç verdiği, devrim niteliğinde olayların yaşandığı hayali 1947 Amerika’sına bakarken; 2020 Türkiye’sinde bile olmayan özgürlükleri düşlemek seyircinin içini yumuşatıyor.
Demem o ki; Ryan Murphy “fishing” yapıyorsa, o oltaya gelmeye hazır gönüllü birçok izleyici var çünkü kısa süre de olsa içinde bulunduğumuz zorlayıcı gerçeklikten uzaklaşmak iyileştirici.