Toplama kampının tepesindeki keskin nişancı talim ederken vurdu onu. Önce bacağından vurdular sonra başından. Sonradan öğrendim ki önce bacağından vurulmasının sebebi kaçıyormuş gibi göstermek istediklerindenmiş. Adı Haim’di. Ranza arkadaşıydık. Ama öyle o alt ranzada, ben üst ranzada yatıyor değildik. İki katlı bir ranzanın alt katında beraber yaşıyorduk. 47 gün boyunca aynı yatağı paylaştık. O ölene kadar en azından bir kez bu yatakta yalnız yatmayı hayal etmişimdir. Tabi onun öldürülmesi hiç aklıma gelmezdi. Ölüm zaten hiç aklımıza gelmiyordu ki. O gece yalnız uyudum yatakta. Yatağın bir tarafı boştu. Zayıflıktan görünen kemiklerimiz birbirine değmeden uyudum. Öyle ya kimse bilmiyordu aramızdaki bağı.
O bir gazetede çalışıyordu yakalanana kadar bense babamın ineklerinden sağılan sütü üç tekerli bisikletimle dağıtıyordum her sabah. Aynı yollardan aynı caddelerden defalarca geçmiştik belki de. Ama tanışmamız bir kampın soğuk banyosunda çırılçıplak ve tazyikli su altında kemiklerimiz sızlarken oldu. Su öyle tazyikli geldi ki üstümüze zayıf bedenlerimiz bir kuş tüyüne üfürülmüş gibi kalktı yerden. Onun gözlükleri hemen yanıma düşmüştü. Tereddüt etmeden aldım. Banyo keyfimiz bittiğinde uzattım kendine. Teşekkür etti. Oysa bu yerde birbirine teşekkür eden kimse bulamazdınız. Askerler emirle hareket ederdi, bizler işkenceyle tatbik. Eğer bir gün ölürsem gözlüklerim sana armağanım olsun dedi. Ya ben ölürsem dedim. Bana kalan bu iyiliğin yeter dedi.
Sabahları kapılarına süt bıraktığım güzel kadınlar gibi giyinmişti tırnakları kırmızı ojeli kadın. O geldiğinde herkes irkilirdi. Kumandanın karısı derlerdi. Bizle yakından ilgilenir, anadan üryan karşısına çıkarırlardı. Özellikle yeni gelenler mutlaka o tedrisattan geçerdi. Bakımlı kaslı erkeklere dokunmayı severdi. Üzerinde dövmeleri olanları uzun uzun inceler, beğendiği dövmeleri olanların hemen giyinmesini isterdi. Önceleri bu merakın iyi bir şey olduğunu düşünmüş buraya ilk gelenler. Dövmesi olanları ayırır ve güzel kıyafetler giydirirlerdi. Düzenli banyo ve yemek verirler daha sonra ise bir operasyonla dövmesi vücudunun neresindeyse alınır, tabaklandıktan sonra bir biblo veya abajuru süslemek üzere kırmızı ojeli bu güzel kadının evine giderdi. Dövmesi alınan kişi zaten çektiği acıdan delirmek üzereyken acısına son verilmeksizin çığlık çığlığa inlerdi. Bir gün yine yeni gelenler olmuştu. O yeni gelenleri görmeye gelen kadının elinde bir defter vardı. Dışının kaplaması dikkatimi çekti. Bu kaplama geldiği gün bu kadın tarafından götürülen genç bir müzisyenin sırtındaki sol anahtarıydı.
Haim gideli birkaç gün oldu. Cephelerden gelen başarı haberlerine içip içip naralar atıyorlardı kapımızın önündeki askerler her gece. Haim öldükten sonra gözlüğüne sarılıp yatmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu. Belki bir gün bu saçma hayatımız biter de normal yaşantımıza geri dönersek bu gözlüğü ailesine götürebilirdim.
Çok geçmeden yeni bir tren daha geldi ve trenden sağ inenleri koğuşlara yerleştirdiler. Yatağımı artık bir başkasıyla paylaşacaktım. Gelen genç, akademik eğitim almış birisiydi. Bundan bir nebze mutluluk duyuyordum. Çünkü konuşulacak kimsenin de olmaması, burada her gün biraz biraz ölüme yaklaştığını anons ediyordu. Tazyikli suyla yıkadıkları bu yeni koğuş arkadaşlarımızı yatakhaneye getirdiklerinde yatak arkadaşıma henüz kıyafet vermedikleri için omuzundaki dövmeyi görmem zor olmadı. Üstüne kıyafet alıp yatağa geldiğinde omuzunu tekrar açmasını istedim. Dövmesiyle gurur duyan bir edayla açtı, bense onun adına üzülmeye başlamıştım bile.
Kırmızı ojeli güzel kadın birkaç günlüğüne ailesini ziyarete gitmişti. Bu yolculukta kendisine eşlik eden bir araba daha vardı. O araçta ise kiminin kolundaki dövmeden şamdan, sırtındaki dövmeden abajurlar olan onlarca hediye vardı. Bunu aracı yükleyen arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Kadının yokluğunda bir plan yapmamız şarttı. Tabi önce başına gelebilecekleri anlatmam gerekiyordu yeni yatak arkadaşıma. O ilk geldiğinde adını öğrenmiştim ama ikinci bir kişiye aynı yatakta aynı isimle seslenmek bana daha çok acı verirdi. Hele de aynı yataktan bir başkasının daha ölüme gönderilmesi benim için olabilecek en büyük acı olurdu.
Gece herkes uyuduktan, kapıdaki askerler içip içip sızdıktan sonra yatak arkadaşımı uyandırdım. Bana neden bu saatte uyandığını sorduğunda seni ölümden kurtarmak için dedim. Olanları bir bir anlattığımda karanlığın tüm siyahına rağmen kireç gibi olan yüzünü görebiliyordum. Şimdi ne yapacağız diye ağlamaya başladı. Yastığımın altından çıkardığım gözlüğü ona verdim. İlk başta anlamadı ama sonradan neler yapmamız gerektiğini anlattığımda bana sarıldı. O en büyük hatırayı mecburen kırmak zorundaydım. Gözlüğün camını kırdık ve omuzundaki dövmenin üstüne çizikler atmaya başladık. Canı yanıyordu ama derisinin yüzülmesinin vereceği acı kadar canı yanmadığını kendisi de biliyordu.
Aradan geçen bir haftalık süre onun da buraya alışmasını sağlamıştı. Bir gün öğleden sonra hepimizi topladılar ve yine o kadın geldi. Güzelliğiyle bir erkeğin başını döndürecek kadar alımlı ancak doğanın el değmemiş yerlerinde yaşayan bir yırtıcı kadar vahşiydi. Kendisi tatildeyken gelenleri bir adım öne çıkarttı ve incelemeye başladı. Sadece dövme olması yetmezdi. O dövmenin estetik bir yapıda olması da lazımdı. O gece attığı çizikler işe yaramış dövme oldukça zarar görmüştü. Üstüne çiziklerin yaraları da iyileşmiş herhangi bir şüpheye meyil verecek bir durum kalmamıştı.
O gece sabaha kadar bana sarılarak uyudu. Onu ölümden kurtarmıştım. Ama o gün dört kişi bir abajurun gölgesi olmak üzere aramızdan ayrıldılar. Aradan yarım asır bir zaman geçtikten sonra bir sabah hüngür hüngür ağlamaklı uyandım. Rüyamda Haim gözlüğünü sordu. Bende olanları anlattım. Peki, neden diğer dört kişiye de aynını yapmadın? İşte bu soru; hiç akla gelmeyen basit ve kolay şeyler vardır ve ben bunu nasıl düşünemedim dersiniz ya işte öyle kalbimi parçaladı. O gün orada dört kişi daha kurtarabilecek olmanın acısını yarım asır sonra çekmeye başladım.