Bütün siyah beyaz filmleri çok severim ama sessiz sinema filmlerini daha çok severim zira sessiz sinemanın mimik ve müzik gücünden gelen diyalogsuz diyalogları beni çok etkiler. İnsanı sözleri değil hareketleri ele verir denir ya, beden dilinin duygu alışverişindeki ahengi her sessiz film seyrimde gözümde devleşir. Sessiz sinema dönemi filmleri arasında ise The Unknown’un gözümde yeri apayrıdır.
The Unknown’u özel kılan bir yanı da hikâyesi; sinema tarihinin desem yetmez, insanlık tarihinin, sinema sanatı aracılığı ile de olsa tanık olabileceğiniz en acayip aşk hikâyesi… Aslında en ucube desem de olur ya da en şiddetli veya en hastalıklı, belki de en gerçek! Nasıl yorumlarsanız yorumlayın, bundan ilerisi olamaz.
Tod Browning (bir rivayete göre Mary Roberts Rinehart’ın romanından esinlenerek/alıntılayarak) hangi duygularla/deneyimlerle yazdı bu hikâyeyi bilmiyorum ancak bu aynı zamanda çok da korkunç bir hikâye… Filme, bir tür adı atfedersek korku filmi mi demeli aşk filmi mi bilemiyorum, aşkın en korkutucu/ürkütücü türü dersek yanıltıcı olmaz sanırım.
Bu arada filmi yürüten, taşıyan, iliklerimize kadar işlemesine sebep olan faktör Lon Chaney ve onun insanüstü oyunculuk gücü. Bu güç, sadece mimiklerine değil tüm bedenine yayılmış vaziyette. Lon Chaney’in kişisel hikâyesi de bir hayli ilgi çekici. Sinema sanatının bin bir yüzlü adamı… Anne-babasının işitme ve konuşma engeli Lon Chaney’i küçük yaşlarından itibaren kendini beden dili ile ifadeye yönlendirmiş olmalı ve bu durum kişisel olarak beni çok etkiler. 6 yaşında bir evlat sahibi anne olarak 2 yaş sendromu denilen süreç bizim ana-oğul ilişkimizde oldukça zorlu geçti. 2 yaş civarı henüz konuşarak kendini ifade edemeyen veya taleplerini yeterli kelime hazinesine ve anlaşılır cümle kurma deneyimine sahip olmadığı için sürekli itiraz ederek/ağlayarak ifade eden insan yavrusu. 2 yaş hayatın en önemli evrelerinden biri ama ya Lon Chaney’in 2 yaş sendromu? Sanırım bu süreç bin bir surat unvanının ve The Unknown’un şaşırtıcı Alonzo’sunun var olma vesilesi de oldu. Küçük bir tiyatro sahibi olan kardeşiyle birlikte yazdıkları bir oyunu, tüm ülkeyi dolaşarak sahnelemeleriyle de hayat yolunu belirledi. Sonrasında Hollywood’a gelişi, başlarda figüran rollerde oynaması derken bugün sinema sanatının en önemli anılarından ve anılanlarından biri oldu. Sinema sektörüne girmesiyle korku filmlerine boyut kazandırdı, makyajda da ustalaşmasıyla oyunculuk sanatına makyaj sanatını da kattı ve adı bin bir surat olarak anılmaya başlandı. Sinema sanatı sesi de kullanmayı keşfettiğinde Chaney’le birlikte yeni bir ivme kazanacaktı ancak, sessiz sedasız büyüklüğünü ispat eden Chaney’in, yine bir Tod Browning eseri olan Dracula’da rol alacağı açıklanmışken yakalandığı gırtlak kanseri, ustanın sinemayı zamanından önce ileri taşımasına engel olmak istermiş gibi önce sesini sonra hayatını çaldı. Bedenini, mimiklerini, makyaj ustalığını sinemaya hediye eden bin bir surat Chaney sesini de paylaşabilseydi, perdeye neler taşıyacaktı kim bilir?
Sinemanın tarihsel sürecinde, teknik yoksunluklarına rağmen bugünün sinemasını şekillendirmesi ile baş tacı ettiğimiz sessiz sinema dönemi filmlerinin çoğunun kayıp olması ise fazlasıyla üzücü. Birkaç yıl önce ABD Kongre Kütüphanesi’nin yapığı açıklama ile öğrendik ki 1910-1930 yılları arasında Amerika’da çekilmiş binlerce filmin %70’i kayıp… Bugün izleyebildiklerimize beslediğimiz hayranlık kayıplara olan merakımız arttırıyor ve bu kayıp filmler arasında Lon Chaney’in London After Midnight’ı da var, bugün kimi platformlarda izleyebildiğimiz kadarı ise sette çekilen fotoğraflardan 2000’lerin başında oluşturulmuş bir derleme… Kayıp olduğu zannedilen ama şans eseri bulunan filmler de olmuyor değil. Bir yangında negatifleri kaybolduğu sanılan 1928 yapımı La Passion De Jeanne d’Arc’ın 1981 yılında Oslo’da bir akıl hastanesinde kopyasının eksiksiz olarak bulunması gibi mucizeler neyse ki hala gerçekleşebiliyor. Bu mucizelerden biri de yazımıza konu olan The Unknown, 1968 yılında Fransa’da bir sinematekte şans eseri kopyası bulunmasaydı bu baş yapıtlığı tartışılmaz eserden mahrum kalacaktık. Diğer kayıplar için aynı mucizeyi diliyoruz…
The Unknown’u yeniden çekmek isteyen bir sinemacı oldu mu bilmiyorum, biraz araştırdım bir yeniden çevrim ya da esinlenilmiş bir yapım bulamadım ancak zaten yeniden çevrilmesi imkânsız filmler statüsünde olduğundan şüphe de etmiyorum zira ne bir Lon Chaney daha var ne de Alonzo’yu hakkıyla oynayacak bir oyuncu.
Buradan sonrası biraz spoiler içerir ancak hikâye akışını zedelemeyecek derecede…
Yüz yılın başlarında, korku filmleri ile yeni yeni tanışan seyirci aslında bir yeni tanışmaya daha tanık olacaktı. Şimdiki zamanda izleyiciyi ters köşe yapan filmler diye tanımladığımız yapı. Bu şaşırtmaca genelde finalde olsa da Tod Browning The Unknown’da daha filmin ortasına varmadan seyirciyi derin bir şokun içine sürüklemeyi başarıyor, ilerleyen dakikalarda ise başkarakterini inanılması zor bir kararın içine itiveriyor. Hikâye bir sirkte yaşanan tuhaf bir aşk hikâyesi ama şiddet, entrika, hile, ihtiras üzerine kurulu bu hikâye… 50 dakikalık süreye (ki, gösterime girdiği ilk yıllarda filmin süresinin 1 saatten fazla olduğu ancak bulunan kopyada bir kısmın kayıp olduğu rivayeti var) sessiz sedasız gerilimler silsilesi sığdıran bir film The Unknown. Güzeller güzeli Nanon’a âşık Malabar ve Alonzo! Çatışma ise Nanon’un ona dokunulmasından korkması üzerine kurulu. Malabar’ın güçlü kollarına karşılık Alonzo’nun olmayan kolları! Nanon’un Alonzo’ya duyduğu merhametle karışık sevgi, Malabar’ın kollarına duyduğu şiddetli korku ve nefret… Alonzo, Malabar’ı kıskanırken Nanon’un fobisini de Malabarı’ı manipüle etmek için kullanır; “git Nanon’u kollarına al Malabar!” çünkü bilir ki Malabar Nanon’u kucakladığında Nanon Malabar’dan nefret edecek ve kolları olmayan Alonzo’yu sevmesi de kaçınılmaz olacaktır. Alonzo aynı zamanda Nanon’u da kendine âşık etmek için yine Nanon’un dokunulma fobisini kullanarak manipüle eder fakat Alonzo’nun da korkuları vardır. Bir zaman önce işlediği bir suçtan kaçmaktadır, bu suçta en büyük delil Alonzo’nun parmağındaki deformasyondur, Nanon’un babasını da öldüren Alonzo hem yakalanmamak adına hem de Nanon’a çekici görünmek adına akıl almaz bir oyunun içindedir. Hikâyenin bundan sonrasını anlatmamalıyım zira Alonzo-Malabar ve Nanon arasında süre giden aşk ve çatışma hikâyeyi şaşırtıcı bir finale taşır. The Unknown izleyenin zihnine kazınacak, unutulmayacak filmlerden. Hikâyesinin sıra dışılığı bir yana Lon Chaney elleri kolları olmayan, elleriyle yapacağı her şeyi ayaklarıyla yapan bir adama hayat verirken unutamayacağımız kareler sunuyor. Efekt yok, hile yok, insan bedeninin yapabileceklerindeki sınırsızlığa Lon Chaney’in üstün yeteneği ile tanıklık ediyoruz. Bu sıra dışı, çok acayip aşk hikâyesi sessiz sinemanın başyapıtları arasına konumlanırken Lon Chaney’in de mesleğine duyduğu eşsiz aşkı görüyoruz.
Ve hikâyenin son cümlesinde olduğu gibi nefret Alonzo için ölümle, Nanon için sevgiyle bitti!