* Bu yazı, Midsommar (2019), Hereditary (2018), The Wicker Man (1973) ve Kill List (2011) hakkında spoiler içerir.
Kan tutan biri olarak, bunun sebebini araştırdığımda, yaşadıklarımın arkasında beynin vücudu koruma, tehlike karşısında alınacak zararı minimuma indirme refleksi yattığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım çünkü hissettiğimle ona yol açan sebep çok başkaydı. Muhtemelen, korkularımızın altında da benzer bir refleks yatıyor; korku, farkında dâhi olmadığımız veya artık bir tehlike olmaktan çıkmış arkaik tehditlere karşı beynimizin geliştirdiği bir emniyet mekanizması ve “neden korkuyoruz” sorusuna -eğer- cevap verebilirsek korkularımızın altında başka şeyler yattığını göreceğiz. Korku sineması da, korkunun kendisi gibi, bir gösterge, altında başka anlamlar yatıyor. Korku sinemasını diğer türlerden ayıran tam da bu özelliği, bir metafora ihtiyaç duymadan kendi başına metafor, başka bir şeyin temsili; nasıl ki korku, bir durumdan ziyade durumun yarattığı duyguysa, korku filmleri de bireysel ve toplumsal durumların yarattığı duyguların dışavurumu, yansımasıdır. The Shining gibi bilinçli bir şekilde Kızılderili ve Yahudi soykırımı alegorisine çevrilen istisnai örnekleri dışarıda bırakırsak, bu dışavurum genelde kendiliğinden oluşur, bir şekilde, yaratıcı kimselerin iradesi dışında, çoğunlukla da toplumsal bilinçdışından süzülerek filmin içine sızar. The Wicker Man (1973), 69 kuşağının muhafazakâr İngiltere üzerinde yarattığı tedirginliğin yansıması ve Thatcher’in gelişinin habercisidir. Witchfinder General, kilise ve devletin eliyle marjinalleştirilen, şeytanlaştırılan grupların sopalanmasının, komünist paranoya üzerinden toplum dizaynının örneğidir. Kill List (2011), kusursuz bir Brexit metaforudur: Amerika’nın yancısı olarak Afganistan’da, Irak’ta savaşan İngiltere; yaşadığı tahribatı, depresyonu asıl sorumlu yerine görece kolay olan hedefe yöneltir, filmin son bölümündeki kambur, aynı zamanda bir aile olan Avrupa Birliği’dir ve onu öldürmek, sorunları çözmekten çok büyütecektir. Halloween (1978) ve Friday the 13th (1980) gibi filmler, Reagan döneminin, Vietnam sendromunun, muhafazakâr Amerika’nın ve yükselen sağın sembolleriyle doludur. Gerilere gidersek Weimer Cumhuriyeti’nin akıbetini ve Hitler’in ayak seslerini The Cabinet of Caligari’lerden (1919) M’lere (1931) kadar uzanarak Alman Dışavurumcularında bulabiliriz. Korku sineması, bize farkında olmadığımız şeyleri fısıldar, Ari Aster’in iki filmi de bu hususta muadilleriyle özdeş: Hereditary, Amerikalıların, İkinci Dünya Savaşı’nda kendi vatandaşı olan Japonları toplama kamplarına tıkmasına neden olacak kadar derin işgal korkusunu, Midsommar da yabancılara karşı takındıkları, oryantalist ve zenofobik yaklaşımı simgeliyor. İlkinin doğaüstü güçler barındırmasının sebebi, bilinçaltlarına işlenmiş, Amerika’nın hiçbir savaşın topraklarına taşınmasına izin vermeyen kuvvetinin ancak doğaüstü güçlerle aşılabileceğine dair besledikleri inançtır. İkincisinin doğaüstü hiçbir şey barındırmaması da (Bunun için bile hasımların güçlendirici seruma ihtiyacı vardır, ha Harga’da sürekli kafa yapan sıvılar tüketen paganlar ha Afganistan’da afyon içen mücahitler) bir Amerikalı için evden uzakta, yabancı topraklarda bulunmanın yeterli tehdit olmasından kaynaklanıyor. Ya da Midsommar’daki antropologların, diğer misafirler dehşete kapılmışken olanca sakinliğini korumasında akademinin, bilim insanlarının günümüzdeki yükselen sağ eğilimlere doğru tepki verememesinin yansımalarını görebiliriz… Aster’in filmleri gelecek kuşaklara şu an farkında olmadığımız şeyler sunacaktır elbet lâkin bize, bugüne, korkuya, korku sinemasına dair bu benzeri dikkat çekici şeyleri de söylüyor.
Midsommar’ın ait olduğu “folk horror”, paganlıkla mücadele eden erken dönem Hristiyanlıktan miras kalan korkuların işlendiği bir alt tür. Midsommar da bariz şekilde takipçisi olduğu The Wicker Man gibi, iki inanç biçiminin arasındaki mücadeleyi ve Hristiyanlığın bilinçaltında yatan “ya bir Julian the Apostate” çıkarsa korkusunu işliyor. (Hristiyanlık ile paganlık arasındaki mücadele başka diyarların, inançların kavgası gibi görünse de Gore Vidal’ın enfes Hükümdar romanında anlattığı gibi özbeöz bu toprakların kavgasıdır) Hikâyenin iki ana kahramanından birinin adının Christian (Jack Reynor) olması, Dani’nin (Florence Pugh) son kertede Christian’ı kurban ederek pagan topluluğun bir parçası olması bile bu önerme için yeterli veri fakat Aster, Hereditary’de olduğu gibi bu tarz metinlerle yetinmiyor, çok yönlü, katman katman açılan bir film inşa ediyor ve daha da önemlisi bu katmanların hiçbiri olmasa veya önemsiz addedilse bile korkuya dair dikkat çekici sözler sarf etmeyi, sözleri işitilmediği noktada kamerasıyla, zaman ve mekân oyunlarıyla bunu hissettirmeyi başarıyor. Paganlık ve Hristiyanlık arasındaki mücadele Midsommar için hem önemli hem de önemsiz çünkü korkutmak, germek için buna ihtiyacı yok. Midsommar bu mücadeleden çok daha fazlası, folk horror özelliklerini denklemden çıkarsak bile bir aile veya kayıplarla baş etme filmi olarak da tek başına ayakta kalıyor ve aileye, ilişkilere, bizi bir arada tutan bağlara dair önemli sözler sarf ediyor.
The Wicker Man’de ana karaktere ve 1970’lerin izleyicisine asıl korkunç gelen ahlaki yozlaşma, kanun tanımazlık, özgür seks, dinin yokluğu, her yere erişen devlet elinin kesilmesi iken 2019’da ise bunların izleyici nezdinde hükmü yok. Bu yüzden Aster oralara hiç girmiyor; The Wicker Man’daki Komiser Howie kabileyi keşfettikçe şahit olduğu ahlaksızlık karşısında dehşete düşerken, Hereditary’i ve Midsommar’da kahramanlar ahlaksal bir yaklaşım sergilemiyor. Ahlakın yıkımı yerine ahlakın yokluğu, doğru ve yanlışın denklemden çıkartılması bir korku unsuruna çevriliyor. Katharsisi de imkânsız kılan bu hamle, özdeşleşme üzerine kurulu korku sineması için bile fazlasıyla oyunbaz. Kurbanların yerine kendinizi koymanız mümkün değilken, jump scare gibi korku sineması hilelerine de başvurmayan bir yönetmen izleyiciyi nasıl tedirgin eder? Aster bu soruya elindeki en büyük silahla cevap veriyor: Kamerayla. Hereditary’de ve Midsommar’da da kamera kötücül bir ruh tarafından ele geçirilmiş gibi ve varlığını sürekli hissettiriyor: Ormanın üzerinde uçuyor, Harga’daki herkesle beraber yemek masasına oturuyor, ara sıra filmin yan karakterleriyle bakışıyor ve onlara göz atıyor, gerektiği yerde de izini kaybettiriyor. Enfes kamera kullanımının yanında Aster, ahlakı ortadan kaldırdığı gibi klasik zaman ve mekân algısını da muğlaklaştırıyor. Hereditary’deki ev, aile için bir nevi tabuttu, uzam sürekli genişliyordu; Harga da öyle bir yer, ormanla çevrili, ufacık bir köy gibi dursa da sanki hareket halinde ve içinde ilerledikçe hiç görmediğiniz şeylerle karşılaşıyorsunuz. Köyde gördüklerinizi sindirmenize, anlamlandırmanıza imkân vermeyen bir akışkanlık var, yön duygunuzu kaybediyorsunuz, mekân hafızası siliniyor. Adının hakkını sonuna kadar veren Midsommar, batmayan güneşiyle zamanı da kırıyor, karanlıkta geçmesine alışkın olduğumuz her şey, gün ışığında, bıyık altından gülümseyen güneşin altında cereyan ediyor. Ortam sesleri bile diyaloglar esnasında kayboluyor, Harga’nın mekân ve zamansal yok yerliği, işitsel olarak da pekiştirilmiş. (Sevgili Ali Arıkan’ın kulakları çınlasın) Bilmediğimiz bir coğrafyada, alışık olmadığınız zaman diliminde, yabancı bir kabile arasında kalma hissini her unsur üzerinde çalışarak veren Aster, korkuyu parçalarına ayırıyor ve her bir parça üzerinde titizlikle çalıştıktan sonra eklem yerleri belli olmayan bir bütün inşa etmeyi başarıyor. Çağdaşlarından farkı da burada; korku onun için çok komplike bir duygu, bir matruşka ve içinden ne çıkacağını asla bilemiyorsunuz.
Abartılı övgüler çağında Midsommar gibi filmlerin ve Ari Aster gibi yönetmenlerin işi hem kolay hem çok zor, rüzgârın ne zaman arkadan ne zaman karşıdan eseceği belli değil fakat Aster, en zor sınavı layıkıyla atlatmış. Filmin ortasındaki ilk climax anından sonra ivmeyi yakalamakta zorlanması, finale giden yolda ucuz korku sineması trüklerine başvurması ve zaman zaman “Swedish Midsommar for Dummies” havasına kapılması gibi sorunları olsa da Midsommar enfes bir korku filmi. Aster’in söyledikleri, gizledikleri, hissettirdikleri çağımızda eşine az rastlanır türden, ikinci filmiyle rüştünü ispatladıktan ve sınıf atladıktan sonra uçuk kaçık hayallerinin, kâbuslarının peşinden gitmeye devam ederse önümüzdeki on yıl büyük bir gerilim ustasının sahneyi devralışına şahit olacağız. Heyecanlanmamak mümkün değil.